29 Kasım 2009 Pazar

G 18’de Bediüzzaman oturuyor

İstanbul’un en güzel sinema salonlarından birine gitmişsiniz.

Elinizde popcorn.

Yeriniz G 16.

Yan koltuk, G 18, boş.

Biraz sonra yaşlı bir adam gelip oraya oturuyor.

Başında sarık, giysileri farklı.

Biraz dikkatlice bakıyorsunuz, “Olamaz” diyorsunuz.

Koltuk komşunuz Bediüzzaman.

Yani Saidi Nursi.

Tabii bugün başınıza böyle bir şey gelmesi mümkün değil.

Ama 1920’li 30’lu yıllarda İstanbul’da yaşayan biri olsaydınız böyle bir şeyle karşılaşabilirdiniz.

¡ ¡ ¡

Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın sinema üzerine yazılarını topladığı kitabını okuyorum.

En çok ilgimi “Sinemada akrep ve yelkovanı aşmak” (*) başlıklı yazı çekti.

Bu yazıdan öğrendim ki, Saidi Nursi iyi bir sinema seyircisiymiş.

Bunun üzerine Dumanlı’yı arayıp, hangi filmleri severdi diye sordum.

Hangi filmlere gittiği konusunda onda bilgi yoktu.

Biraz araştırdım ve Ali Murat Güven’in 26 ocak 2007 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’ndeki bir yazısına rastladım.

Orada 1921 yılına ait bir anekdot var.

Saidi Nursi bir gün öğrencilerinden Molla Süleyman ile Ayasofya’da namaz kıldıktan sonra yakındaki bir çayhaneye oturmuş.

Çayını içtikten sonra öğrencisine, “Haydi oğlum şöyle güzel bir film seyredelim” demiş.

Öğrencisi de benim gibi şaşırmış ve “Sinema mı” diye sormuş.

Saidi Nursi’nin cevabı şöyle olmuş:

“Bak Süleyman ben sinemaya başkalarının gittiği gibi gitmem. İbret için, dersler çıkarmak için film seyrederim”.

Birlikte Alemdar Sineması’na gitmişler.

O yıllarda henüz yerli filmler başlamadığı için, sessiz yabancı filmler varmış.

Bu arada yazıda önemli bir ayrıntı var.

“Bediüzzaman birinci mevkiden iki bilet almış.”

Film arasında öğrencisine sormuş.

“Anlat bakalım ne anladın bu filmden?”

Öğrencisi “Hiçbir şey” demiş.

Bediüzzaman bunun üzerine şunları söylüyor:

“İşte dünya da aynen sinema perdesine benzeyen bir yerdir. Kendisi sabit olmadığı gibi, içindekiler de fani; hiç durmuyor, akıp gidiyor. Onun için dünya hayatına hiç güvenme oğlum. Hayatlarımız izleğimiz bu film kadar kısa ve geçicidir.”

¡ ¡ ¡

Bu arada, Dumanlı’nın kitabından bir başka şeyi daha öğreniyorum.

Saidi Nursi, son günlerde Lost filminin yapımcılarının yeni moda ettiği “flash forward” yöntemini de uygulamış.

“Bir zaman Eskişehir Hapishanesi’nin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturmuştum. Karşımdaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden, manevi bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.”

Tam bir flash forward, ileriye bakış olayı değil mi?

Tabii bu arada benim içimdeki hınzır da hiç rahat durmuyor.

İnsanın, o yıllarda sinemaya gitmek için bu kadar ulvi ve entelektüel gerekçeler aramak zorunda kalması hüzünlü bir şey değil mi?

Ben, canım istediği, iyi zaman geçirmek, eğlenmek istediğim için sinemaya gidiyorum.

Yine de Saidi Nursi’nin bu fani ve insani keyfi yaşaması güzel bir şey.

¡ ¡ ¡

(*) Ekrem Dumanlı; “Sinemaya Farklı Yerden Bakmak”, Zaman Kitap, Ekim 2009

Atatürk'ün Kuran muhabbeti!

Atatürk Çankaya Köşkü'ne sık sık hafız çağırırmış! Ayrıca o camide minberde cemaate hutbe okuyan ilk ve tek cumhurbaşkanıymış!

Diyanet Dergisi'nde Atatürk'ün Peygamber anlayışını inceleyen bir yazıda, "Dolmabahçe Sarayı ve Çankaya Köşkü, onun hafızları çağırıp sık sık Kuran okutmasına tanık olmuştur" denildi

Atatürk'ün dindar olup olmadığı, nasıl ibadet ettiği tartışmalarına Diyanet İşleri Başkanlığı da katıldı. Başkanlık tarafından yayımlanan Diyanet Dergisi bu ayki sayısında ilginç bir konuya yer verdi.

"Atatürk'ün Peygamber anlayışını" irdeleyen yazıda, "Dolmabahçe Sarayı ve Çankaya Köşkü, onun hafızları çağırıp sık sık Kuran okutmasına tanık olmuştur" denildi.

Yazıda, Atatürk'ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden önce okuduğu bir hutbe örnek gösterildi ve "Atatürk, camide minberde cemaate hutbe okuyan ilk ve tek cumhurbaşkanıdır" denildi. Yazı Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde görev yapan Doç. Dr. Selim Özarslan tarafından kaleme alındı. "Atatürk'ün Peygamber Anlayışı" başlıklı yazıda dikkat çeken bölümler şöyle:
FİKİR ALIŞVERİŞİ YAPARDI

ATATÜRK'ÜN KURAN'A BAĞLILIĞI: Atatürk'ün Kuran'a bağlılığını ve sevgisini de, Kitab-ı Ekmel yani 'Mükemmel Kitap' olarak isimlendirerek belirtmiştir. O'nun Kuran'a olan muhabbeti her yerde sürmüş, Dolmabahçe Sarayı ve Çankaya Köşkü onun bu sevgisine hafızları çağırarak sık sık Kuran okutmasıyla tanık olmuştur. Yine Kuran ayetleri üzerine araştırma ve incelemeler yapmış, meşhur din bilginleri ve hafızlarla meal ve tefsir konularında fikir teatisinde bulunmuştur.

DİNİ KENDİ DİLİNDE ÖĞRENMEK: Atatürk hadislerin Türkçeye çevrilmesini sağladı. Söz konusu çalışmalarla Müslüman Türk milletinin kendi dinini ana metinlerinden öğrenme imkânına kavuşmasını sağlayan Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. Bu çalışmalara ulemadan da tepki gelmiştir. Dönemin sosyal ve politik şartları bu projenin devamlılığına imkân tanımamıştır.

HUTBE OKUDU: Atatürk minberden cemaate hutbe okuyan ilk ve tek cumhurbaşkanıdır. Atatürk'ün din ve Tanrı tasavvurunu en güzel anlatan konuşmalarından biri de 7 Şubat 1923'te, Balıkesir Zagros Camisi'nden yapmış olduğu hutbesidir.

İBADET ANLAYIŞI: Atatürk'ün dinin asıl unsurlarından olan ibadetle ilgili düşünceleri, dinin belirlediği ve Hz. Peygamber'in uygulamasıyla aktüelleştirdiği formel biçimiyle, yaratan-yaratılan arasındaki samimi irtibatı temsil eden ibadet felsefesiyle ahenkli bir uyum halindedir.

***

İlahiyatçı Doç. Dr. Selim Özarslan'ın makalesinde, "Atatürk camide minbere çıkarak cemaate hutbe okumuş ilk ve tek cumhurbaşkanıdır" deniyor.

http://internethaber.com/news_detail.php?id=218423

20 Kasım 2009 Cuma

Rus okullarında din dersi konuşuldu

Saratov'daki konferansın ana gündem maddesi okullarda verilecek din eğitimi oldu

Rusya'nın Saratov bölgesinde "Rusya'da İslami Aydınlanma" başlığıyla, Povoljya Müslümanları Dini İdaresi tarafından organize edilen konferans sona erdi.

Rus okulları ve üniversitelerde 'İslam kültürünün esasları' adıyla verilecek derslerle ilgili projenin tanıtılmasına yönelik konferansa, Rusya'nın çeşitli bölgelerinden dini liderler ve Saratov eyaleti yöneticileri katıldı.

Müslüman toplumun temsilcileri, Medvedev tarafından çıkarılan kanuna göre okullarda din dersinin verileceğini hatırlattı ve bu kararın önemine dikkat çekti. İslam dininin öğretilmesi için çok sayıda öğretmene ihtiyaç duyulduğunu kaydeden dini liderler, bu konuda büyük sorunlar yaşanacağı uyarısında bulundu. Şu anda yeterli sayıda öğretmen kadrosu olmadığına dikkat çekilen konferansa katılanlar, ilk aşamada İslam'ı öğretecek kişilerin eğitimine ağırlık verilmesini kararlaştırdı.

Toplatıya katılan Prof. Dr. Aleksey Malaşenko, din eğitiminin önemine dikkat çektiği konuşmasında, dini eğitiminin tamamen devlet kontrolü altında olmasının yalnış olduğunu da vurguladı.

Rusya İslam Alemi Stratejik Araştırmalar Merkezi başkanı Şamil Sultanov ise, ülkedeki ekonomik krize dikkat çekerek, sosyal adaletin sağlanmasında 'zekat'ın önemine vurgu yaptı.

Dünya Bülteni

İslam bilime öncü oldu

Prof. Dr. Fuat Sezgin, kendilerine Müslümanların dünyayı öküzün boynuzunda sandığının öğretildiğini belirterek, ‘’Halbuki Müslümanlar 10. yüzyılda göğün ve yerin eğiminin sabit mi değişken mi olduğunu hesaplamak için rasathane kurdu’’ dedi

Dünyanın önde gelen İslâm Bilim Tarihi Uzmanı Prof. Dr. Fuat Sezgin, insanlığın Rönesans ninnileri ile büyüdüğünü, kendilerine Müslümanların dünyayı öküzün boynuzunda sandığının öğretildiğini belirterek, ‘’Halbuki Müslümanlar 10. yüzyılda göğün ve yerin eğiminin sabit mi değişken mi olduğunu hesaplamak için rasathane kurdu’’ dedi.

Prof. Dr. Sezgin, Boyut Yayınları tarafından yayımlanan ‘’İslâm Uygarlığında Astronomi, Coğrafya ve Denizcilik’’ eserinin, Gülhane Parkı’nda kendisinin de kurucularından olduğu İslâm ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ndeki tanıtım toplantısında basın mensuplarıyla bir araya geldi. Müslüman bilim adamlarının 9-16. yüzyıllar arasında, diğer kültürlerden alıp geliştirdiği ve kendilerinin icat ettiği alet ve düzenekler üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan, 1982’de Frankfurt’ta Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslâm Bilimleri Tarihi Enstitüsü ve 1983’de buranın müzesini kuran Prof. Sezgin, bilimler tarihini bütün insanlığın müşterek mirası kabul ettiğini, bilim tarihindeki eksik halkalardan birini yerine koymak için çalıştığını ifade etti. Rönesans’ı doğrudan Orta Çağa bağlayan yanlış düşünceyle oluşan boşluklara dikkati çeken Prof. Dr. Sezgin, Avrupa’yı Rönesans’a İslâm bilim kültür çevresinden bir alma ve özümsenme döneminin hazırladığını, Avrupa’daki üretkenliğe zemin oluşturan, kendisinin de İslâm dünyasında 9-16. yüzyıl arasında gösterilen bu başarıyı eserleriyle ortaya koymak istediğini dile getirdi. Avrupa’da İslâm kültürünün başarılarını yok sayma ve reddetmenin büyük ölçüde yaygın olduğa işaret eden Prof. Dr. Sezgin, şöyle konuştu: ‘’Avrupalılar 10. yüzyıldan itibaren Müslüman bilim adamlarının eserlerini Latinceye çevirmeye başladılar. Bu çalışmalar İspanya üzerinden Fransa ve İngiltere rotasını takip etti. Arapça bilen Yahudi tanıdıklarına önce İbraniceye oradan da Latinceye çevirtiyorlardı. Bu alma ve asimilasyon süreci 500 yıl sürdü. Bu sürede hangi kitapların tercüme edildiği biliniyor. Avrupalılar 16. yüzyıldan sonra üretken olmaya başladılar. Bu yüzde yüz bir realitedir.’’

“RÖNESANS NİNNİLERİYLE BÜYÜDÜK”

Günümüz insanının İslâm kültür ve bilim tarihinden haberdar olmadığını, Rönesans tanımlamalarının sarsılmadan varlığını sürdürdüğüne işaret eden Prof. Dr. Sezgin, ‘’Siz de benim gibi Rönesans ninnileri ile büyüdünüz. ‘Müslümanlar dünyayı öküzün boynuzunda sanıyordu’ diye öğretildi. Halbuki Müslümanlar 10. yüzyılda göğün ve yerin eğiminin sabit mi değişken mi olduğunu hesaplamak için rasathane kurdu’’ şeklinde konuştu. Prof. Dr. Sezgin, Gülhane Parkı’nda kendisinin de kurucularından olduğu İslâm ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin bu gerçek dışı tarihsel bakışı düzelteceğini ümit ettiğini dile getirdi. Türkiye ve yurt dışında müzenin tanıtımı için çok az şey yapıldığını belirten Prof. Dr. Sezgin, ‘’Müzenin Türkiye’de tanıtımı için hemen hemen hiçbir şey yapılmadı’’ serzenişinde bulundu.

20. YÜZYIL SEVİYESİNİ BİZ 10. YÜZYILDA BULDUK

HayatInI adadığı araştırmaları sonucu matematik coğrafya tarihinin Avrupalılar tarafından bugüne kadar yazılmadığını dile getiren Prof. Dr. Sezgin, kaynakların yüzde 20’sinin Yunan, Hint ve modern Avrupa’ya yüzde 80’inin ise Müslümanlara dayandığına dikkati çekti. Avrupalıların elinde 18. yüzyıla kadar İslâm dünyasındaki enlem boylam haritalarının olduğunu söyleyen Prof. Dr. Sezgin, ‘’Matematik coğrafya Müslümanların işi. Biruni, matematik coğrafyayı müstakil bir bilim olarak kurdu’’ dedi. Beşerî coğrafya alanında ise İslâm bilgini Makdisi’yi örnek gösteren Prof. Dr. Sezgin, ‘’Müslümanlar 10. yüzyılda beşerî coğrafyanın en yüksek noktasına ulaştı. 20. yüzyıl seviyesini biz 10. yüzyılda bulduk’’ diye konuştu.

Yeni Asya

Ünlü manken Müslüman oluyor

Kaddafi'nin Müslümanlığı anlattığı geceye katılan ünlü manken Müslüman olmaya karar verdi.

İtalya ziyareti sırasında Roma’da iki gece üst üste 200 manken kadını toplayan ve onlara müslümanlığı anlatarak İslamiyete çağıran Libya Lideri Muammer Kaddafi, sonunda muradına erdi. İtalyan manken Alda Ribeiro, Kaddafi’nin hediye ettiği Kuran’ı okuduğunu, çok etkilendiğini ve Müslümanlığa geçmeyi düşündüğünü söyledi. 27 yaşındaki manken, “ Bay kaddafi ile karşılaşmam, hayatımı değiştirdi. Eskiden İslam beni korkuturdu. Ama şimdi beni büyülüyor. Annem koyu bir katolik, Müslümanlığa geçmemi nasıl karşılar bilmiyorum” dedi.

Bugün

13 Kasım 2009 Cuma

İSRAİL’DEN ADNAN OKTAR’A GELEN İKİ MİSAFİR KİM?

Odatv’nin edindiği bilgilere göre; İsrail’den iki isim Adnan Oktar’a konuk olarak geldi.

Bu isimler, İsrail Batı Şeriada Başhaham olarak görev yapan Haham Menachem Froman ve Nakşibendi Şeyhi Sheikh Abdulaziz Bukhari idi.

Haham Froman, Filistin Kurtuluş Örgütü ve Hamas'tan Filistinli dini liderlerle yakın bağlantısı olduğu bilinen bir isim.

Adnan Oktar’a yakın kaynaklar, bu iki ismin Türkiye’ye gelişini ve Oktar’la görüşmelerini Ortadoğu’da barışı sağlamak amacıyla olduğunu söylüyorlar.

Odatv.com

http://www.odatv.com/Siyaset/israilden_adnan_oktara_gelen_iki_misafir_kim-18389.html

12 Kasım 2009 Perşembe

İmam-ı Rabbani’ye göre Mehdi

İmam-ı Rabbani ve Müceddid-i Elif-i Sani olan Ahmed-i Faruk-i Serhandi (ra) Tarikatta müceddid olduğu gibi şeriatta da müceddittir. Tarikatların şeriat dairesi içinde kalması ve hakikatten nemalanması gerektiğini ifade etmiştir. Peygamberin (sav) sünnetini muhafaza etmenin önemini izah etmiş ve şeriatın bir hakikatini ve bir adabını muhafaza etmeyenin ibadetinin önemsiz ve değersiz olduğunu açıklamıştır.

Manevi makamları ve bu makamlara ulaşmanın yollarını izah etmiştir. Tarikatta seyr-i sülûk ve makamlardan geçmek vardır. Ancak İmam-ı Rabbani Farzları yapıp haramlardan kaçan ve peygamberin sünnetini esas alanların tarikatın seyr-i sülukuna ihtiyaç duymadan tarikatın makamlarından daha yüce makamlara çıkabileceklerini söyler. “Öyle makamlar vardır ki, cezbe ve süluk onlara yanaşamaz. Bu son makamlar çok yüksek ve pek kıymetlidir” der. Bu yüce makamın sahabelerde göründüğünü belirten İmam-ı Rabbani “Bu makam sahabe-i kiramdan sonra ahir zamanda gelecek olan Mehdi’de görüneceğini” belirtmiş ve “Tasavvuf büyüklerinden pek az kimse bu makamdan haber vermiştir” buyurur.

Sahabe-i kiramın peygamberin (sav) sohbetinde bir an bulunmakla erebileceğini belirtir. Zira bu makamlar imanın inkişafına, farzların yapılmasına, haramlardan kaçmaya ve sünnet-i seniyyeye göre yaşamaya bağlıdır. İmam-ı Rabbani bu hususları şöyle ifade eder:

“Tasavvuf yolculuğunda, her makamın, ayrı bilgileri, marifetleri, hâlleri vardır. Her makam için ayrı vazîfe, zikir ve teveccüh lâzımdır. Bazı makamda zikir, başka makamda Kur'an-ı kerim okumak, namaz kılmak, bazısında cezbe, bazısında sülûk, bazısında ise bu nîmetim her ikisi vardır. Öyle makamlar da vardır ki, cezbe ve sülûk oraya yanaşamaz. Bu son makamlar çok yüksek, pek kıymetlidir. Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmının hepsi, bu makamlara kavuşmuş, bu büyük nîmet ile şereflenmiştir. Bu makamların sahipleri, başka makamların sahiplerine benzemez. Başka makamların sahipleri ise, birbirlerine az çok benzer. Bu makam, Eshâb-ı kirâmdan sonra, Hz. Mehdîde görünecektir. Tasavvuf büyüklerinden pek az kimse, bu makamdan haber vermiştir. Bu makamın ilimlerinden, marifetlerinden söyleyen ise, yok gibidir. Bu makam, Allahü teâlânın, öyle büyük bir nîmetidir ki, dilediği, seçtiği bahtiyârlara nasip olur. Eshâb-ı kirâm bu pek yüksek mertebeye, daha ilk sohbette ayak basardı ve zamanla bu mertebelerde yükselirlerdi. Sonra gelen Evliyâdan birini, bu nîmet ile şereflendirmek ve Eshâb-ı kirâmın terbiyesi ile yetiştirmek isterlerse, cezbe ve sülûk mertebelerini geçirip ve bunların ilim ve marifetlerini atlattıktan sonra, bu devlete eriştirirler. Bu mertebelere yetişebilmek, insanların en üstününün sohbeti ile mümkün olabilir. Onun izinde gidenlerden pek az kimseye de, bu bereketi ihsân edebilirler. Bunun sohbetine kavuşan da, bu mertebelere ulaştıran nispet ile, yol ile şereflenir. Cezbe, sülûkten önce olduğu zamanlarda yaptıkları gibi, bu yolda da, nihâyetin hâlleri, başlangıçta gösterilir, tattırılır.” (İmam-ı Rabbani, Mektubat, 1. Cilt, 32. Mektup)

İmam-ı Rabbani, ahir zamanda geleceği müjdelenen Mehdi’nin (ra) velayetin en yüksek derecesinde olacağını, bunun sebebinin de sıfatı olan ilimden kaynaklandığını özellikle belirtir. (Mektubat, 1. Cilt, 251. Mektup) Muhiddin-i Arabî’de (ks) Mehdi’nin ilminin Hz. Ali’nin (ra) ilminden mülhem “Marifetullah” ilmi olduğu için bütün ilimlerden üstün olduğunu ve “ilimlerin şahı ve padişahı olan iman ilminin” üstünlüğünden kaynaklandığını belirtir.

Sonuç olarak ahir zamanda gelecek olan Mehdi (ra) ilimle ve bilhassa “Marifetullah” ilmi ile tanınıp bilinecektir. Bu ilim ilimlerin şahı olduğu ve bu ilim peygamberimizden (sav) Hz. Ali’ye intikal etmiştir. Hz. Ali (ra) peygamberimizin ilmine varis olduğu için ilim sıfatı ile tanınmıştır. Mehdi de Hz. Ali’nin manevi evladı olduğu ve ilmine varis olduğu için “ilim sıfatı” ile tanınacaktır. Zaten peygamberimiz (sav) “Ahir zamanda ilim kalkar. Neslimden Mehdi gelerek ilmi yeniden ihya eder” buyurmuşlardır.

http://www.risalehaber.com/author_article_detail.php?id=6752