Kıbleye yönelmek namazın farzlarındandır. Herhangi bir yöne doğru kılınan namaz geçerli değildir.
Dolayısıyla kıble yönünün iyi tespit edilmesi namaz ibadetinin sağlıklı bir şekilde ifası içinde önem arz etmektedir. Kıblenin kesin biçimde bilinmemesi durumunda namaz kılacak kişinin kıbleyi tesbit etmek için araştırma yapması gerekir. Gerekli araştırmadan sonra kıble olarak belirlediği yönde namazını kılar. Buradan hareketle kıble yönünün doğru tespiti için "Kıble Yönü" ismini verdiğimiz siteden istifade edebilirsiniz.
Kıble yönü gibi önemli bir konuda doğru kabe yönü açısının tespiti pek mühimdir. Zira kıble yönünün araştırılmadan veya güvenilir olmayan kaynaklardan tespit edilerek belirlenmesi neticesinde kılınacak olan namazı da ifsada sokabilir. Doğru, güvenilir ve sapma açsının en asgari olduğu bir siteden kıble yönünün öğrenilmesi çok önemlidir. İşte bu noktada sapma açısına varıncaya değin sitemizden en doğru kıble yönüne ulaşabileceksiniz.
Kıble bulmak için pek çok yöntem vardır. En kolay yollardan biri pusuladır. Kıbleden uzaklığa bağlı olarak kıble yönü şehirden şehire veya ülkeden ülkeye az miktarda değişir. Bu sitemizden alacağınız kıble açısı ile artık rahatça ibadet yönünüzü bulabilirsiniz. Gerek Türkiye ve gerekse birçok dünya merkezi ve bölgesine ait 33.000 şehir için Kıble yönünü bu sitemizden kolayca öğrenebilirsiniz. Aynı zamanda sitemiz vasıtasıyla kutsal mekanlara ait fotoğraflar ile (mekke resimleri, medine resimleri, kabe resimleri gibi) sizleri manevi alemlere taşıyacaktır. Tüm bunlara www.kibleyonu.com adresinden ulaşabileceksiniz.
Alim - Dini Bilgiler, Dini Kitaplar, Dini Sohbetler, İslami Kaynaklar
Dini Bilgiler, Dini Kitaplar, Dini Sohbetler ve dahası...
20 Ekim 2013 Pazar
14 Eylül 2013 Cumartesi
2 Ağustos 2013 Cuma
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Yumuşak davranamayan kimse, bütün hayırlardan mahrum kalmış sayılır.” Açıklama: Bu hadis Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh tarafından farklı bir ifadeyle rivayet edilmiştir. Buna göre Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kime yumuşaklıktan bir nasip verilmişse, ona hayırdan da bir nasip verilmiştir. Kendisine yumuşaklıktan bir nasip verilmeyen kimseye de hayırdan bir hisse verilmemiş demektir.” Aynı hadisi Hz. Âişe de rivayet etmiştir. Onun rivayetinde yumuşak huylu olan kimseye hem dünyanın hem de âhiretin hayrı verildiği, yumuşak huylu olmayan kimsenin de hem dünyanın hem âhiretin hayrından mahrum kaldığı belirtilmektedir (Begavî, Şerhü’s-sünne, XIII, 74, nr. 3491; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 159). Demekki yumuşak başlılık ALLAH’ın bir lutfudur. Bir kimsenin tabiatında yumuşaklık yoksa, insanlara iyi davranmak elinden gelmiyorsa, herkese katı, kaba ve kırıcı davranıyorsa, o kimse bütün iyiliklerden ve güzelliklerden mahrum kalmıştır. Rivayet Eden: Cerîr İbni Abdullah radıyallahu anh (Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)
1 Ağustos 2013 Perşembe
Savaş ve Namaz Kafkas müslümanlarının mücahid ve kahraman lideri Şeyh Şamil, Rus ordularıyla otuz yıl kadar mücadele etmişti. İşte o savaşlardan biri olan Gimri Savaşı’ında Şeyh Şamil çok ağır bir şekilde yaralanmıştı. Anlatıldığına göre Şamil’in yaralanma hadisesi şöyle gerçekleşmiş: Tüfek ve kılıçlarla yapılan bu çetin savaşta, düşman askerlerden biri bir taşın arkasında saklanarak pusu kurar. Fırsatını bulduğu anda da, üç ağızlı ve oluklu süngüsünü olanca şiddetiyle Şamil’in göğsüne saplar. Göğsüne saplanan tüfeğin namlusu uzun olduğundan bedeni geriye doğru itilmiştir. Bu halde kendi kılıcının düşmana erişemediğini gören Şamil, derhal göğüsüne saplanan süngünün kabzasına yapışarak, bütün kuvvetiyle kendine doğru çeker. Mesafe kısalır, fakat süngünün ucu da kahraman Şamil’in sırtından çıkmıştır. Bu arada mesafesi kısalıp kılıç menziline giren düşman da, Şamil’in bir kılıç darbesiyle ölmüştür. İmam Şamil, son bir gayretle süngü ve tüfeği göğsünden çıkarıp atmış, kurşun yağmuru altında gecenin karanlığından da yararlanarak, yakınlardaki mağaralara doğru büyük bir çaba ile yol almaya başlamıştır. Şamil, ormanlar içindeki mağarada kendi adamları tarafından, bitkilerden elde edilmiş ilaçlarla üç gün gizli tedavi gördükten sonra, sapa bir dağ köyüne götürülür. Burada yirmibeş gün kendini bilmeden, adeta ölü bir halde yatar. Şamil’in şefkatli anası da, bu süre içinde geceli gündüzlü oğlunun başında beklemiştir. Nihayet Şamil, yirmibeş gün sonra kendine gelip gözlerini açar ve başında bekleyen anasına telaşla sorar: - Anam, namaz vakti geçti mi? Ne diyeceğini şaşıran kadıncağız: - Zararı yok yavrum, kaza edersin! der. Halbuki o ölüm uykusu, yüzyirmibeş namaz vakti devam etmiştir. Tarık Mümtaz Göztepe, İmam Şamil
18 Temmuz 2013 Perşembe
Cenâb-ı Hak buyuruyor: “…Anaya, babaya, akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere ihsân ile muâmele edin, iyi davranın…” (Nisâ, 36) Rasûlullah (sav) buyurdular: “…Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil bir) mü’min olasın…” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24) Her Sofraya Bir Komşu Ebû Zer (ra) şöyle der: “Dostum Rasûlullah (sav) bana şöyle vasiyet etti: “Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde ikrâm et!” (Müslim, Birr, 143) Hadîs-i şerîf muktezâsınca komşu hakkını îfâya, yokluk dahî mâzeret değildir. İmkânı dar olan kişi de gücü nisbetinde komşusunu kollamak durumundadır. Zîrâ Allah Rasûlü (sav)’den şöyle bir ihtar vârid olmuştur: “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min(Kamil) değildir.” (Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167)
17 Temmuz 2013 Çarşamba
15 Temmuz 2013 Pazartesi
"Bir düşmanı olan ondan kaçıp uzaklaşınca kurtulur. Ama benim halim bir değişik; Zira kaçan da benim kovalayan da. Ben kendi kendime hasım olmuş, kendi yolumu kesmişim. Bir yanım iyiliğe koşmakta, diğer yanım ona çelme takmakta. Ne denizlerin dibine dalmak, ne göklere çıkmak beni paklar. İnsan kendi kendisinden nasıl kaçar, gölgesinden nasıl kurtulur? O halde kendimi ıslah etmediğim takdirde bu kaçıp kovalamadan ta kıyamete kadar bana kurtuluş yok.." Hazreti Mevlânâ Celaleddin Rûmi (k.s)
Endonezya nasıl Müslüman oldu? Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu: - Hangi kumaştan sattın? -Şu kumaştan efendim. -Metresini kaça verdin? -On akçeye. -Nasıl olur?" diye hayret etti, -Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu? Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. -Ne demekti hakkını helâl et? Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu: -Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir? -Ben, dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim. Kral, -İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu. 250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin müjdesi herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi. Kaynak : Mehmet Paksu, İman Hayata Geçince
14 Temmuz 2013 Pazar
"Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır." Veda Hutbesi
Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Allâh sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın tesiriyle tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allâh’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allâh’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidâyet rehberidir. Allâh kimi de saptırırsa, artık ona yol gösteren olmaz.” (Zümer, 23) Rasûlullah (sav) buyurdular: “Kur’ân okuyunuz! Çünkü Kur’ân, kıyâmet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak gelecektir.” (Müslim, Müsâfirîn, 252, 253; Ahmed, V, 249, 251) Kurân ile Bütünleşin! Bir gün Hz. Âişe vâlidemiz, Allâh Rasûlü’nün yanına gitmekte geç kaldığında, Efendimiz, kendisine bunun sebebini sormuştu. O da: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Mescidde bir adam vardı ki, ondan daha güzel Kur’ân okuyan kimse görmedim.” diyerek gecikme sebebinin Kur’ân dinlemekten kaynaklandığını ifâde etti. Bunun üzerine Efendimiz mescide giderek o zâtın Sâlim (ra) olduğunu gördü. Hissiyâtını şöyle dile getirdi: “Ümmetimin arasında böyle birini bulunduran Allâh’a hamd olsun!” (İbn-i Mâce, İkâmet, 176; Ahmed, VI, 165; Hâkim, III, 250/5001)
İmam-ı Azam Ve Sarhoş Komşusu İmam-ı Azam Hazretlerinin genç bir komşusu vardı. Her gece evine içkili gelir, çıkardığı gürültü ile imamı çok rahatsız ederdi. İmam, gençten hiç şikayetçi olmaz, komşusunun haline tahammül ederdi. Bir gün başkalarının şikayetinden olsa gerek genci hapse attılar. Ertesi gece gencin sesini duymayan Ebu Hanife (r.a.) şaşırdı ve: - Genç komşumuzun sesleri niçin kulağımıza gelmiyor? diye sordu. - Efendim, o sarhoşu vali hapse attırdı, dediler. Ertesi sabah doğruca valinin konağına gitti. Talebeleri, Hocamız her halde valiye teşekkür edecek, diye düşünüyordu. Vali, onu görür görmez ayağa fırladı. Hürmet etti ve: - Ya imam! Teşriflerinizin sebebini lütfen söyler misiniz? dedi. O da, komşusu olan gencin serbest bırakılmasını rica etti. Vali: - Efendim, böyle ehemmiyetsiz bir mesele için niye zahmet ettiniz? Haber gönderseydiniz emriniz derhal yerine getirilirdi, cevabını verdi. Delikanlı serbest bırakıldı. İmam'la karşılaştıklarında oldukça mahcuptu. Kendisini bizzat çok rahatsız etmişti. Ebu Hanife: - Bak biz seni unutmuyoruz, sözleriyle iltifat buyurdu. Genç kısa zaman sonra tövbe etti ve İmam'ın talebeleri arasında katıldı .* * * Onlar, kimseyi itmiyor, kınamıyor, suçlamıyor, belki sadece kendine zulmeden zavallılara acıyor ve yardım etmeye çalışıyorlardı. Başkası ne yaparsa yapsın, onlar kendilerine düşeni yapıyordu. KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 142-143
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)