28 Temmuz 2010 Çarşamba

Hadis Terimleri Sözlüğü - Z

Z
Zabıt
Zabt
Zabt-ı Kitab
Zabt-ı Sadr
Zâhibu'l-Hadîs
Zâhibun
Zahirî İnkıta’
Zarurî İlim
Zayıf
Zekera
Zekera Lenâ Fulân
Zekera Lenâ Fulân Bi-Kırâ'atî
Zekera Lenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi Ve Ene Esme'u
Zekera Lî Fulân
Zenadıka
Zevâ’id
Zındık
Ziyâdâtu's-Sikât
Ziyâde
Ziyadetu's-Sika



Z

Zabıt:

Türkçede kullanılan şeklinin karşılığı olarak zabtetmek, ezberlemek, hatırda tutmak manalarına gelen “dabeta” kök fiilinden ism-i faildir. Zabtı tam anlamında kullanılır ve zabt vasfını taşıyan ravilere denir.
Ravinin adaletli olması kadar zabıt olması da önemlidir. Hadîsin sıhhat şartlarından birisi de ravilerinin işittiği Hadîsleri yıllar sonra değiştirmeden ne eksik, ne fazla bir şekilde rivayet edecek derecede hafıza gücüne sahip olmalarıdır. Bu özelliği taşıyan raviler zabıt olarak nitelendirilmişlerdir.



Zabt:

Türkçedeki gibi zabtetmek, iyice belliyip hıfzetmek, yani ezberlemek manasınadır. Hadîs Usulü ilminde işittiği Hadîsleri aradan uzun zaman geçtikten sonra bile işittiği şekilde ezberinde tutup ne eksik ne de fazla olarak başkalarına rivayet edebilme yeteneğine denir. Rivayetinin kabul edilebilmesi için ravide bulunması gereken vasıflardan adaletten sonra gelenidir. el-Hattâbî gibi bazı Hadîs alimlerine göre adaletin de vasıflarından biridir. Bir diğer ifadeyle bazı Hadîs alimlerine göre bir ravinin adaletli olabilmesi için zabt vasfına sahip olması gerekir.1214
İbn Hacer'e göre zabt, göğüs zabtıdır. Bu da ravinin işittiği bir Hadîsi dilediği zaman hemen hatırlamasını mümkün kılacak şekilde sağlam ezberlemesi olarak görülür. 1215
Bir ravinin zabt sahibi olduğu, aynı vasfa sahip olmakla birlikte itkan sahibi olarak da bilinen başka ravilerin rivayetlerine uygunluğu ile belli olur. Eğer Hadîsleri, mana yönünden bile olsa sika ravilerin rivayetlerine uygun veya bir-iki yerde muhalif de olsa çoğunlukla muvafıksa zabt vasfına sahip olduğuna hükmedilir. Şayet rivayetleri çoğunlukla sika ravilerin rivayetlerine aykırı ise zabt vasfını kaybettiğine hükmedilerek Hadîsleri dinî konularda delil kabul edilmez. 1216Buna göre bir ravide zabt kusurunun bulunması. Hadîslerini sahih olmaktan çıkarır. Eğer diğer sıhhat şartlarını taşıyorsa hasen derecesine indirir.
Metâ'in-i Aşera denilen ve ravinin tenkidinde göz önünde bulundurulan kusurlardan gaflet, kesretu'1-galat, sû'u'l-hıfz, vehm ve muhâlefetu's-sikât olmak üzere beşi zabtla ilgilidir. Ravi şayet bu kusurlardan biri veya birkaçıyla tenkit edilmişse, bir başka deyişle onda bu kusurlardan biri ya da birkaçı olduğu açığa çıkarılmışsa o ravi zabt vasfını kaybeder. Ayrıca yalancılıkla itham edilen ravilerin hemen hepsi rivayette hata yapmış, hatası fazla olmakla tanınmış ve böyle olduklarından zabt yönünden cerhedilmiştir.
Bazı alimlere göre bir ravinin zabtı, kuvvet ve zayıflık yönünden değerlendirilemez. Buna göre insan, ya zabt vasfıyla nitelendirilir -ki bu halde zabt sahibi olma özelliğini kazanır- ya da zabtının olmadığına hükmedilir. Bu takdirde gayru zabıt addedilir. Bunun yanısıra zabt vasıfı taşıyan ravilerin hepsi aynı derecede kabul edilirler. Birinin diğerine nisbetle zabtının fazla olduğu söylenemez.
Zabt terimi, bir de Hadîslerin yanlışsız olarak yazılması manasına kullanılır. Dabtu'1-kitâb veya zabt-ı kitâb da denilen bir kitabın zabtı. Hadîs metinlerinden meydana gelen herhangi bir kitabın, içindeki Hadîslerin şeyhten işittikten sonra yanlışsız olarak yazılması, aslı ile mukabele edilmesi ve tashihinin yapılması manasınadır. Bununla birlikte ravinin yazılı metinlerde bulunan Hadîsleri şeşhinden işittiği ve tashihini yaptığı andan rivayet edeceği zamana kadar muhafaza etmesi, herhangi bir zarardan koruması anlamına da kullanılmıştır. 1217

Zabt-ı Kitab:

Bk. Kitâbetu'l-Hadîs.

Zabt-ı Sadr:

Ezberleme ve ezberinde tutma manasına gelen bir tabir olup ravinin şeyhinden işittiği Hadîsi güzelce ezberleyip yeri geldiğinde başkalarına aynen rivayet edebilme yeteneğine denilmiştir.

Zâhibu'l-Hadîs:

Zâhibun şeklinde de kullanılır. Her ikisi, Hadîsleri zayıf manasına gelir. Ravilerin cerhinde kullanılan lafızlardandır. Cerhin ağırına delalet eden beşinci mertebesinde yer alırlar.
Bir ravi hakkında ister kısaca zâhibun, isterse zâhibul'l-hadîs denilmiş olsun, o ravi artık adalet vasfını kaybetmiştir. Hadîsleri kesinlikle yazılmaz. Kendi de terk edilir.

Zâhibun:

Bk. Zâhibu'l-Hadîs.

Zahirî İnkıta’:

Bk. İnkıta'.

Zarurî İlim:

İlm-i zarurî karşılığıdır. İnsanda zaruri olarak hasıl olan bilgiye denir. Hadîs ıstılahında, rivayet edilen Hadîsin insanı kabul etmek zorunda bırakan ve reddine imkân vermeyen bilgi manasınadır. Bunu bir misalle açıklamak gerekirse, dünyanm herhangi bir ülkesinde bulunan bir şehrin ismini duyan bir şahıs, o şehrin varlığını haber verenlerin çokluğu karşısında, onu reddedemez. O şehrin varlığını haber verenleri yalancılıkla itham edemez; çünkü o şehrin varlığını haber verenlerin yalan bir haber üzerinde birleşmelerine imkan yoktur.
Yalan bir haberde böyle bir tifakın olabileceğinin akıl kabul etmez.
Hadîs ilminde zarurî ilim, mütevatir haberler için söz konusu olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) devrinden itibaren her nesilde sayısı bilinmeyen kalabalık kimseler tarafından rivayet edilen bir haber onu işiten biri için zaruri ilim ifade eder. O kimse bunu reddedemez; zira o haberi rivayet eden sayısı belirsiz kalabalık toplulukların bir araya gelerek böyle bir haber uydurmaları, bir araya gelmeseler bile aynı yalan haberin rivayeti üzerinde birbirlerinden habersiz olarak birleşmeleri aklın kabul edebileceği bir iş değildir. 1218
Zarurî ilmin karşılığı nazarî ilimdir.

Zayıf:

Sözlükte Türkçedeki karşılığını veren bu kelime Hadîs terimi olarak sahih ile hasen dışında kalan Hadîslere denir. Öteki deyişiyle sıhhat şartlarını taşıdığı için sahih denilen Hadîslerle sahihlik şartlarının taşımakla birlikte ravileri zabt yönünden sahih ravileri derecesine çıkamayan ravilerin rivayet ettikleri hasen Hadîsler hariç, diğer Hadîslere denir.
Zayıf Hadîslere yine aynı manada sakîm denildiği de olur. Hadîs alimleri sahih ve hasen Hadisleri makbul, buna karşılık zayıf Hadîsleri merdud saymışlardır.
Bir Hadîsin zayıf sayılmasına sebep olan haller ya senedinde en az bir ravi düşmesiyle inkita'ın olması, ya da ravisinin zayıf bir kimse oluşudur. Ravinin zayıflığı ise meta'in-i aşera denilen ve ona adalet ve zabt vasfını kaybettiren on kusurdan biri veya birkaçının bulunmasiyledir. Sika veya zayıf ravilerin rivayetlerine muhalefet de zayıflık sebepleri arasında yer alır.
Zayıf Hadîsler, zahih veya hasen Hadîslerde bulunması gereken özelliklerden biri veya birkaçının bulunmayışına göre derecelere ayrılırlar ve her-biri değişik isimler alırlar. İçlerinde on-onbeş kadarına hususî isimler verilmiştir. Bunlar daha çok Hadîs Usulü alimlerinin tarifinde birlik gösterdikleridir. Yukarıda da söylediğimiz gibi senedinde inkıta olması veya ravisinin tenkit edilmiş bulunması ve muhalefet sebebiyle ortaya çıkmışlardır. Senedinde kopukluk olması yüzünden zayıf olan Hadîsler, muallak, mürsel, mu'dal, mudelles kısımlarına; ravisinin ta'n edilmiş bulunması sebebiye zayıf olanlar metruk, munker, mu'allel, mudrec, maklûb, muztarib, şâz kısımlarına ayrılmıştır.
Senedinde kopukluk bulunan Hadîslerin en zayıfı mu'dal, biraz daha az zayıfı munkatı, daha zayıfı mudelles, en hafifi mürsel Hadîslerdir diyenler olmuştur.
el-Hattâbî, zayıf Hadîsleri üç dereceye ayırmış, birincisine mevzu, daha az zayıf olan ikincisine maklûb, biraz daha ehven olan üçüncüsüne ise mechûl demiştir. ez-Zerkeşî, senedinde kopukluk olması yüzünden zayıf olan Hadîsleri yedi kısma ayırarak en kötüsüne mevzu demiştir, ondan sonrakileri ise mudrec, maklûb, munker, mu'allel ve muztarib tertibinde sıralamıştır. İbn Hacer'e gelince, ravisinin zabt kusuru nedeniyle zayıf duruma düşen Hadîsleri mevzudan başlamak üzere şu tertibe koymuştur: Mevzu, metruk, munker, mu'allel, mudrec, maklûb, muztarib, cehalet yüzünden munker, kötü ezberleme sebebiyle şâz.
Görülüyor ki, zayıf Hadîslerin zayıflık sebepleri aynı sayıldığı halde derecelendirilmelerinde ve her dereceye giren zayıf Hadîslerin hangileri olduğu konusunda alimler arasında birlik görülmemektedir. Sayıları konusunda alimlerin verdikleri rakamlar da birbirini tutmamaktadır. Söz gelişi İbn Hibbân 49, İbnu's-Salâh 42, Abdurra'ûf Munâvî 81 çeşit zayıf Hadîs olduğunu söylemişlerdir. Zayıf Hadîslerin derecelendirilmesindeki farklılık her alimin konuyu az da olsa değişik açıdan bakmasından kaynaklanır. Sayı farklılığı ve bir kısım zayıf Hadîs çeşitlerinin kabarık rakamlara ulaşması bir zayıf Hadîse değişik isimler verilmesi sonucudur.
Pek çok konuda olduğu gibi zayıf Hadîslerle amel etmek konusunda da İslâm alimleri arasında görüş ayrılığı meydana gelmiştir. Bu konuda üç görüş ileri sürülmüştür.
1. Yahya b. Ma'în, Buharî, Müslim, Ebu-bekr İbni'l-Arâbî, İbn Hazm, Ebu Şâmmeti'l-Makdisî gibi İslam alimlerine göre zayıf Hadîslerle hiçbir şekilde amel edilemez. Bu görüşte olanlar delil olarak daha çok, Buhari ve Müslim'in sahihlerini tertip ederlerken takip ettikleri metot ile bu eserlerde zayıf Hadîs bulunmaması üzerinde durmuşlardır.
2. Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve onlara tabi olan bazı alimlere göre zayıf Hadîslerle amel edilebilir. Bu görüşte olanlar ise zayıf bir Hadîsle amel edilebilmesi için aynı konuda bir başka rivayetin bulunmamasını şart koşmuşlardır. Onlara göre zayıf Hadîs rey denilen kıyas yoluyla ictihaddan daha iyidir. 1219
3. Bazı alimlere göre zayıf Hadîslerle şer'i hükümlerle ilgisi olmamak, buna karşılık va'z ve fedâil gibi bir konuda olmak kaydiyle ve şartlı olarak amel edilebilir. Hadîs Usulü alimleri zayıf Hadîslerle amel edilebilmesi için gerekli şartlan şu şekilde tesbit etmişlerdir:
a) Zayıf Hadîs fedâ'il gibi akaid ve dinî hükümlerle ilgisi olmayan bir konuda olmalıdır, bu şart üzerinde görüş birliği vardır.
b) Zayıf Hadîs, yalancı, yalancılık ithamına maruz kalmış, çok hata yapmakla tanınan bir ravinin tek başına rivayet ettiği Hadîs gibi ileri derecede zayıf olmamalıdır.
c) Kur'ân-ı Kerim ve sahih sünnetten çıkarılmış delillerle ortaya konan ve amel edilen bir asıl hüküm veya kaidenin içine girmeli, yeni bir hüküm getirmemelidir.
d) Amel edilirken kesinlikle Hz. Peygamber'e ait olduğuna inanılmayıp ihtiyatla kabul edilmelidir. 1220
Akait ve dinî hükümler konularında olmamak kaydiyle zayıf Hadîslerle bu şartlar dahilinde amel etmenin caiz olduğu görüşünde olan İslâm alimleri, fedâ'il, tergîb-terhîb (teşvik etme, sakındırma) ve va'z konularındaki Hadîsler üzerinde fazla titizlik göstermemişlerdir. Nitekim İbn Abdilber, bu konuda “fedâ'il Hadîslerinde şer'i delil olarak kullanılan Hadîslerde gösterilen titizliğe ihtiyaç yoktur” demiştir. el-Hâkim de el-Anberî'den naklederek şunları söylemiştir:
“Bir haber, helali haram göstermeyen, harama helal demeyen, bir kesin hükmü (zanna dayanan) vacip bir hüküm saymayan şekilde sabit olmuşsa ve tergîb-terhîb konusunda ise üzerinde çok durulmaz. Ravilerin tenkidinde gevşek davranılır. el-Beyhakî de aynı konuda tbn Mehdî'nin şu sözlerini nakleder:
“Biz Hz. Peygamber (s.a.v.)'den helal-haram gibi dinî hükümlere ait konularda bir Hadîs rivayet ettiğimiz zaman isnadlarını titizlikle inceler, işi sıkı tutanz. Ne var ki, fedâ'il, sevap, uhrevî ceza gibi mevzularda bir Hadîs rivayet edersek isnadlarda kolaylık gösterir; ravilerini tenkitte ölçüyü gevşetiriz.” 1221
Zayıf Hadîslerin kesinlikle Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait olan Hadîsler gibi değil, ihtiyatla rivayet edilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Buna göre bir zayıf Hadîs hiçbir şekilde cezm siğalarıyla rivayet edilmemelidir. Aksine zayıf Hadîsleri naklederken ruviye, nukile, belaganâ anhu ve benzeri temrîz sigaları kullanılmalıdır.
İçlerinde zayıf Hadîslerin bol miktarda bulunduğu tesbit edilen bazı kitaplar vardır. Bunlardan önemli birkaçı şunlardır:
1. el-Mu'cemu'1-Kebîr: Tanınmış Hadîs alimi Süleyman b. Ahmed et-Taberânî'nin sahabî isimlerini alfabetik sıraya koymak ve herbirinden rivayet edilen Hadîsleri bir arada vermek suretiyle müsned tarzında tertib ettiği bu hacimli eserde bir hayli zayıf, hatta mevzu Hadîs vardır. Aynı alimin el-Mu'cemu'l-Evsât ve el-Mu'cemu's-Sağîr isimli eserlerinde de fazlaca zayıf Hadîs bulunmaktadır.
2. Kitâbu'l-Efrâd: Ali b. Umer ed-Dârekutnî'ye ait olan bu eserde de hayli zayıf Hadîsin bulunduğu tesbit edilmiştir.
3. el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin Tarîhu Bağdâd ve öteki bazı eserlerinde de zayıf Hadîslerin bulunduğu söylenmiştir.
4. Hilyetu'l-Evliyâ: Ebu Nu'aym Ahmed b. Abdillâhi'l-İsbehânî'nin bu eserinde sahih ve hasen gruplarına girenlerin yanında fazlaca zayıf ve mevzu Hadîs bulunmaktadır.
Burada şuna işaret etmek gerekir. Hadîs ve rical ilimleri yönünden büyük önem verilmiş bu gibi eserlerde zayıf ve mevzu Hadîslerin yer alması, ilim adına üzülecek bir durumdur. Ancak böyle olmaları büyük bu kaynak eserlerden faydalanmaya hiçbir şekilde engel teşkil etmez.

Zekera:

“Zikretti, andı” manasına mazi fiilidir. Sema yani şeyhin Hadîslerini bizzat ondan işitmek suretiyle alınan Hadîslerin rivayetinde kullanılan eda lafızlarındandır.
el-Hatîbu'l-Bağdadî, zekera lafzını sema yoluyla alınan Hadîslerin rivayetinde kullanılan eda lafızlarının altıncı sırasında saymıştır. 1222Buradan anlaşıldığına göre bu lafız şeyhten işitmek yoluyla alınan Hadîslerin rivayetinde diğerleri kadar kullanılmış değildir.

Zekera Lenâ Fulân:

Tekil meful zamiriyle zekera lî fulânun şeklinde de kullanılır. “Bize (bana) falanca zikretti” anlamını verir. Sema yoluyla alınan Hadîslerin rivayetinde kullanılan eda lafızlarındandır.
el-Hatîbu'I-Bağdâdî tekil zamiriyle kullanılan şeklini sema'a delâlet eden eda lafızlarının beşinci sırasında zikretmiştir. Kadi İyad ise sema yoluyla alınan Hadîslerin rivayetinde zekera lenâ fulânun eda sığasının kullanılmasını caiz görmüştür, ona göre bu lafız ihbar manasına gelir. 1223

Zekera Lenâ Fulân Bi-Kırâ'atî:

“Falanca bize, benim ona okumamla rivayet etti” manasına gelen bir tabir olup arz veya kırâ'a ale'ş-şeyh denilen Hadîs rivayet metoduyla alınan Hadîslerin rivayetinde eda sigası olarak kullanılmıştır.
Zekera lenâ fulânun kırâ'aten aleyhi ve ene esme'u (falanca bize, ona okunup benim dinlemem sırasında rivayet etti) eda lafzı da aynı şekilde şeyhe arzedilerek rivayet edilen Hadîslerin naklinde kullanılmıştır. Ancak, arzın oluş şekline göre aralarında fark vardır. İlk eda lafzını kullanan ravi Hadîslerini şeyhe kendisi okumuş demektir. Oysa ikinci eda si-gasını kullanan ravi, Hadîs meclisinde başkası tarafından şeyhe okunan Hadîsleri dinleyerek rivayet etmiştir.

Zekera Lenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi Ve Ene Esme'u:

Bk. Zekera lenâ fulânun bikırâ'etı.

Zekera Lî Fulân:

Bk. Zekera lenâ fulânun.

Zenadıka:

Bk. Zındık.

Zevâ’id:

Kelime olarak “fazlalık” manasına gelen “za'id” in çoğuludur. Hadîs Usulü ilminde umumiyetle meşhur Hadîs kitaplarında bulunmayan, bir başka muhaddis tarafından rivayet edilerek müstakil kitaplarda toplanan Hadîslere denir. Böyle Hadîsleri bir arada toplayan kitaplara da zevâ'id kitapları adı verilmiştir.
Değişik maddeler altında söz konusu edildiği gibi, hicri ikinci asnn başlarında itibaren tedvin edilmeyen başlanan Hadîsler, daha sonra tasnif edilerek çeşitli metotlarla tertiplenen kitaplarda toplanmıştır. Hadîsin altın çağı sayılan üçüncü hicri asnn sonlarına gelindiğinde cami, sünen, müsned, musannef, mu'cem adı verilen hayli Hadîs kitabı ortaya konmuştur. Bunlar arasında altı tanesine el-Kutubu's-sitte denilmiştir, bu kitaplan tasnif edenler haliyle rivayet ettikleri bütün Hadîsleri eserlerine alamamışlardır. Onların Hadîsciler arasında rivayet edilegelen bütün sahih ve hasen Hadîsleri toplamaları kadar kitaplanna almaları da mümkün olmamıştır. Bu durumda tabiî olarak geriye pek çok sahih veya hasen sayılan Hadîs kalmıştır. Zeva'id kitaplan bu önemli kaynaklann almadığı Hadîsleri toplayan kitaplardır ve daha çok sekizinci ve dokuzuncu hicri asırlarda kaleme alınmışlardır. Bu tür eserlerin en önemli birkaçı şunlardır:
1. Mecma'u'z-Zevâ'id ve Menba'u'l-Fevâ'id: Nuruddin Ali b. Ebibekr el-Heysemî'nin eseridir. el-Heysemî bu eserini Ahmed b. Hanbel'in; Keşfu'l-Estâr an Zevâ'idi'l-Bezzar adlı eserinde el-Bezzâr'ın; Zevâ'idu Musnedi Ebî Yala'l-Mevsilî isimli eserinde Ebu Ya'lâ'nın; Zevâ'idu'l-Mu'cemi'l-Kebîr, Zevâ'idu'l-Mu'cemi'l-Evsat, Zevâ'idu'l-Mu'cemi's-Sağîr isimli üç ayrı kitabında et-Taberânî'nin el-Kutubu's-Sitte üzerine zeva'idlerini ihtiva etmek üzere ayrı ayrı tasnif ettiği zeva'id kitaplarının hepsini bir araya toplayarak meydana getirmiştir.
2. İthâfu's-Sâdeti'l-Mehera bi-Zevâ'idi'I-Mesânîdi'l Aşera: Ahmed b. Ebibekri'l-Bûsîri. Meşhur Bürde Kasidesi şairi olan el-Busîrî'nin bu eseri önce isnadlarla birlikle te'lif edilmiş, daha sonra isnadlardan ayrı olarak kısaltılmıştır.
3. el-Metâlibu'l Âliye bi-Zevâ'idi'l-Mesânîdi's-Semâniye: Dokuzuncu hicri asrın ilk yarısının meşhur alimi İbn Haceri'1-Askalani'nin bu eseri, adından da anlaşılacağı üzere sekiz müsnedin el-Kutubu's-Sitte üzerine zeva'id Hadîslerini ihtiva etmektedir. Bu müsnedler, Ebu davud et-Tayâlisî, el-Humeydî, İbn Ebi Umer, Musedded, Ahmed b. Meni', Ebubekr b. Ebî Şeybe, Abd b. Humeyd ve el-Hâris b. Ebî Usâme'nin müsnedleridir. Bununla birlikte İbn Hacer, Ebu Ya'la'l-Mevsilî, İshâk b. Râhûye'nin zeva'idine yer vermiştir. Ayrıca el-Hasen b. Sufyân, Muhammed b. Hişâm es-Sedûsî, Muhammed b, Hârûn er-Rûyânî ve el-Heysem b. Kuleyb'in müsnedlerine de müracaat etmiştir. Ancak eserinin mukaddimesinde onlardan Hadîs nakletmediğini kaydetmektedir. 1224

Zındık:

Görünüşe göre müslüman olan ancak içinde küfre düşen kişilere denilmiştir, böyleleri dışardan müslüman görünürler. Azılı İslâm düşmanıdırlar ve bu son ilâhî dinî içinden yıkmak için olmadık yollara başvururlar. Çoğulu zenâdika gelir.
Zındıkların ilk olarak ortaya çıkışları Emevî devrinin sonlarına rastlar. Abbasiler devrinde ise halifelerin yabancılara tanıdıkları geniş hürriyetten faydalanarak sayıları artmıştır.
Hadîs İlminde zındıklar, İslâm düşmanlığı yüzünden Hadîs uyduran gruplar arasında görülür. İbnu'l-Cevzî, yalancı raviler içinde üçüncü grubu zenâdıkanın teşkil ettiğini, bunların sırf İslâm Şeriatını bozmak, halkın gözünde İslamî değerlere gölge düşürmek ve dinle alay etmek maksadiyle Hadîs uyduranlar olduklarını söyler. İlk misal olarak da Hammâd b. Seleme'nin oğulluğu Abdulkerim b. Ebi’l-Avcâ'yı gösterir. 1225Abdulkerim Abbasilerin Basra Valisi Muhammed b. Süleyman el-Abbâsî tarafından öldürülmüştür. Ölüme giderken dört bin hadîs uydurduğunu, bunlarla haramı helal, helali haram haline getirdiğini itiraf etmiştir. 1226
Zındıklardan Hadîs uyduranların sayısı hayli fazla olduğu gibi uydurdukları Hadîsler de hayli yekun tutar. Nitekim, Halife el-Mehdi'nin huzurunda zındığın biri dört yüz Hadîs uydurduğunu, hepsinin halk arasında Hadîs diye yayıldığını söylemiştir. Hammâd b. Zeyd'e göre zındıklar Hz. Peygamber (s.a.s)'in ağzından on bin Hadîs uydurmuşlardır.
Hadîs alimlerinin güvenini kazanamıyacaklarını bilen zındıklar, uydurdukları Hadîslerin büyük bir kısmını telkin yoluyla yaymışlardır. Bir kısmı da gaflet yüzünden kitabında yazılı Hadîslerin farkında olmayan gafiller tarafından kendi Hadîsleriymiş gibi rivayet edilerek yayılma imkanı bulmuştur.1227
Müslüman görünümü altında İslâm'ı içinden yıkacak derecede tehlikeli bir yola girerek Hadîs uyduran zındıklar, özellikle akide konusunda bozguncu fikirler yaymaya, bunları destekleyecek Hadîsler uydurmaya başlayınca işin tehlikesini sezen halifeler tarafından çoğu ölümle cezalandırmışlardır. Cebr akidesini yayan, Allah'ın sıfatlarını nefyeden, Kur'ân-ı Kerim'in mahluk olduğu fikrinin propagandasını yapan Ca'd b. Dirhem bunlardandır. Halife el-Mehdi hicri 168 yılında Bağdat'ta ne kadar zındık varsa hepsini kılıçtan geçirmiştir. Kûfe'yi merkez haline getiren ve hatırı sayılır bir grup oluşturan zındıkların çoğu Mani dinîne mensup oldukları halde kendilerini müslüman gibi göstermeyi başarmışlardır.

Ziyâdâtu's-Sikât:

Bk. Ziyâde.

Ziyâde:

Sözlükte “fazlalık” anlamına gelen bir kelimedir. Hadîs Usulünde ziyâdetu's-sîka veya çoğul halinde ziyâdâtu's-sikât şekillerinde geçer. Kısaca, sika olan bir ravinin bir Hadîsin rivayetinde yaptığı fazlalığa denir. Öteki deyişiyle güvenilir bîr ravinin, rivayet ettiği bir Hadîsin metninde diğer sika ravilerden farklı olarak naklettiği fazlalığa ziyade adı verilmiştir. Şu misaller ziyadenin tarifini daha da açıklığa kavuşturacak nitilektedir:
“...Hz. Peygamber (s.a.s) Ramazan ayında fitre zekatını hür olsun, köle olsun, erkek-kadın bütün müslümanlara bir sa' (miktarı) hurma veya arpa olarak vermelerini emretti.”
Tirmizî'nin belirttiğine göre bu Hadîsi Mâlik, Nâfi'den rivayet etmiş ve metnine “mine'l-muslimîn” lafızlarını ziyade kılmıştır. Ebu Davud da aynı ziyadeye işaret ederek “Hadîsi Sa'id el-Cumahî, Ubeydullah-Nafi tarîkıyla rivayet ederek “mine'l-muslimîn” ziyadesinin olmayışı meşhurdur” demiştir. Şu hale göre İmam Malik bu Hadîsi metninde bu ziyadeyle rivayet etmiştir. Yine Tirmizî'nin kaydettiğine göre bahis konusu ziyade, Hadîsle amelde ihtilaf kaynağı olmuştur. Nitekim başta İmam Malik olmak üzere İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel Hadîsteki bu ziyadeye dayanarak fitre vermenin kadın-erkek, hür veya köle bütün müslümanların boynuna borç olduğuna, müslüman olmayan kölelerin fitre vermeyeceklerine hükmetmişlerdir. Halbuki Hadîsteki ziyadeyi kabul etmeyen Sufyân es-Sevrî, Abdullah İbnu'l-Mübarek ve İshâk b. Râhûye gibi alimler kölelerin müslüman olmasalar dahi fitre vermeleri gerektiğine hükmetmişlerdir. 1228
Müslim'in Ebu Mâlik el-Eşca'î - Rib'î -Huzeyfe tarikından rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır:
“Üç şeyle diğer insanlara üstün kılındık: (Namaz kılarken durduğumuz) saflarımızı meleklerin saflarına denk tutuldu. Bütün yeryüzü bizler için mescit, toprağı da su bulamadığımız vakit temizleyici kılındı.”1229
Bu Hadîsin de “ve cu'ilet turbetuhâ lenâ tahûren” kısmı Ebu Mâlik el-Eşca'î'nin rivayetinde teferrüd ettiği ziyadedir; zira diğer rivayetlerde bu kısım “ve cu'ilet lenâ'l-ardu mesciden ve tahürâ” şeklindedir. 1230
Burada şunu kaydetmek gerekir ki ziyâde ile idraci birbirine karıştırmamalıdır; çünkü görünüşte aynı oldukları intibaını uyandırsalar bile aralarında fark vardır. Bu fark ziyadenin Hadîsin metninde diğerlerine göre farklı şekilde rivayet edilen fazlalık, idrac ise ravinin, rivayet ettiği metne kendisi tarafından eklenen veya eklenmese dahi başkaları tarafından katılan sözler oluşundan kaynaklanmaktadır.
Sika ravilerin rivayette tek kalmaları halinde ziyadeleri makbuldür. el-Hatîbu'l-Bağdâdî, Fıkıh ve Hadis alimlerinin bu görüşte olduklarına işaret ederek şunları söylemiştir: “Fakihler ve Hadîscilerin çoğu sikanın rivayetinde tek kaldığı ziyadesinin makbul olduğu görüşündedirler. Bu görüşleriyle herhangi bir şer'i hükmün taalluk ettiği veya etmediği ziyade ile ziyadenin bulunmadığı bir haberle sabit olacak hükümlerde noksanlığa yol açacak ziyade arasında hiçbir ayırım yapmamışlardır. Aynı şekilde şer'î hüküm taalluk etsin veya etmesin sika ravinin teferrüd ettiği ziyade ile sabit bir hüküm değişmesine yol açacak veya açmayacak ziyade arasında da ayırım yapmış değildirler. Dahası ziyade, ravisinin bir defasında noksan olarak rivayet ettiği bir haberde olsa ve sonradan o ziyade ile rivayet etmiş ya da kendisi rivayet etmeyip başkası nakletmiş bulunsa dahi yine ayırım yapmaya lüzum görmemişlerdir.” 1231
el-Hatîbin bu sözlerinden anlaşıldığı gibi Fıkıh ve Hadis alimleri sika ravinin rivayetinde tek kalmış olduğu ziyadesinin ne şekilde olursa olsun makbul sayılması gerektiğine kail olmuşlardır. Bununla birlikte sikanın ziyadesinin ancak bir şer'i hükme taalluk etmesi halinde kabul edilmesi gerektiğini, hüküm ifade etmediği sürece kabulüne gerek olmadığını ileri sürenler de vardır. Bazı şafiiîer ise ziyadenin Hadîsi rivayet eden raviden değil de sika bir kimseden gelmesi halinde kabul edileceğini söylemişlerdir, şu var ki bu takdirde aynı ravinin Hadîsi bir kere ziyade olmadan, ikinci defa ise ziyade ile rivayet etmemesi aranır. Eğer ravi bu şekilde rivayet etmemiş de bir kere ziyadesiz ikincide ise metninde ziyade olduğu halde rivayet etmişse böyle ziyade makbul tutulmaz.
el-Hatîb'in kendisine göre ise ziyade, adalet sahibi, hafız, mutkin ve zabtı tam bir raviden geldiği sürece ne şekilde olursa olsun makbuldür ve amel edilebilecek niteliktedir. 1232
İbnu's-Salâh'a göre sikanın teferrüdü üç haldedir. Bunlardan üçüncüsü başka sika ravilerin rivayet etmedikleri tek lafız ziyadesi gibi bir ziyade ile rivayette teferrüddür. Hadîs ehlinin ve fıkıhcüann makbul saydıkları ziyade budur. 1233
İbn Hacer ise ziyadeyi İbn Salâh’ın söylediklerine uygun görmüş ve ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyleyerek şöyle demiştir: “Sahih ve hasen ravisinin Hadîste olan ziyadesi, bu ziyadeyi yapmayan ve daha güvenilir olan bir başka ravinin rivayetine aykırı düşmedikçe makbuldür: çünkü Hadîsteki ziyade, ya bu ziyadeyi zikretmeyen kimsenin rivayetine aykırı olmaz. Bu takdirde, ziyadesi bulunan Hadîs mutlaka kabul edilir; zira bu, güvenilir bir ravinin rivayetiyle tek kaldığı müstakil bir Hadîs hükmündedir ve bu Hadîsi başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Yahutta bu ziyade, diğer rivayete aykırı düşer ve kabul edilmesi halinde diğer rivayetin reddedilmesi gerekir. İşte böyle bir durumda, ziyadeyi ihtiva eden rivayetle, onun zıddı olan rivayet arasında tercih yapılır. Râcih (üstün) olan kabul edilir, mercûh (daha aşağı derecede) olan bırakılır.
Ziyadenin tefsile gitmeksizin mutlak olarak kabulü ile ilgili görüş, Hadîscilerle fıkıhcıların ekserisi arasında meşhur olmuştur. Ancak, Hadîsin şâz olmamasını sahihte şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir ravinin kendisinden daha güvenilir bir raviye muhalefeti olarak tefsir eden Hadîsciler yönünden tafsile gitmeksizin ziyadenin mutlak olarak kabul edilmesi doğru olmamak gerekir. Aksi halde sahihi red, buna karşılık şâz olan Hadîsi kabul etmek icabeder.” 1234
İbn Hacerin bu söylediklerinden onun ziyadeyi şâz'dan ayrı mütalaa ettiği ve şâz olmadığı takdirde ziyadenin kabul edileceği görüşünü benimsediği anlaşılmaktadır. Şâzz'ın zayıf Hadîslerden olması dolayısiyle doğru olan görüş de budur; zira İbn Hacer'in de ifade ettiği gibi şâzz'ı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiği ziyade dolayısiyle onun mutlaka kabul edileceğini söylemek açık bir tezattır. 1235

Ziyadetu's-Sika:

Bk. Ziyade.

Hadis Terimleri Sözlüğü - V

V
Vâcîd
Vad’
Vada'a Hadisen
Vaddâ'un
Vaddâ'un Yeda'u
Vâdi'
Vahid
Vahin
Vahin Bi-Merra
Vahiy
Vahy-i Gayr-ı Metluv
Vahy-i Metluv
Vakafehu
Vakf
Vâkıf
Vasalehu
Vasatun
Vasıyye
Vasiyye Bi'l-Kitâb
Vasl
Vav
Vaz'
Ve Âharu
Ve Bihi
Ve Bi'l-İsnad
Ve Hazâ Lafzu Fulân Kale
Ve Tekarebâ Fı'l-Manâ
Ve Zekera'l-Hadîse
Vecedtu An Fulân
Vecedtu Bi-Hatti Fulân
Vecedtu Bi-Hatti Fulân Ve Ecâze Lî
Vecih
Vehen
Vehn
Vehim
Ve'l-Lafzu Lehu
Ve'l-Lafzu Li-Fulân
Ve'l-Lafzu Li-Fulân Kale
Verede
Verede Ani'n-Nebî
Vicâde
Vuhdân



V

Vâcîd:

Bk. Vicâde.

Vad’:

Bak. Vaz.

Vada'a Hadisen:

“Hadis uydurmuştur” demektir. Cerh lafızlarından biridir ve ağır cerhe delalet eden altıncı mertebe lafızları arasında yer alır.
Kaide olarak cerhin altıncı mertebesinde bulunan lafızlardan birisiyle cerhedilen ravinin kendisi ve Hadisleri terk edilir. Hakkında vada'a hadisen hükmü verilen ravi Hadîs uydurmak ithamına uğramıştır. Ağır bir şekilde cerh edildiğinden terkedilir. Hadislerine de itibar edilmez.
Aynı yerde aynı manaya gelmek üzere yeda'u'l-hadîs lafzı da kullanılmıştır.



Vaddâ'un:

“Hadîs uyduran” anlamında mübalağa ile ism-i fail olan vaddâ'un cerh lafızlarındandır. Cerhin ağırına delalet eden altıncı mertebe lafızları arasında yer alır.
Cerh ve ta'dil alimleri tarafından bir ravi hakkında vaddâ'un denilerek cerh hükmü verilmişse o ravi yalancı addedilir. Hadis uydurma ithamına maruz kalmıştır. Ne kendisi ne de Hadîsleri hiçbir şekilde dikkate alınmaz.

Vaddâ'un Yeda'u:

“Hadis uyduran biridir” manasına gelen bir tabir olup cerh lafizlarındandır. Cerhin nisbeten ağırına delalet eden beşinci mertebe lafızlarından biridir.
Bu lafızla cerhedilen ravi Hadîs uydurmakla itham edilmiştir. Kendisi ve Hadîsleri terkedilir.

Vâdi':

Hadis uydurmak manasına “vada'a” kök fiilinden ism-i fail olan vadi' Hadîs uyduran kimseye denir.
Hadis uyduranlar, kendilerini Hadîs uydurmaya sevkeden amillere göre muhtelif kısımlara ayrılırlar. Bunları sistemli bir şekilde sıralamak zordur. Bununla birlikte şöyle bir bölümle yapmak mümkündür:
a) Abid ve Zahidler: Bunlar halkı ibadete teşvik etmek maksadiyle Hadîs uydurmuşlardır. Yaptıkları işi mazur göstermek üzere aralarında Hz. Peygamber'in lehine Hadîs uydurduklarını söyleyenler olmuştur. Bu gruptan olan Hadîs uyduranlar, genellikle ibadete düşkün ve takva sahibi kimseler olarak bilindiklerinden ilk bakışta güven verirler. Hadislern mevzu olacağı inanmak zor gelir. O yüzden Hadîs ilmi yönünden en zararlı, din yönünden ise en tehlikeli olanlardır.
b) Zındıklar: Hadis vaz edenlerin ikinci grubunu dinîn emirlerine sırt çeviren, dinle alay eden zındıklar teşkil eder. Bunlar abid ve zahidlerin aksine İslam düşmanıdırlar. Son ilahî dinî içinden çökertmek gibi feci bir kasıtla Hadîs uydurmuşlardır.
Zındıkların uydurdukları Hadîsler islamî emirleri hafife almak ve bunun sonucu olarak halkın dinden soğuması gibi tehlikeli bir sonuç doğurmuştur.
c) Bid'atcılar: Bu gruptan olanlar herhangi bir mezhebi, görüşlerinin veya imamlarını öğen, buna karşılık kendilerine karşı çıkanları yeren Hadîsler uydurmuşlardır. Bid'atçılardan birinin şu sözleri ne kadar ilginçtir: “Hadisleri aldığınız kişilere dikkat ediniz; çünkü biz bir görüşü benimsetip yaymak istediğimiz zaman onu hemen Hadîs şekline getirirdik.” 1186
d) Kussâs: Halk arasında şöhret yaparak dünyalık elde etmek maksadiyle Hadîs uyduran kıssacı vaizler de Hadîs uyduranlar arasında önemli yer alırlar.
Başka maksatlarla Hadîs uyduranlar da vardır. Halife, vali, emîr ve zenginlere yaklaşmak maksadiyle Hadîs uyduranlar bunlardandır. (Bk. Mevzu).
Hadis vaz eden veya vaz ithamına maruz kalan raviler hakkında müstakil kitaplar yazılmıştır. Sıbt İbnu'l-A'cemî künyesiyle tanınmış Burhanuddin İbrahim b. Muhammed el-Halebî'nin el-Keşfu'1-Hasis ammen Rumiye bi-Vaz'i'1-Hadîs isimli eseri konunun meşhur eseridir.

Vahid:

Bk. Vuhdân.

Vahin:

Sözlükte “zayıf, güçsüz ve aciz” anlamına ismi faildir ve cerh lafızlarındandır. el-Irâkî tarafından cerh lafızlarının üçüncü mertebesine eklenenler arasında yer alır.
Hakkında vahin denilen ravi genelde zayıf sayılır. Hadisleri dinî konularda hüccet olmaz. Ancak büsbütün yabana da atılmaz. İtibar için yazılır. Bununla beraber kendileri leyse bi-kaviyyin lafzıyla cerhedilenlerden aşağı derecededir.

Vahin Bi-Merra:

“Büsbütün zayıf demek olup cerh lafızlarındandır. Cerhin nisbeten ağırına delalet eden dördüncü mertebesinde bulunanlardandır.
Kaide olarak cerhin dördüncü mertebesinden başlamak üzere daha ağır ve en ağırlarına delalet eden mertebelerde yer alan lafızlarla cerhedilen ravilerin Hadîsleri ne yazılır, ne itibar için dikkate alınır, ne de başka Hadîsleri destekleyecek şekilde şahid addedilir. Buna göre cerh ve ta'dil alimlerinin vahin bi-merra hükmüyle cerhettikleri ravilerin Hadîsleri de hiçbir şekilde dikkat nazarına alınmaz.

Vahiy:

Sözlükte “gizlice bildirmek, fısıldamak” manalarına gelen vahiy, islamî terimler arasında kainatın yaratıcısı Yüce Allah'ın emir ve yasaklarını özel yollarla peygamberlerine bildirmesine denir. Bu tarife göre vahiy, bir anlamda Yaratan'ın peygamberlikle görevlendirdiği kullarıyla konuşması mesabesindedir.
Bununla birlikte Allah'ın vahiy yoluyla bildirdiklerine de vahiy denilmiştir. Kur'ân-i Kerim ayetleri bu manada birer vahiydirler.
Vahyin çeşitleri şekilleri vardır. En önemlileri şunlardır:
a) Sadık rüya şeklinde vahiy. Hz. Aişe'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber'e vahiy ilk önce sadık rüyalar görmesiyle başlamıştır. Öyle ki, Allah Resulü bir rüya gördüklerinde gördüğü fecir aydınlığı gibi çıkardı. 1187
b) Vahiy meleği Cebra'il (a. s)'in görünmeksizin peygamber'in kalbine yerleştirmesi şeklinde vahiy.
c) Cebrail'in insan şeklinde görünerek konuşmasıyla olan vahiy. Cibril Hadîsi denilen rivayette Cebrail'in elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuk eseri görülmeyen ve sahabîlerden kimsenin tanımadığı bir insan şeklinde gelerek Hz. Peygamber'le konuştuğundan bahsedilir. Bu, böyle vahye misaldir. Kaynaklarda Cebrail'in daha çok sahabeden Dihye b. Halife el-Kelbî şeklinde geldiği kaydedilmiştir.
d) Meleğin çıngırak sesine benzer bir sesle gelerek hitapta bulunmasıyle vahiy. Peygamberin bu sesi duyunca vahiy geldiğini anlayarak bütün dikkatini toplayıp vahyedileni almaya hazır hale geldiğinde şüphe yoktur. Ses kesildiğinde vahyedilenler kalbe yerleşmiş olur. Bir Hadîste bizzat Hz. Peygamber tarafından açıklandığına göre vahyin en zor ve şiddetli şekli budur. Aynı Hadîste Hz. Aişe, çok soğuk bir gün vahiy gelirken Allah Resulünü alnından buram buram terler akarken gördüğünü söylemiştir. Mü’minlerin annesinin bu sözleri bu şekilde gelen vahyin şiddetini belirtmeye yeterlidir.
e) Meleğin asıl şekliyle gelerek vahyetmesi
f) Arada vasıta olmadan vahiy.
g) Arada perde olmaksızın Cenâb-ı Hakk’ın bizzat vahyetmesi şeklinde vahiy.
İslâm âlimleri vahyi iki kısımda mütalaa etmişlerdir. Birincisi vahy-i metluv denilen ve Kur'ân-ı Kerim'den ibaret olan vahiydir ki tamamen vahiy eseridir. Uyku ve rüya halinde vahiy hariç daha çok vahyin diğer birkaç şekli ile nazil olmuştur. Allah tarafından indirildiği şekliyle korunmuştur. Bu bakımdan hiçbir değişikliğe uğramadan nakledilmiş tek semavî kitaptır. İkincisi vahy-i gayrı metluv (okunmayan vahiy) dir ki sünnetten ibarettir. Vahyin Hadîs ilmiyle ilgisi zaten bu noktadadır.
Sünnet başlığı altında da söz konusu edildiği gibi sünnet, kısmen vahye dayanır. Buna delâlet eden aklî ve naklî deliller vardır. Bir kere Hz. Peygamber (s.a.s)'in Kur'ân-ı Kerim haricinde vahiy alması gerekli, hatta zorunludur. Şu da var ki o ne yapmışsa kendisini peygamberlikle görevlendiren makamın adına yapmıştır. Kendiliğinden dinî bir asıl getirmesi imkan dışıdır. Aynı zamanda bağlı olduğu makamın “gözleri önünde” yani kontrolü altındadır. 1188Allah ona kitaptan başka bir de hikmet indirmiş, bilmediklerini öğretmiştir. 1189Vahyin i'cazı çok kere teferruata yer vermediğinden ilahî emirlerin tatbik şekillerini göstermesi ve insanlar arasında Allah'ın gösterdikleriyle hükmetmesi için de kendisine kitap indirilmiştir. 1190Bütün bunlar Hz. Peygamber'in sünnetin özünü teşkil eden uygulamalarının, uygulama sırasında ve başka maksatlarla söylediği bazı sözlerinin vahiy eseri olduğunu gösteren açık delillerdir, bunun yanısıra bir ayeti kerimede şöyle buyurulmuştur:
“O, heva ve hevesinden konuşmaz. Onun konuştukları kendisine vahyedilenlerden başkası değildir.”1191 Ayetteki “huve” zamirinin Kur'ân-ı Kerim'e raci olduğu söylenmiştir. Ancak başka manaya ihtimalden uzak değildir; zira nutk, mücerred konuşmaya denir. Kur'ân okuyan kimse ise elbette konuşmaktan başka bir işi yapıyordur. Bu karine ile zamirin nutka ait olduğu düşünülürse onun konuştukları vahye dayanır manasına kolayca varmak mümkündür. Ayrıca sünnetten ibaret tatbikatların, emir ve nehiylerin çok kere konuşarak olduğu da hesaba katılırsa sünnetin yerine göre vahiyden kaynaklandığı sonucuna varılır. Ancak kaydetmek gerekir ki, Hz. Peygamber'in bütün yaptıkları ve söylediklerinin vahiy eseri olduğunu söylemeye imkan yoktur. O hale göre sünnetin bir dinî emir veya nehiy getiren ya da bir hüküm koyan kısmının vahye dayandığını söylemek yerinde olur.
Diğer taraftan bunu destekler mahiyette hayli nakiller vardır. Bunlarda açıkça vahiy hali görülmüştür. Şu misallere dikkat edilerse hepsinde bir vahiy alma hali bahis mevzuudur:
“Hz. Peygamber bir gün yiyecek satan birinin yanına vardı. Ona nasıl satış yaptığını sordu. Adam haber verdi. Derken elini satılan yiyecek maddesinin içine sokması vahyedildi. Elini sokunca bir de ne görsün, alt tarafı ıslak (küflenmiş). Bunun üzerine şunları söyledi:
“Hile yapan bizden değildir.”1192
Ya'la isimli bir sahabî Hz. Peygamber'e vahiy geldiği sırada geçirdiği hali merak etmektedir. Bunu birkaç kere Hz. Ömer'e açmış; Allah Resulünü vahiy geldiğinde görmek arzu ettiğini söylemiştir. Hz. Peygamber bir gün Ci'râne denilen yerde aralarında Hz. Ömer'in de bulunduğu bir grup sahabî ile gölgelik yapılmış örtü altında oturmakta iken biri gelir. Üzerinde yünden bir cübbe vardır. Aşın bir şekilde güzel koku sürünmüştür. Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu halde iken umre yapmak üzere ihrama girme konusundaki fikrini sorar. Hz. Peygamber cevap vermez. Bir süre susar. Derken kendisinde vahiy hali görülür. Bunun üzerine Hz. Ömer Ya'la'ya işaret eder. Ya'la gelerek başını Hz. Peygamber'in üzerine örtülen örtünün içine sokar. Onu yüzü kızarmış derin derin nefes alır bir halde görür. Sonra bu hal gider. Allah Resulü açılır ve sorar:
“Umre hakkında soru soran kimse nerede?” Adam getirilir. Sorusuna şu cevabı alır:
“(Süründüğün) kokuyu üç kere yıka. Haccederken yaptıklarını umre sırasında da yap.” 1193
Verilen misaller açıkça göstermektedir ki Hz. Peygamber'e dinî bir esas olan veya son derece önemli konularda yahutta hüküm vermede vahiy gelmiştir. Bu ise böyle meselelerdeki sünnetin vahiyden kaynaklanmasından başka bir şey değildir.
Diğer taraftan kudsî Hadîslerin kaynağını da bir anlamda vahiy oluşturmaktadır. Şu hale göre İslam'ın temelini oluşturan vahiy, bazı önemli konularda sünnete de kaynaklık etmektedir. Hadisler daha çok sünnetin ifadesi olduklarından onlar da geniş ölçüde aynı kaynaktan beslenmişlerdir.

Vahy-i Gayr-ı Metluv:

Bk. Vahiy.

Vahy-i Metluv:

Bk. Vahiy.

Vakafehu:

“Falanca Hadisi (fülanca kişiye varınca) durdurdu” demektir. Sahabeye ait mevkuf Hadîslerin rivayetinde kullanılan tabirlerden biridir.
Bir Hadîs nakil veya sevkedildikten sonra vakafehu denilmişse ravisinin isnadını Hz. Peygamber'e kadar ulaştırmayıp -sahabîde bıraktığı, dolayısiyle Hadîsin sahabî sözü olduğu, bir başka deyişle mevkuf olarak rivayet edildiği ifade edilmiş olur.

Vakf:

Bk. Vâkıf.

Vâkıf:

Durmak anlamına gelen “vakafe” kök fiilinin ismi failidir. Bir haberi, isnadını Hz. Peygamber (s.a.s)'e kadar vardırmayıp sahâbîde durdurarak ve mevkuf olarak rivayet etmeye vakf, böyle yapan râviye vâkıf denilmiştir.

Vasalehu:

“Hadîsi vasletti” demek olup mürsel veya munkatı gibi isnadından ravi düşmüş bir Hadîsi bir başka ravinin mevsûl yani isnadı tam olarak rivayet ettiğini ifade eden bir tabir olarak kullanılmıştır.

Vasatun:

Ortadadır manasını veren sıfat olup bazı alimlere göre ta'dîl lafızlarındandır. el-Irâki, dördüncü derece lafızlarından olduğunu söylemiştir. Buna göre hükmü, o mertebedeki öteki lafızların hükmü gibidir.

Vasıyye:

Türkçedeki vasiyet manasiyle birlikte tavsiye anlamına da gelen vasiyye. Hadîs tahammül metotlarından biridir. Bir şeyhin vefatının yaklaştığını hissettiği veya bir yolculuğa çıkacağı zaman Hadîslerinin yazılı olduğu kitabını veya cüzünü talebelerinden birine vasiyet etmesinden ibarettir.
Vasiyye yoluyla Hadîs rivayetinin caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. Bu ayrılık bir şeyhin Hadîs kitabını birine vasiyet etmesinin rivayete izin manasına gelip gelmediğinden çıkmıştır. Selef alimlerinden Muhammed b. Sîrin ve Ebu Kılâbe vasiyet edilen kitaptaki Hadîslerin rivayetini caiz görmüşlerdir. Bununla birlikte bu yolla elde edilen kitaptaki Hadîslerin rivayet edilmesini caiz görmeyenler de vardır. Bu arada Muhammed b. Şîrîn, Eyyûb es-Sahtiyânî'nin
“Falanca kitaplarını bana vasiyet etti. Onlardan rivayette bulunayım mı?” diye sorması üzerine
“Ne et derim, ne de etme” diyerek konuyu muhaddisin takdirine bırakmıştır.
Kadı İyad'a göre şeyhin kitabını talebeye vermesi bir nevi rivayet iznidir. Ayrıca vasiyye i'lama yakın bir rivayet yoludur; münaveleye benzer. O yüzden vasiyet edilen kitaptaki Hadîslerin rivayetine izin verilmiştir. 1194İbnu's-Salâh, bu yorumu yerinde bulmayarak şunları söylemiştir; “Bu söz ya alimin ayağının kayması (zelle)dir, yahutta onu söyleyen vicâde yoluyla rivayeti kasdederek söylemiştir diye yorumlanabilir. Herhalde vasiyyenin ne i'lama ne de münaveleye benzetilmesi sahih değildir.” 1195Buradan anlaşılmaktadır ki İbnu's-Salâh, vasiyye yoluyla elde edilen kitaptaki Hadîslerin rivayet edilmelerinin caiz olmadığı görüşündedir. en-Nevevi de ona katılmış ve bu yolla rivayetin doğru olmadığını söylemiştir. 1196
Vasiyyeden maksat şeyhin kitabını vasiyyettir. Bu itibarla vasiyye metoduyla rivayete vasiyye bi'1-kitâb denildiği de olmuştur.

Vasiyye Bi'l-Kitâb:

Bk. Vasiyye.

Vasl:

Ulaştırmak karşılığı mastardır. Hadisi ilk kaynağına ulaşıncaya kadar isnadında ravi atlaması olmaksızın mevsûl olarak rivayet etmeye denilmiştir.

Vav:

Harf olarak birkaç senedi bir arada zikredilen Hadîsin bir senedinden diğerine geçişte tahvile delalet etmek üzere kullanılmıştır. Söz gelimi, ravi bir isnadından diğerine geçişte ve haddesenâ fulân der. Böylece aynı metnin verilen isnadından başka bir isnadına geçmiş olur.
Bu harf bazen tek başına; bazen de tahvil işareti olan “ha” ile birlikte kullanılmıştır.

Vaz':

Sözlükte “koymak, bir kimseyi aşağılamak, borcu azalmak, hakaret etmek, boyun vurmak, bir suçu birinin üzerinden atmak” gibi manalara gelir. 1197Ayrıca iftira etmek, uydurmak anlamını da verir.
Hadis Usulünde vaz, uydurmak manasiyle ilgili olarak çeşitli sebeplerle Hz. Peygamber'in ağzından Hadîs uydurarak ona iftira etmeye denir. Aynı manada ihtilak tabiri de kullanılmışsa da vaz daha çok kullanılmış ve terim olarak yerleşmiştir.
Mevzu başlığı altında etraflı bir şekilde değinildiği gibi Hadîs vaz'ı siyâsî ihtilaflarla başlamıştır. Bu ihtilaflar sonucu siyasi ve itikadı mezheplerin zuhuru Hadis vaz’ına geniş ölçüde zemin hazırlamştır.
İslâm Tarihinde siyâsî maksatla ilk defa Hadîs uyduranların şiîler olduğu kabul edilmiştir. Nitekim İbn Ebî Hadîd bu konuya açıklık getirmek üzere “Bilmiş ol ki fedaille ilgili mevzu Hadîslerin aslı Şia tarafından gelir. Onları Hadîs uydurmaya sevkeden âmil hasımlarının düşmanlığı olmuştur... Bekriye, Şia'nın bu faaliyetini görünce onlar da kendi imamları hakkında Şia'nın Hadîslerine karşılık başka Hadîsler uydurdular” demiştir.1198
Abdurrahmân b. Mehdî ile İmam Mâlik arasında geçen şu konuşmada da Hadîs vaz'ının Irak taraflarında başladığını gösterir:
“Rivayete göre Abdurrahmân b. Mehdî bir gün Malik'e şöyle bir soru sorar:
“Biz sizin beldenizde (Medine'de) kırk günde dört yüz Hadîs ancak işittik. Oysa burada (Irakta) hepsini bir günde işitiyoruz. (Bunun sebebi ne ola ki?).” Malik bu soruya şu cevabı vermiştir:
“Bizde sizin darphaneniz gibi bir darphane yok. Orada gece Hadîs uyduruyor, gündüz dağıtıyorsunuz.” 1199
Basralı meşhur bir muhaddis ve İmam Mâlik'in güzide talebelerinden olan Abdurrahmân b. Mehdî, hocasına sorduğu bu soruyla sünnetin yayılma merkezi olan Medine'de günde ortalama on civarında Hadis işitilirken Irak'ta bunun kat kat fazlasının yayılış sebebine inmiştir. İmam Mâlik de verdiği cevapta Şia'nın merkezi olan bu havalide fazlaca Hadîs uydurulduğunu ifade etmiştir. Tanınmış tabiî İbn Şihâb ez-Zuhrî aynı konuda “eğer demiştir; doğudan bilmediğimiz ve kabul etmediğimiz birtakım Hadîsler gelmeseydi ne bir tek Hadîs yazardım ne de yazılmasına izin verirdim.” 1200Bu sözlerdeki “doğu”dan maksat Irak’tır. Dolayısiyle İbn Şihab da bu sözleriyle vaz hareketinin ilk defa Irak tarafında başladığına işaret etmiştir.
Siyasî ihtilaflar üzerine başlayan Hadîs vaz'ı fırkaların ortaya çıkışıyle hızlanmış, zamanla başka sebeplerin de katılmasıyla alabildiğine artmıştır.
Bir Hadîsin vaz' edilmiş olduğuna delâlet eden bazı alametler vardır. Bunlar Hadîs Usulü kitaplarında alâmâtu'1-vaz' adiyle geçerler. Kavide ve mervide bulunan alametler olarak iki kısımdır. Mevzu başlığı altında bunlardan bahsedilmiştir. Bu bakımdan ayrıca burada söz konusu edilmeyecektir.
Hz. Peygamber'in ağzından Hadîs vaz etmek büyük günahtır; zira dinîn hükümlerini değiştirmeye benzer. Onun söylemediği bir sözü söyledi diyerek nakletmek ise ona iftiradır. Hadis vaz edenler en ağır şekilde yalancılık ve Hadîs uydurmakla cerh edilmişlerdir.

Ve Âharu:

“(Hadisi) bir başkası da rivayet etmiştir” demektir. Hadis Usulünde biri sika biri zayıf iki raviden rivayet edilen Hadîsin naklinde kullanılan tabirlerdendir. Açıklamak gerekirse bir Hadîs, birisi sika, diğeri mecruh olmak üzere iki raviden rivayet edilmesi halinde zayıf ravinin isnadda zikredilmesi hoş karşılanmayacağından sika olanın ismi söylenir ve âharu denir. Burada bu tabirle zayıf raviye işaret edilmiş olur. Şu var ki mecruh ravinin rivayetinde sikanın zikretmediği faydalı bir ziyade bulunabilir. Onun rivayetini görmezlikten gelmek de olmaz.
Ahmed b. Hanbel ve Müslim bu tabiri yer yer kullananlardandır. el-Hatîbu'l-Bağdâdî'nin kaydettiğine göre Müslim, bazen isnadında mecruh raviyi düşürmüş, sika olanını zekrettikten sonra mecruhtan kinaye olarak ve âharu demiştir. el-Hatîb, bunun bir faydası olmadığını sözlerine eklemiştir. 1201

Ve Bihi:

Bk. Ve Bi'1-İsnâd.

Ve Bi'l-İsnad:

“Aynı isnadla..” demektir. Hadis naklinde kullanılan tabirlerden biridir.
Hemmâm b. Münebbih'in sahifesi gibi içinde belli sayıda Hadîs bulunan kitaplardan Hadîs nakledilmesi halinde bazı alimlere göre kitap sahibinin isnadını her Hadîsten önce tekrarlamak gerekir. Ancak, herbir Hadîsi naklederken aynı isnadı tekrar etmeyi gereksiz bulanlar da vardır. Bunlar, nüshanın başındaki ilk Hadîsi veya aynı mecliste yazılan Hadîslerin ilkini naklederken önce onun isnadını yazıp diğer Hadîsleri isnadlarıni zikretmeksizin ona katmayı yeterli görmüşlerdir. Şu var ki böyle yapanlar, her Hadîsten sonra ve bi'1-isnâd veya ve bihî demeli, böylece o Hadîsin de başta zikredilen insadla rivayet edilmiş olduğunu ifade etmelidirler. 1202

Ve Hazâ Lafzu Fulân Kale:

Bk. Telfîk.

Ve Tekarebâ Fı'l-Manâ:

“İkisi Hadîsin manasında birbirlerine yaklaştılar” manasına bir tabirdir. Bir ravinin birkaç şeyhten ayrı ayrı rivayet etmiş olduğu aynı Hadîsin iki metnini birleştirerek her birinden birer kısım almak suretiyle nakletmesi sırasında kullanılan lafızlardandır.
Bir Hadîsin iki değişik variyantını birleştirip isnadlarını bir arada zikrederken kullanılan bu lafızları o iki rivayetin manaca bir, ancak lafız yönünden farklı olduklarını, ravinin metinlerden birini tercih etmeyip her ikisinden de alarak Hadîsi naklettiğini gösterir. (Bk. Telfik).

Ve Zekera'l-Hadîse:

Bk. El-Hadîse.

Vecedtu An Fulân:

Bk. Vicâde.

Vecedtu Bi-Hatti Fulân:

“Falanın el yazısiyle buldum” manasına vicâde yoluyla elde edilen Hadîslerin rivayetinde kullanılan eda lafızlarmdandır.
Hadis rivayeti metotlarının sema'a delâlet edenlerinde genelde haddesenâ, ahberanâ eda lafızları kullanılırken vicâde yoluyla elde edilenlerin rivayetinde böyle bir tabirin kullanılması bu usulün sema'a delalet etmeyişindendir.

Vecedtu Bi-Hatti Fulân Ve Ecâze Lî:

Bk. Vicâde.

Vecih:

Sözlükte esas itibariyle her nesnenin karşısına gelen, karşısında olan şey manasına gelir. Yüze de vecih denir. Çoğulu vucûhtur.
Hadis Usulünde vecih, sened veya öteki tabiriyle tarîk karşılığı kullanılmıştır. Tirmizî'nin bazen bir Hadîsi verdikten sonra, “bu Hadîsi sadece bu vecihten biliyoruz” ifadesinde o manayadır. Hadisciler arasında “bu Hadîs şu vecihten şöyledir ve benzeri tabirlere sıkça rastlanır. Burada da vecihten maksat Hadîsin senedi, diğer bir deyişle rivayet tarîkidir.

Vehen:

Bk. Vehn.

Vehn:

Vehen şeklinde de okunan bu kelime zayıflık manasına mastardır. Esas itibariyle Hadîs ravisinde söz götürür derecede zayıflık bulunması haline denir. Bununla birlikte Hadîsin orta derecede zayıflık taşıması haline de vehn tabir edilmiştir. Nitekim Ebu Davud, Sünenini tanıtmak maksadiyle kaleme aldığı Risalesinde “Sünende şiddetli vehn olan Hadîs varsa bunu açıkladım” derken vehn tabirini tamamen Hadîsdeki şiddetili olmayan zayıflık manasına kullanmıştır. 1203

Vehim:

Sözlükte şüphe ve tereddüt edilen nesnenin kendisine tercih olunan tarafına denir. Çoğulu evhamdır.
Hadis ıstılahı olarak vehim, metâin-i aşeradan yani ravinin cerhine sebep teşkil eden hususlardan biridir ve ravinin rivayetinde yanılmasından ibarettir. Zabt vasfıyle ilgilidir.
Ravinin rivayetinde vehmi, mürsel veya munkatı olan bir Hadîsi vasletnıek gibi isnadda veya bir Hadîsi diğerine katarak karıştırmak şeklinde metinde olur. Mevsul bir Hadîsi mürsel, mevkufu merfü rivayet etmek yahut sika bir ravi yerine zayıf birinin ismini söylemek ve buna benzer şekillerde yazılmak da vehimdir.
Hadisin isnadında meydana gelen vehim sonucu yapılan hata bazen hem isnada hem de metne birlikte zarar verir ve her ikisini de ma'lul hale getirir. Söz gelişi muttasıl bir Hadîs mürsel olarak rivayet edilir. Aynı şekilde muttasıl bir isnadla gelen herhangi bir Hadîs ondan daha sağlam ancak munkatı olan bir diğer isnadla rivayet edilir. Bu takdirde düşülen vehim sonucu meydana gelen hata yüzünden sened ve metin de sayıf duruma düşer.
Bir ravinin rivayetinde vehme düştüğü bazı karinelerle anlaşılırsa o rivayet sahih olmaktan çıkar. Bununla birlikte kaydetmek gerekir ki vehim sadece zayıf ravilerde görülmez. Bazen sika ravilerin bile vehmettikleri olağandır. Ravinin Hadisi rivayetinde vehme düşüp düşmediğini anlamanın en kestirme yolu o Hadîsin isnatlarının ve metin farklarının gözden geçirilmesidir. Bu, kısaca Hadîsin bütün tarîklarını bir araya toplayıp gözden geçirmekten ibarettir.
Her ne kadar vehim rivayette hata yapmak olsa da kadhi gerektiren ağır bir sebep değildir. Bir ravinin vehme düşerek rivayet ettiği Hadîse genelde ma'lul veya mu'allel tabir edilir.

Ve'l-Lafzu Lehu:

“Hadisin lafzı onundur” demek olup Hadîslerin edasında kullanılan tabirlerdendir.
Bir muhaddis bir Hadîsi iki veya daha fazla şeyhten rivayet etmiştir. Bu şeyhlerin rivayetleri mana yönünden aynı olduğu halde lafız yönünden farklıdır. Ravi, bu şeyhlerin isnadlarını birleştirip Hadîsi içlerinden birinin rivayet ettiği lafızlarla sevkeder. İsnadında da ahberanâ fulânun ve fulânun -ve'l-lafzu lehu- tabirini kullanır. Bunula sevkettiği Hadîsin lafzının ikinci şeyhine ait olduğunu belirtmiş olur. 1204

Ve'l-Lafzu Li-Fulân:

Ve'1-Lafzu li-fulânin kale “eda lafzından farklı ve ayrı yerde kullanılan bu tabir, “Hadîsin lafzı falancaya aittir” demektir. Telfîk şekillerinden birinde geçer.
Bir ravi değişik şeyhlerden dinlediği bir kitabı bu şeyhlerden birinin asıl nüshasiyle karşılaştırdıktan sonra o şeyhlerin herbirini isnadında zikreder. Sonra da içindeki Hadîslerin lafzını içlerinden birine nisbet ederek rivayet eder ve rivayetinde bu lafzı kullanır. Böylece bir şeyhine nisbet ederek rivayet ettiği kitaptaki Hadîslerin lafzını bir başka şeyhine isnad etmiş olur. Bu şekilde Hadîs rivayeti değişik bir telfîk şekli olduğundan caiz görenler olduğu gibi görmeyenler de vardır.

Ve'l-Lafzu Li-Fulân Kale:

“Hadisin lafzı falancanındır. O demiştir ki...”manasını veren bir tabirdir. Bir Hadîsin çeşitli isndlarla gelen rivayetlerini, isnadlarını birleştirip içlerinden birine ait metni tercih ederek sevk etmekte kullanılan eda lafızlarındandır.
Terim olarak telfîk denilen ravinin birkaç şeyhten işittiği aynı Hadîsi isnadlarını birleştirip metnini birine isnad etmek suretiyle sevketmek, Hadîsin manası bir, fakat lafızları ayrı olması halinde söz konusu olur. Böyle aynı Hadîsin çeşitli rivayetlerini bir isnadla ve metnini o isnadla gelen metinden başka bir metin olarak rivayete Hadis kitaplarında çok rastlanır.
Burada işaret etmek yerinde olur ki, bir önceki ve'1-lafzu li-fulânin eda lafzı ile bu lafız arasında küçük bir fark vardır. Bu fark, öncekinin bir kitaptan Hadîs naklinde, bununsa çeşitli şeyhlerden rivayet edilip bir kitaba yazılan Hadîslerin şevkinde kullanılmasından meydana gelmektedir.

Verede:

Bk. Verede Ani’n-Nebî.

Verede Ani'n-Nebî:

Kısaca verede (geldi) lafzı ile temrîz sigalarındandır ve “Hz. Peygamber'den rivayet olunduğuna göre” manasına gelir.
İbnu's-Salâh'a göre bir muhaddis herhangi bir zayıf Hadîsi isnadsız olarak naklederken cezm sigaları değil, temriz sigaları kullanmalıdır. Sahih veya zayıf olduğundan şüphelendiği hadîseri rivayet ederken de aynı şekilde hareket etmelidir. 1205

Vicâde:

Kelime olarak “bulmak” manasına gelen “vecede” kök fiilinin mufa'ale ölçüsünde maştan olup kısaca elde etmek demektir. Hadis Usulünde bir muhaddisin herhangi bir musannif veya ravinin el yazısı ile yazılmış kitabını veya bazı Hadîslerini ele geçirmesine denir. Hadîs rivayet metotlarındandır. Bir musannif veya Hadîscinin bizzat kendisinin yazdığı Hadîs kitabını veya cüzünü ele geçiren kimseye vâcid tabir edilir.
Bir muhaddisin el yazısıyla yazılmış Hadîslerini ele geçiren kimse onunla ister çağdaş (muasır) olsun ister olmasın, aralarında mülakat olsun veya olmasın, mülakat olduğu takdirde Hadîs işitilsin ya da işitilmesin farketmez, bu hallerin herbirinde vicâde husule gelmiş demektir.
Vicade yoluyla elde edilen yazılı bir metindeki Hadîsleri sema'a delalet eden eda lafızlarıyla rivayet etmek caiz görülmemiştir. Buna göre vacid, elde ettiği mü'ellif hattiyle yazılmış Hadîsleri haddesenâ, ahberanâ, enbe'enâ gibi lafızlarla rivayet edemez. Onların yerine isnadında vecedtu bi-hatti fulânin, kara'tu fî kitâbihi bi-hattihî haddesenâ fulânun, kara'tu bi-hatti fulânin, an fulânin, mâ vecedtuhû bi-hatti fulânin gibi değişik eda lafızlarından birini kullanır. Bu lafızların hepsi, yazının mü'ellif hattı olduğu kesinkes belli olması halinde kullanılır. Eğer yazının musannif veya ravinin el yazısı olduğu açıkça belli değilse bu takdirde vâcid, durumu belli edecek şekilde şu lafızlardan birini kullanır: Belağanî an fulânin (falancadan bana ulaştığına göre); vecedtu an fulânin (falancadan naklen el yazısiyle buldum); kara'tu fi kitabin ahberanî fulânun ennehu bi-hatti fulânin (fülanın yazısı olduğunu bana falanın haber verdiği bir kitapta okuduğuma göre); kara'tu fi kitabin zannentu ennehu fulânun (falanca olduğunu sandığım birinin kitabında okudum); kara'tu fî kitabin kîle bi-hatti fulânin (falancanın el yazısiyle yazıldığı söylenen bir kitapta okudum).
Ahmed b. Hanbel'in müsnedinde oğlu Abdullah'ın babasından vicade yoluyla rivayet ettiği hayli Hadîs vardır. Bu tarzda rivayet edilen Hadîsler genelde munkatı sayılırlarsa da vecedtu bi-hatti fulânin eda lafzıyla rivayetin munkatı sayılması şüphelidir. Şu da var ki, vâcid tarafından bulunan yazılı metin mü'ellif hattiyle değilse o zaman isnad zekera fulânun eda lafziyle sevk edilir. Ancak bu şekilde rivayet edilen hadisler genellikle munkatı addedilmiştir.
Vicade bazen icazetle birlikte olur. Bu takdirde ravi bir şeyhin el yazısiyle yazılmış bir metni elde ettiği takdirde o metnin rivayetine icazet almış demektir. Öyle olunca isnadında bunu belirterek meselâ, vecedtu bi-hatti fulânin ve ecaze lî (bu Hadîsi falancanın el-yazısiyle yazılmış buldum. O da bana rivayetine izin verdi) gibi bir eda lafzı kullanması iyi olur.
Vicade yoluyla elde edilen Hadîslerle amel etmek konusu ihtilaflıdır. Kadı İyad, bu ihtilafa işaret ederek çoğunluğun vicade yoluyla ele geçirilen Hadîslerle amel edilemeyeceği görüşünde olduklarını, buna karşılık İmam Şafiî'den caiz gördüğüne dair bir naklin bulunduğunu, bazı şafiî alimlerin de caiz gördüklerini söylemiştir.1206
İbnu's-Salâh, vicâde usulüyle rivayet edilen Hadîslerle amel edilemyeceği görüşünü benimsemiştir. Şöyle diyor: “Şafiîlerden bir grup vicade yoluyla elde edilen bir Hadîsle amel etmenin, ancak nüshasına tam manasiyle itimat edilmesi halinde caiz olacağı görüşündedirler. Bize kalırsa böyle bir Hadîs muhaddislere arzedilse kabul etmezler. Halbuki bu kitaplarla amel etmek rivayete bağlı olduğu takdirde rivayet şartlarının gerçekleşmesi imkansız olacağından böyle bir kitapda bulunup da elde edilen Hadîsle amel kapısı kapanıyor demektir.”1207
en-Nevevî de aynı konuda İbnu's-salâh'a uymuş ve kendi zamanında ancak bu görüşe güvenilebileceğini söylemiştir. 1208
Şu hale göre vicade yoluyla rivayete olduğu kadar rivayet edilen Hadislerle amel edilmesinin caiz olduğunda da küçümsenemiyecek tereddütler vardır. Bu tereddüdün yazıların birbirine benzemesi, meşhur muhaddislerin yazılarının kolayca taklid edilebilmesi gibi mahzurlardan ortaya çıktığına şüphe yoktur. Bunun sonucu olarak Hadis rivayetinde ciddiyet taraftan olanlar vicadeyi geçerli bir Hadîs rivayet metodu olarak benimsemiş değillerdir.

Vuhdân:

Sözlükte bir sayısının karşılığı olan vahidin çoğulu olup birler manasını verir.
Hadis terimi olarak kendilerinden sadece bir tek ravinin rivayette bulunduğu ravilere denir. Bunlar mukil olarak da bilinirler ve mechûlu'1-ayn kabul edilirler. Kaide olarak ister tabiînden, isterse daha sonraki nesillerden olsun, tek ravisi bulunan mukilin ismini kendisinden rivayette bulunan ravilerden birisi açıklamış bile olsa o mukil yine mechûlu'1-ayn olarak kalır.
Yalnız bir ravisi olan şeyhlere misal olarak Amr b. Zû-Mur, Cebbar et-Tâ'î, Abdullah b. Eğar el-Hemedânî, el-Heysem b. Haneş, Malik b. Eğar, Sa'id b. Zî-Huddân isimleri verilebilir. Bunlardan Ebu İshâk es-Sebî'îden başka rivayet eden olmamıştır. Aynı şekilde Sem'ân b. Meşnec ve el-Herhâz b. Mîzen de böyledir. Bunlardan da yalnızca eş-Şa'bî rivayet etmiştir. İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin rivayette bulunduğu yirmi kadar tabiî vardır ki hepsi de ondan başka rivayet eden olmadığından vuhdândan sayılmışlardır. 1209
Vuhdan konusu meçhul ravilerin bilinmesi yönünden önemlidir. Bu itibarla müstakil kitaplar yazılmasına amil olmuştur. Müslim'in el-Munferidât vel-Muvahhadât isimli kitabı ile el-Hasen b. Sufyân'ın eseri konuya dair yazılan kitaplara önemli örnekler oluştururlar.
Son devir alimlerinden Ahmed Naim Bey Merhum tek ravisi olan şeyhlerden rivayet edilen Hadîslere de vuhdan denildiğini kaydetmiştir. 1210Bu tarifin bazı muhaddislerce vuhdana verilen mana olduğu tahmin edilebilir. Yoksa ana Hadîs Usulü kaynaklarında böyle bir tarife delalet edecek herhangi bir ifadeye rastlanmamıştır.

Hadis Terimleri Sözlüğü - Y

Y
Ya'nî
Yebluğu Bihi
Yeda'u'l-Hadîse
Yehimu Fî Hadîsihî
Yekzibu
Yenmîhi
Yerfa'uhû
Yerfau'l-Hadîse
Yervi'l-Menâkîr
Yervîhi
Yesrıku'l-Hadîs
Ye'ti Bi'l-Acâ'ib
Yuda'afu
Yuhkâ
Yukalu
Yuktebu Hadîsuhu
Yunkeru Merre Ve Yu'rafu Uhrâ
Yurvâ
Yuzkeru



Y

Ya'nî:

“Demek istiyor ki” manasına gelir. Hadislerin daha çok isnadlarında yerine göre bir kelimenin düşmesi halinde kullanılan tabirdir. Açıklamak gerekirse, bir Hadîsin isnadından bazen bir lafız düşer. Ancak bu düşen lafız daha sonra aynı Hadîsi rivayet eden ravilerden birisi tarafından rivayet edilir. Eğer üst taraftaki ravilerin bu düşen lafzı rivayetlerinde zikrettikleri malum olursa o ravi kendi asıl nüshasına bu eksiği ilave eder. Şu var ki lafzın kendisi tarafından rivayet edildiğine işaret etmek üzere önüne ya'ni kelimesini koyar. Kullanılışına misal olarak el-Hâtîb'in bir rivayeti verilebilir. Alimimiz Hz. Aişe'nin, “Hz. Peygamber (s.a.s) hayızlı olduğum halde mübarek başını bana yaklaştırırdı. Ben de saçlarını tarardım” Hadîsini Ebu Amr b. Mehdî ani'l-Mehâmilî tarikından rivayet ederken “an Amrete ya'ni A'işete” demiştir. Ona göre bu Hadîsin isnadı İbn Mehdî'nin asıl nüshasında “an Amrete” şeklindedir. Anlaşıldığına göre el-Mehâmilî Hadîsi düşen kelime mevcut olduğu halde rivayet etmiştir. Şeyhi Ebu Amr'ın nüshasında ise düşmüştür. Bu yüzden el-Mehâmilî rivayetinde bilinen kelime rivayete eklenmiş ve bu eklemeye işaret etmek üzere önüne ya'ni kelimesi konulmuştur. 1211
Bununla birlikte ya'ni lafzı senedi teşkil eden ravilerden birinin isminin mübhem bırakılması halinde bir Hadîscinin, şeyhinin isnadındaki sözlerine bir açıklama ekleyerek mübhem ravinin ismini açıkladığım işaret etmek maksadiyle de kullanılmıştır. Aslında ravinin, isnadda mübhem bırakılan herhangi bir ismi açıklığa kavuşturmak maksadiyle isnada kendiliğinden bir şeyler eklemesi ancak eklediği açıklamanın şeyhinin lafzından ayırt edilebilmesini mümkün kılacak bir ifade kullanmasiyle mümkün olur. Böyle durumda ravi, şeyhinin ismini söyler. Daha sonra mübhem ravi için “ya'ni'bne fulânin” (şeyhim, falancanın oğlu demek istedi) gibi bir açıklama yapar. Buradaki ya'ni sözü ravinin, şeyhinin sözlerini açıklamak üzere isnada kendiliğinden eklediği lafızları göstermiş olur.


Yebluğu Bihi:

Bk. Yervihi.

Yeda'u'l-Hadîse:

Bk. Vada'a Hadisen.

Yehimu Fî Hadîsihî:

Hadislerinde yanılır manasına bir tabirdir. Cerhle herhangi bir ilgisi olmadan ravinin Hadîs rivayetinde arada bir yanıldığını ifade etmekte kullanılır.

Yekzibu:

“Yalan söyler” demektir. Cerh lafızlarından olup cerhin en ağırına delalet eden altıncı mertemesinde yer alır.
Hakkında yekzibu cerh hükmü verilen ravi yalan söylemek ithamına maruz kalmış demektir. Ne kendisi ne de Hadîsleri makbul itibar edilmez.

Yenmîhi:

“Hadîsi (Hz. Peygamber'e) isnad ederek (rivayet etti) manasına gelen bu tabir bir Hadîsin merfu olduğuna delalet eden tabirlerden biridir.
Özellikle bir tabiî, isnadını sahabîye kadar ulaştırdıktan sonra yenmîhi demişse onun bu ifadesi sahabînin, Hadîsin isnadını Hz. Peygamber'e ulaştırdığını dolayısiyle o Hadîsin merfu olduğunu kasdetmiş olur.

Yerfa'uhû:

“Hadisifn isnadını Hz. Peygamber'e kadar) ulaştırdığı” demek olup Hadîsin merfu olduğunu gösteren tabirlerdendir. Yenmîhi gibidir.

Yerfau'l-Hadîse:

Bk. Refe'ahu.

Yervi'l-Menâkîr:

Münker Hadîsler rivayet eder demektir. Ravinin, rivayetinde sık sık teferrüd ederek münker Hadîsler rivayetinde bulunduğunu ifade eden bir tabirdir.

Yervîhi:

“Hadisi (Hz. Peygamber (s.a.s)'den) naklederek (rivayet etti)” anlamını veren bu cümle de Hadîsin merfu olduğunu gösteren tabirlerden biri olarak kullanılmıştır.
Yenmîhi başlığı altında da açıklandığı gibi bir tabiî senedini sahabiye kadar ulaştırdıktan sonra yervîhi demişse bu söz o sahabînin Hadîsi merfu olarak rivayet ettiğine delâlet eder.
Aynı manada yebluğu bihî, rivayeten tabirleri de kullanılmıştır.

Yesrıku'l-Hadîs:

Hadis hırsızlığı yapar demek olan bu tabir, bazı alimlere göre cerh lafızlarından biridir. es-Sehâvî, cerhin üçüncü mertebesine delalet eden lafızlar arasında yer aldığını söylemiştir. 1212Buna göre hüküm, o mertebedeki diğer lafızların hükmü gibidir.

Ye'ti Bi'l-Acâ'ib:

Tuhaf Hadîsler rivayet eder demek olup bazı alimlere göre cerh lafzıdır. Nitekim es-Sehâvî, cerhin nisbeten hafifine delalet eden beşinci mertebe lafızları arasında yer aldığını söylemiştir. Fazla kullanılmış bir cerh lafzı değildir.

Yuda'afu:

“Zayıf görülüyor” manasına cerh lafızlarmdandır. Cerhin ikinci mertebesine delalet eden lafızlar arasındadır.
Hakkında bu lafızla cerh hükmü verilmiş olan ravi zayıf addedilir. Ancak Hadîsleri itibar için yazılır.

Yuhkâ:

Bk. Yurvâ.

Yukalu:

Bk. Yurvâ.

Yuktebu Hadîsuhu:

Hadisi yazılır demektir. Bazı alimler cerh lafızları arasında saymışlarsa da daha çok, genel manada ravinin söz gelimi i'tibar için Hadîslerinin yazılabileceğini ifade eden tabir olarak kullanıldığı dikkati çekmekteir.

Yunkeru Merre Ve Yu'rafu Uhrâ:

Bk. Ta'rifu ve Tunkiru.

Yurvâ:

“Rivayet olunduğuna göre” manasına meçhul fiildir. Rivayeti meçhul bir raviye bağlamak suretiyle Hadîs nakletmekte kullanılan temriz sigalarındandır.
İbnu's-Salâh'a göre herhangi bir zayıf Hadîsi isnadsiz olarak rivayet etmek isteyen bir ravi cezm sigaları değil, onların yerine ruviye, yuhkâ, yuzkeru gibi temriz sigaları kullanmasıdır. Muhaddislerin sahih veya zayıf olduğu belli olmayan Hadîslerin rivayetinde de aynı şekilde hareket etmeleri gerekir. 1213

Yuzkeru:

Bk. Yurvâ.

Hadis Terimleri Sözlüğü - T

T
Ta'âlik
Ta'anû Fîhi
Tabaka
Tabakât
Tabakâtu'r-Ruvât
Tabâkutu's-Sahâbe
Tâbi'
Tabi’î
Tabi'ûn
Tadbîb
Ta'dîl
Ta'dîl Gayru Sarîh
Ta'dil Lafızları
Ta'dîl Mertebeleri
Tahammul
Tahammulu'l-Hadîs
Tahammulu'l-İlm
Tahdîs
Tahdis Ücreti
Tahrîc
Tahrîf
Tahsîn
Tahvîk
Tahvîl
Takrîr
Takrîrî Sünnet
Taktî’
Taktî'u'l-Hadîs
Takvâ
Takyîd
Takyîdu'l-İlm
Takyîdu'l-Kitâb
Talebu'l-Hadîs
Talebul-İlm
Tâlîb
Ta'lîk
Ta'lîk Bi-Sîgati't-Tashîh
Ta'lîk Bi-Sîgati't-Temrîz
Ta'lîk Gayr-i Meczûm
Ta'lîk Meczûm
Ta'lîkan
Ta'lîkât
Ta'lîku'l-İcâze
Ta'lîl
Ta'n
Tarahû Hadîsehû
Tarahûhu
Tardiye
Ta'rifu Ve Tunkiru
Tarih
Tarîk
Tashîf
Tashîh
Tashîhu'l-Kutub
Tasnîf
Tasliye
Tazbîb
Taz'îf
Tebe'u't-Tâbi'în
Tebliğ
Tecrîh
Tecvîd
Tedlîs
Tedlîsu'l-Bilâd
Tedlîsu'l-İsnâd
Tedlîsu'l-Kat’
Tedlîsu's-Sukût
Tedlîsu's-Şuyûh
Tedlîsu't-Tesviye
Tedvin
Tedvînu'l-Hadîs
Teferrede Bihî Fulân An Fulân
Teferrud
Tefsir
Teğayyera Bi-Âhirih
Teğayyur
Tekaddum-u Semâ’
Tekaddum-u Vefat
Tekellemû Fîhi
Telakkub
Telfîk
Telfîku'l-Hadîs
Telfîku'r-Rivâyât
Telkîb
Telkin
Temrîz
Temrîz Sigası
Te'nîn
Terâcum
Terceme
Tercih
Terekûhu
Tesâhul
Tesebbut
Tesmî'
Tesmiyetu'r-Ruvât
Tesviye
Tesviye Tedlisi
Teşdîd
Tevârih Ve Vefeyât
Tevâtür
Tevâtür-ü Lafzı
Tevâtür-ü Manevî
Tevhid Ve Sıfat
Tıbb-ı Nebevî
Tirmizî
Töhmet-i Kizb
Tunkiru Merre Ve Ta'rıfu Uhrâ
Tukullime Fîhi
Turuk
Tusâ’î
Tusâ'iyyât



T

Ta'âlik:

Bk. Ta'lik.

Ta'anû Fîhi:

Bk. Mat'ûnun Fîhi.

Tabaka:

Bk. Tabakâtu'r-Ruvât.

Tabakât:

Bk. Tabakâtu'r-Ruvât.

Tabakâtu'r-Ruvât:

Tabaka kelimesi sözlükte kapak, bir nesnenin dış tarafını örten örtü manasına gelir. Tabak ya da tabaka şeklinde yüz ya da yirmi yıllık zaman dilimi, kalabalık veya grub manasına kullanılır. Bunun yanısıra üst kat, yüksek rütbe veya dereceye de tabaka denir. Bu manada birbirlerine yakın yaşlarda insan grubuna ve herbir grubun oluşturduğu mertebeye tabaka denilmiştir. Çoğulu tabakât gelir.
Tabakâtu'r-Ruvât, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadislerini rivayet eden sahabeden tutunuz, çok sonraki devirlere kadar geçen zaman içinde yaşamış birbirlerine yakın yaşlarda bulunan ravilerin teşkil ettikleri gruplara denir.
Ravilerin ilk üç tabakasını sırasiyle sahabe, tâbi'în ve tebe'u't-tâbi'în oluşturur. Bunlar da kendi aralarında tabakalara ayrılırlar. Söz gelişi sahabe, ilk müslümanlardan başlamak üzere çeşitli tabakalara ayrılmışlardır. (Bk. Sahabe). el-Hâkim, tabiîleri on beş tabakaya ayırmıştır. (Bk. Tabiîn). Sahabenin tabakalara ayrılışı kronolojik sıra itibariyledir. Tabi'îler ise görüştükleri sahabîler esas alınarak tabakalara ayrılmışlardır. Etbâ'u't-tâbi'în de denilen tebe'u't-tâbi'în den itibaren diğer raviler ise diğer bazı hususlar göz önünde bulundurularak tabakalar ayrılmışlardır.
Sahabe hariç, hadis ravileri umumiyetle altı tabaka kabul edilmişlerdir. Bunlardan birincisi imam ve hafız derecesinde olanlardır. Böyle raviler, kendilerine muhalif rivayette bulunanlara karşı hüccet addelirler. Rivayette tek kalmış olmaları bile makbuldür. Bir diğer ifadeyle tek başlarına rivayet ettikleri hadisler başka tarîklardan gelen rivayetlerle kuvvet kazanmasalar bile makbul sayılırlar. Bu tabaka ravileri gerek hıfz ve zabt yönünden, gerekse ilimde güven itibariyle İslâm ümmetinin kabulüne mazhar olmuşlardır. Böylelerinin rivayetlerini ta'n edecek kusurlar pek bulunmaz.

İkinci tabaka raviler hıfz ve zabt bakımından öncekiler derecesine ulaşamayanlardır. Bunların bazı rivayetleri hatalı olmakla birlikte çoğunlukla sahihtir. Yanıldıkları hadisler de birinci tabakada bulunan ravilerin hadisleri ile tashih edilir. Bu tabakayı oluşturan ravilerin makbul olduklarında alimlerin görüş birliği vardır.
Üçüncü tabaka, yalancılık ve hadis uydurmakla tanınanlardır. Dördüncü tabakayı teşkil edenler ise yalancı olmamakla birlikte rivayetlerinde çokça yanılanlardır. Her iki tabakayı teşkil eden raviler genelde merdud sayılırlar.
Beşinci tabaka raviler, bir rivayette münferid kalıp rivayetleri hiçbir tariktan kuvvet bulmayanlardır. Bunlara mechûl denir. (Bk. Mechûl).
Altıncı tabaka ravilere gelince bunlar, bidat ehli olanlardır. Mubtedî'de denilen bu grup raviler bid'atlarından dolayı küfürle itham edilenler ve bid'atlan küfür derecesine varmayanlar olarak iki kısımdırlar. İlk kısmın rivayetlerini merdûd olduğunda görüş birliği vardır. İkinci kısmı teşkil edenlerin rivayetlerinin kabulü konusunda ise görüş ayrılığı meydana gelmiştir.
Hadis ravileri değişik esaslar dikkate alınarak başka tabakalara da ayrılmışlardır. Bunlar içinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatını takip eden asırlar itibariyle yapılan tabaka ayırımı en çok tutulan ve sağlam itibar edileni olmuştur.
Ravilerin tabakalara ayrılması, herbirinin yaşadığı devirde görüştükleri ve hadis aldıkları kimselerin tesbiti yönünden büyük önem taşır. En azından metotlu bir ayırım devirler boyu yaşamış ravileri tanımaya yardımcı olur. Bu ise isnadları değerlendirme açısından son derece mühimdir.

Tabâkutu's-Sahâbe:

Bk. Sahabe.

Tâbi':

İzlemek, tabi olmak, peşisıra gitmek manasına “tebi'a” kök fiilinin ismi failidir.
Hadis Usulünde tâbi, i'tibar denilen araştırma sonucu ferd olduğu sanılan hadisi rivayet eden ravinin şeyhinden veya şeyhinin şeyhinden rivayet edildiği anlaşılan ve onunla aynı manaya gelen hadise denir. Tarifi açmak gerekirse, ferd olduğu sanılan bir hadis gerçekten ferd olup olmadığı anlaşılmak üzere çeşitli hadis kitaplarından araştırılır. Rivayetinde teferrüd ettiği sanılan raviden başka rivayet eden olup olmadığı tetkik edilir.
İ'tibar denilen bu araştırmanın sonunda hadisi tek başına rivayet ettiği sanılan ravinin şeyhinden veya şeyhinin şeyhinden aynı hadisi bir başka ravinin daha rivayet etmiş olduğu anlaşılırsa bu ikinci hadise diğerinin tabiî adı verilir. Şu hale göre tabi' araştırma sonucu ferd olmadığı anlaşılan hadisle aynı manaya gelen ve i'tibardan önce teferrüd ettiği zannedilen ravinin şeyhinden veya şeyhinin şeyhinden rivayet edilmiş olan hadistir.

Tabi’î:

Kelime olarak tabi olmak, peşinden gitmek, görüşlerini benimsemek gibi manalar veren “tebi'a” kökünden alınma ismi mensubdur. Çoğulu tabi'în gelir.
Hadis Usulü ilminde tâbi'î, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabından herhangi birisi ile görüşüp ondan hadis rivayet edene denilmiştir.
Tâbi'înin genellikle benimsenmiş tarifi bu olmakla birlikte sahabî tarifinde olduğu gibi tabiî tarifinde de bazı farklı görüşler ileri sürenler olmuştur. Nitekim el-Hâkim tabi'îlerin tabakalarından bahsederken “falancaya yetişenler” gibi bir gruplandırma yapmış, ayrıca zaman itibariyle sahabeden sonra en hayırlı neslin onlarla karşılıklı görüşüp konuşanlar olduğunu söylemiştir. 1130el-Hakim'in bu açıklamasından anlaşılmaktadır ki, ona göre ancak sahabîlere mülaki olmakla birlikte onlarla bir arada bulunup sohbet edenler tabiî sayılabilirler.
el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre de bir kimsenin tabiî olabilmesi için sadece bir sahabîyle görüşmesi yeterli değildir. Mülakatla beraber sohbet de şarttır. Ancak hadis alimlerinin çoğu bu görüşe katılmamışlardır. Onlara göre bir kimse herhangi bir sahabîyi görmekle tabiî olur. Onunla sohbet etmesi şart değildir. Nitekim el-Irâkî'nin işaret ettiğine göre Müslim ve İbn Hibbân, Enes b. Mâlik'e sadece yetişen ancak ondan hadis rivayet etmeyen el-A’meş'i tabiîler arasında zikretmişlerdir. Aynı şekilde Yahya b. Ebî Kesir Enes'e; Musa b. Ebî A'işe Amr b. Hureys'e sadece mülaki oldukları, onlardan hadis rivayet etmedikleri halde tabiînden sayılmışlardır. 1131
Tâbi'îler muhtelif tabakalara ayrılmışlardır. Sahabeden sonraki bu nesil, İbn Sa'd'a göre dört, Müslim'e göre üç tabakadır. el-Hâkim ise tabiîlerin onbeş tabakaya ayrıldıklarını söylemiş, bazılarına örnek göstermiştir. Ona göre birinci tabakayı, Sa'id İbnu'l-Museyyeb, Kays b. Ebî Hâzim, Ebu Osman en Nehdî, Kays b. Ubâd, Ebu Sâsân Hudayn İbnu'l-Munzir, Ebu Va'il Şakîk b. Seleme, Ebu Recâ'i'l-Utâridî gibi Aşere-yi Mubeşşere ashabıyla görüşenler oluşturur. İkinci tabakada el-Esvedu'bnu'l-Yezîd, Alkame b. Kays, Mesrûk İbnu'1-Ecdâ', Ebu Seleme b. Abdirrahmân, Harice b. Zeyd gibi tabiîler yer alır. Amir b. Surahîl eş-Şa'bî, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe, Şureyh İbnu'l-Hâris ve akranları üçüncü tabakadandır. Sonuncu tabakayı Enes b. Mâlik'e yetişen Basralı, Abdullah b. Ebî Evfâ'ye mülaki olan Kufeli, es-Sâ'ib b. Yezîd'le görüşen Medîneli, Abdullah İbnu'l-Hâris'e yetişen Mısırlı ve Ebu Umâme el-Bâhilî ile görüşen Şamlı tabiîler teşkil ederler. 1132
Tâbi'îlerin İslam Dininin öğrenilip öğretilmesinde önemli yeri vardır. Bilhassa sahabeden Hz. Peygamber (s.a.s)'in tebligatı ile hayatını ilgilendiren bilgileri devşirmek konusunda benzersiz gayretleri, misli görülmemiş hizmetleri olmuştur. Sahabeden hadis rivayet etmede olağanüstü gayret göstermişlerdir. Faziletleri Kur'ân-ı Kerim ayeti ve hadislerle sabittir. Sahabenin faziletine delalet eden ayetlerin birinden onlara da işaret buyurulmuştur:
“(İslam'da) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve Ensâr ile onlara güzelillikle tabi olanlar.. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. (Allah) onlar için içinde ebedî kalıcılar olmak üzere altlarında ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu, en büyük saadettir.” 1133
Bu ayeti kerimedeki “muhacirler ile Ensar'a güzellikle uyanlar”dan maksat, Allah bilir, tabiîlerdir. Bir hadiste de Hz. Peygamber, insanların en hayırlısının kendi devrinde yaşayan sahabe, daha sonra ise sahabeyi takip eden nesil olduğunu açıklamıştır. Cenâb-ı Hakk’ın “Allah onlardan razı olmuştur” buyurarak öğdüğü, Hz. Peygamber'in ikinci hayırlı nesil olarak nitelediği insanların faziletli insanlar olduklarına şüphe yoktur. Kaldı ki tabiîler, hayırlı bir nesil olduklarını İslam Dini'ne ve ilme hizmetleriyle ortaya koymuşlardır. Bir kere Hz. Peygamber (s.a.s)in ebedî hayata göç etmesinden sonra İslâm ülkelerinin fetihlerle genişlemeye başlaması üzerine Medine'den çıkarak başka yerlere yerleşen sahabîlerle görüşmüşler, onların Hz. Peygamber'den öğrendiklerini rivayet etmişlerdir. Bir sahabîyi görmek, bir hadisi rivayet etmek, hatta tek bir hadisin doğru olup olmadığını anlamak yolunda çetin yolculuklar yapmışlardır. Sahabeden öğrendikleri hadisleri aralarında müzakere ederek yayılmasını sağladıkları gibi kendilerinden sonraki nesle aktarmak suretiyle ilmin kaybolmasına mani olmuşlardır. Bunun yanısıra rivayet edilen hadisleri toplayıp tertipli hale koyanlar da onlardır. Tedvin denilen bu faaliyetin hadis tarihindeki yeri dikkate alınınca tabiîlerin hadise hizmetleri bir başka açıdan daha ortaya konulmuş olur.
Tabiilerin Hadis İlmine hizmetleri bununla da kalmamıştır. Siyasî çalkantılar sonucu hadis uydurulmaya başlanması üzerine başta isnad olmak üzere bazı rivayet kaideleri konulmuştur. Böylece hadislerin kaybolması önlenmiş, sahih olanları rivayet ederek yaymak konusunda esaslar geliştirilmeye başlanmıştır.
Sahabîlerle görüşen bir nesil de muhadramûndur. Bunlar Hz. Peygamber hayatta iken yaşadıkları halde onu görmek şerefine ulaşamadıklarından sahabî sayılmayan, buna karşılık tabiîlerden ayn görülenlerdir. (Bk. Muhadram).

Tabi'ûn:

Bk. Tabi'î.

Tadbîb:

Pek çok benzeri gibi tef’il ölçüsünde mastar olan tadbîb sözlükte bir nesne üzerini kaplayıp bütününü ihtiva etmek, çocuğa “dabbe” denilen bir çeşit helvadan ibaret mama yedirmek, kapıya kol demiri koymak gibi manalara gelir. 1134
Hadis terimi olarak tadbîb -ki temrîz de denir- hadis yazarken rivayet edilmesi gereken hususlardan biridir ve nakil yönünden sahih, ancak lafız ya da mana itibariyle bozuk yahut zayıf, ya da bir veya birkaç kelimesi noksan, ya da Arapça kaidelerine aykırı, yahutta musahhaf veya muharref olarak varid olmuş ibarelerin işaretlenmesine denir. Böyle bozuk ibareler yazılırken oldukları gibi bırakılır. Doğrusu sayfanın kenarına yazılır. Yanlış olarak rivayet edilen kelime veya kelimeler üzerine başı badem şeklinde “sad” harfine benzeyen bir işaret konularak tadbîbin bittiği yere kadar uzatılır. - gibi. Dabbe denilen bu işaret altındaki kelime veya kelimelerin rivayet itibariyle sahih olmakla birlikte lafız ya da mana yönünden bozuk olduklarını gösterir. Kısacası, tadbîb edilen yerin hatalı olduğunu ifade eder.
Tadbibin bir taraftan rivayetin değiştirilmesini önlemek, diğer taraftan ilerde o kitabı okuyan birine metnin doğrusunu araştırma fırsatı vermek gibi faydaları vardır. Bunun gibi her önüne gelenin metni değiştirmesi zararının önüne geçmek faydası da önemlidir. Şurası muhakkak ki, metne müdahale kapısı bir kere açılırsa ehil olmayan herkesin hadise müdahele etmesine yol verilmiş olur. Bunun ise doğruyu yanlışa, halk deyimiyle, hadisi kuşa çevireceğine şüphe yoktur.
Hadis yazanlar, tadbîb çizgisinin metin içindeki kelimelere temas etmemesine fazlaca itina etmişlerdir. Gerçekten bu çizgi ibareye değerse darb alametini andırır, oysa darb, aslında doğru olduğu halde hadis yazanın yaptığı yanlışı işaretlemekten ibarettir. Tadbîb ise ondan farklıdır. Tabiatiyle bu farkı belirtmek, daha doğrusu birinin işaretini diğerini andıracak şekilde yapmamak gerekir. 1135
Yukarıda kısaca değinildiği gibi tadbîbe temrîz de denir. Temrîz, hasta etmek manasına geldiği gibi hastaya bakmak, hastalığı tedavi etmek manasına da gelir. Hadis metinlerinde yanlış varid olan ibareleri işaretleme işllemine temrîz adını verenler sanki hadis yazanın rivayet yönünden sahih ancak arapça kaideleri açısından bozuk ibareye dikkat çektiğini, onu düzeltmek için gayret gösterdiğini ima etmiş, başkalarının belki de doğrusuna vakıf olabileceklerine işaret etmiş gibi olurlar.

Ta'dîl:

“Doğrultmak, düzeltmek, adaletle hükmetmek” gibi manalara gelen “adele” kök fiilinden tef’il babında mastar olup hadis usulünde ravinin adaletli olduğuna hükmetmeye denir. Ravinin adalet sahibi olduğu hükmünü verene ise mu'addil denilmiştir.
Yeri geldiğinde değişik başlıklar altında da değinildiği gibi, bir hadisin sıhhati ilkin ravisinden belli olur. Öteki deyişiyle hadisin sahih, zayıf veya uydurma olduğu ilkin ravisinden belli olur. Ravi adaletli ise hadisi, başka kusur taşımadığı takdirde, ilk bakışta sahih kabul edilir. Bu bakımdan hadisler hakkında verilen sıhhat hükmü önce ravisinin adaletli olduğunun tesbit edilmesine bağlıdır, bu ise cerh ve ta'dil sayesinde olur.
Kaide olarak cerhte sebep söylenmesi şart olduğu halde ta'dilde şart değildir. Şu hale göre ravinin cerh edilmesine sebep olan hali açıklanmadıkça cerh makbul sayılmazsa da adalet sahibi olduğuna hükmetmek için sebep göstermeye gerek yoktur. Söz gelimi yalancılıkla cerhedilen ravinin yalancı olduğunun söylenmesi gerekir. Oysa adaletine hükmedilen ravinin mesela yalan söylemediği için ta'dil edildiğinin açıklanması icap etmez.
Bazı alimlere göre ravinin müslüman olması ta'dil için yeterlidir. Ancak pek çok hadis alimi bunu kabul etmemiştir.
Cerhte olduğu gibi ta'dilde de bazı lafızlar kullanılmıştır. Bunlara ta'dil lafızları denir.

Ta'dîl Gayru Sarîh:

Açık olmayan ta'dil demek olup bir ravinin, kendisinden sika bir ravinin rivayette bulunması veya bir alimin rivayet ettiği hadisle amel etmesi gibi durumlar -da adaletli kabul edilmesine denir. Haliyle cerh ve ta'dil alimleri tarafından açık lafızlarla ta'dilden farklı olduğundan birçok alimce makbul karşılanmamıştır.

Ta'dil Lafızları:

Ravilerin ta'dilinde yani adaletli olduklarına hükmetmekte kullanılan lafızlardır.
Cerh ve ta'dil alimleri herhangi bir ravinin, rivayetlerinin makbul addedilebilme-si için gerekli adalet vasfına sahip olduğuna hükmederlerken bazı lafızlar kullanmışlardır. Bu lafızlar İbn Ebî Hâtim'in tasnifinde dört mertebededir. ez-Zehebî bunlara bir mertebe ekleyerek beşe çıkarmış, İbn Hacer de hepsine bir mertebe daha ekleyerek altı mertebeye ayırmıştır. Buna göre İbn Ebî Hâtim'in tasnifinde ilk mertebede yer alan ta'dil lafızları ez-Zehebi'nin tertibinde ikinci, İbn Hacer'in tertibine göre ise üçüncü mertebededir. Bu mertebelerin herbirinde yer alan ta'dil lafızları ayrıdır. Öyle olunca her ta'dil lafzı aynı zamanda ravinin güvenilir oluşunun derecesini de gösterir.
Ta'dil lafızlarının en üst mertebede olanları ta'dilde aşırılığa delalet edenlerdir. Bunlar ismi tafdîl sîgasıyla gelirler. Evsaku'n-nâs, esbetu'n-nâs gibi İkinci mertebede bulunan ta'dil lafızları, ilk mertebede yer alanlar kadar olmamakla birlikte ravinin üst seviyede adaletli olduğunu gösterenlerdir. İleyhi'l-Muntehâ fi't-tesebhut, lâ ahade esbetu minhu gibi lafızlar bu mertebededirler.
İbn Ebî Hâtim'in tertibinde ilk sırayı alan, ez-Zehebî ve el-Irâkî'ye göre ikinci, İbn Hacer'e göre ise üçüncü mertebe ta'dil lafızları fazlaca güvenilen raviler hakkında kullanılanlardır. Sikatun, mutkinun, hüccetun, sebtun gibi. Bu lafızlardan ikisi bir arada kullanılırsa ta'dilin ikinci mertebesine delâlet ederler. Sebtun -hüccetun, sikatun-mutkinun, sikatun-sikatun gibi.
Ta'dilin dördüncü mertebesinde yer alan lafızlar sadûkun, mahalluhu's-sıdku, leyse bîhî bes'un gibileridir. İbn Ebî Hatim, kendi tasnifine göre ikinci mertebede yer alan bu lafızlardan birisiyle adaletine hükmedilen ravinin hadislerinin yazılabileceğini, ancak gözden geçirilmesi gerektiğini söylemiştir. 1136İbnu's-Salâh'a göre bu lafızlar ravinin zabt derecesini göstermezler. Bu bakımdan rivayetleri ancak zabt sahibi olarak bilinen ravilerin rivayetlerine uygunluğu ölçüsünde muteberdir. 1137
İbn Ebî Hâtim'in tasnifinde üçüncü derecede bulunan beşinci mertebe ta'dil lafızlarından birisiyle adaletine hükmedilen ravinin hadisleri yazılır ve gözden geçirilir. Ancak mertebe itibariyle diğerlerinden aşağıdır. Şeyhun vasatun, Ceyyidu'l-hadîs, ile's-Sıdki mâ huve ta'dil lafızları bu mertebede yer alanlardan birkaçıdır.
Altıncı mertebe ta'dil lafızlarına gelince bunlar, sâlihu'l-hadîs, makbulün, suveylih gibi tadilin zayıfına delalet edenlerdir.
Hatta bazı cerh ve ta'dil alimleri bu mertebede yer alan lafızların ta'dil değil cerh'in en hafifini gösterdiği görüşündedirler.

Ta'dîl Mertebeleri:

Ta'dilin değişik mertebelerine denilmiştir.
Cerh ve ta'dil alimleri, hadis ravilerinin taşıdıkları adalet ve zabt sıfatlarını göz önünde tutarak değişik mertebelerde adaletli olduklarına hükmetmişler ve her mertebede ta'dile delalet eden değişik lafızlar kullanmışlardır, Bunlara ta'dil lafızları adı verilmiştir. (Bk. Ta'dil lafızları).

Tahammul:

Bk. Tahammulu'1-Hadîs.

Tahammulu'l-Hadîs:

Taşımak anlamına gelen “hamele” kök fiilinden tefa'ul ölçüsünde masdar olan tahammül, esas itibariyle yüklenmek demektir. Terkip olarak tahamulu'l-hadîs, hadis almak demektir ve tamamen rivayet karşılığıdır. Talebenin şeyh adı verilen hadisciden rivayet etmeye hak ve yetkisi bulunan hadisleri çeşitli yollarla almasına denir. Tahammulu'1-ilm terimi de aynı manayadır.
Umumiyetle meclis denilen oturumlarda imla suretiyle yazdırarak veya hususi meclislerde müracaat edenlere yazdırmak yahutta diğer bazı yöntemlerle hadis rivayetine başlama yaşı önemli görülmüş, bu konuda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ancak yaşın önemli olmadığı açıktır. Bu konuda temyiz kabiliyetine erişen çocuğun hadis rivayetine başlayabileceği esas itibariyle kabul edilmiştir. (Bk. Semâ'u's-sağir).
Hadis tahammülünün çeşitli metotları vardır. Bunlar semâ, arz (veya kırâ'a ale'ş-şeyh), İcâze, munâvele, mukâtebe (veya kitabe) İ'lâmu'ş-şeyh, vasiyye ve vicâde olmak üzere yedi tanedir. Her biri ile ilgili hususlarda kendi başlıklarında yeterli bilgi verilmiştir.

Tahammulu'l-İlm:

Bk. Tahammulu'l-Hadîs.

Tahdîs:

Hadis kelimesinin alındığı “hadese” kök fiilinden tef’il babında alınmış masdar olan tahdis, sözlük itibariyle söylemek ve anlatmak manasına gelir. Hadis ilminde umumiyetle hadis rivayetine denilmiştir. Şeyh denilen muhaddisin kendisine müracaat eden talibe kendi şeyhinden rivayet ettiği hadisleri çeşitli tahammül metodları ile nakletmesinden ibarettir.

Tahdis Ücreti:

Hadis rivayetinden ücret alma konusunu ifade eder. Hadis alimleri arasında ihtilaf konusu olmuştur.
İslâm alimleri büyük çoğunlukla ilmin tamamen hasbî olması gerektiği görüşündedirler. Bunun için bilhassa Kur'ân okutmak veya öğretmekten ücret alınmasına karşı çıkanlar vardır. Aynı şekilde hadis rivayeti karşılığı ücret alınmasını caiz görmeyenler; bunu hoş karşılamayanlar olmuştur. Buna karşılık bazı gerekçeler ileri sürerek ücret alınmasını caiz görenler de vardır.
el-Hatîbu'l-Bağdâdî'nin kaydettiğine göre bazı alimler şeyhin hadis rivayeti için değil ücret; hediye almasını bile caiz görmemişlerdir. Hatta İshâk b. Râhûye, ücret karşılığı hadis rivayet eden bir şeyhin durumu sorulduğunda hadislerinin yazılmayacağını söylemiştir. 1138Süleyman b. Harb, muhaddislerin parayla hadis satın aldıklarından şikayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel de hadisi para karşılığı satanın hadisleri yazılmaz demiştir. Ebu Hatim er-Râzî de aynı görüştedir.
el-Hatib'in ayrıca kaydettiğine bakılırsa hadis alimleri tahdis ücreti almayı sırf raviyi kötü zanna bulaştırmamak için men etmişlerdir; zira rivayet karşılığı ücret alanlar rivayeti cazip hale getirmek için ziyade yoluna gitmekte, işi işitmediği hadisleri işittiğini iddia etmeye kadar götürmektedirler. Bunun sebebi, kendilerine verilenlerdir. Nitekim Şu'be “fakirlerden hadis yazmayınız; çünkü para uğruna yalan söylerler” demiştir. 1139Kısacası, hadis rivayetinden ücret alınmasını caiz görmeyenlerin gerekçeleri para hırsına kapılarak garâ'ib peşinde koşmaları ve hadislerine ilgiyi artırmak için ziyâde ve işitmedikleri hadisleri işitmişeesine rivayet yollarıyla hileye ve yalana baş vurmalarıdır. Her ne şekilde olursa olsun, hadiste yalan ağır cerh sebebidir. Ravinin hadislerinin terk edilmesine neden olur.
Buna karşılık yukarıda da değinildiği gibi, hadis rivayeti için ücret alınmasını caiz görenler de vardır. Buhâri şeyhi Ebu Nu'aym el-Fadl b. Dukeyn, Ali b. Abdilaziz el-Mekkî bunlardandır. Ebu İshâk eş-Şîrâzî de bu konuda olumlu bir fetva vermiştir. Bu görüşte olanlar esas itibariyle hadis rivayetinin Kur'ân-ı Kerim öğretimine benzediğini, Kuran öğretiminden ücret almak caiz olunca rivayetten alınmasının da caiz olacağını ileri sürmüşlerdir. Şu şartla ki, ravinin rivayeti karşılığı ücret alması Ebu İshâk eş-Şîrâzî'nin başına gelenler gibi zorlayıcı bir sebep varsa caizdir. Bu meşhur muhaddis gece gündüz hadis rivayet etmesi için kapısına yığılanların fırsat vermeyişi yüzünden çoluk-çocuğunun nafakasını çıkarmak üzere çalışmaya fırsat bulamazmış.
Öte yandan iline ücret alınması pek çok müslünıan topluluklarının gözünde mürüvvete aykın görülmüştür. 1140Gerçekten ilim sırf Allah rızası için öğrenilir, Allah rızası için öğretilir. İslam alimlerinin çoğu bu prensibi göz önünde bulundurarak ilim konusunda umumiyetle hasbî davranmışlardır. Şu da var ki zorlayıcı bir sebep olduğunda ilimden geçinenler de olmuştur. Hasılı Kur'ân ve hadis hizmetini sırf Allah rızası için yapanlar olduğu gibi mecburiyet altında bu işten ücret alarak geçimini sağlayanlar da görülmüştür. Ancak kaydetmek gerekir ki çıkar uğruna hadislerde ziyadelik yapmak veya garâib rivayeti yoluna gitmek, yahutta işitmediği hadisleri rivayet etmek gibi hileli yollara sapmak kesinlikle caiz görülmemiştir.

Tahrîc:

Çıkmak anlamını veren “harece” kök fiilinden tef’il babında mastar olan tahric, hadis ilminde iki manada kullanılmıştır. Birisi rivayet, diğeri hadislerin kaynağını göstermek.
Rivayet manasına tahric, tamamen aynı kökten alman ihrâc karşılığı olarak kullanılır ve bir hadisi isnadıyla birlikte bir kitapta nakletmeye denir. Bazı kitaplarda bir hadis verildikten sonra harrecehu fulânun veya ahrecehu fulânun denilmişse bu o hadisin o kimse tarafından kendi isnadıyla rivayet edildiği manasınadır. Bu manada daha çok mağrib alimleri tarafından kullanılmıştır.
Tahricin ikinci manası, bir kitaptaki hadisleri teker teker ele alarak herbirinin diğer isnadlarını göstererek sıhhat durumunu belirtmektir. Bu bir bakıma herhangi bir musannifin kitabındaki hadislerin birer birer kaynaklarını göstermek, varsa diğer rivayet tanklarına işaret edip sıhhat durumunu ortaya koymaktır. Hadis alimleri hadis konusunda olsun veya olmasın, meşhur bazı kitapların ihtiva ettiği hadislerin tahricine dair kitaplar yazmışlardır. İmam Gazâlî'nin İhyâ'u Ulûmi'd-Dîn isimli eserinin hadislerini tahric eden el-Irâkî'nin Tahrîcu Ahâdîsi İhya adlı eseri, yine aynı kitaptaki hadislerin tahricine dair Kasım b. Kutluboğa’nın Tuhfetu'1-Ahyâ min Tehârîci Ahâdîsi İhya'sı, ez-Zeylaî’nin el-Hidâye'nin hadislerinin tahricini yaptığı Nasbu'r-Rayesi konunun önemli misalleridir.
Bazıları muteber hadis kitaplarından senediyle birlikte hadis nakledilmesine de tahric demişlerdir. Bu manaların
hepsine şamil olmak üzere hadis tahric eden alime muharric adı verilir.

Tahrîf:

Tef’il ölçüsünde mastar olan tahrif sözlükte değiştirmek, bir nesne yerine diğerini getirmek, bir şeyi bir tarafa eğmek gibi manalara geleri.
Hadis Usulünde terim olarak hadislerin isnad ve metinlerindeki isimlerin veya kelimelerin harflerinde yapılan değişikliğe denir. Bu değişiklik bazen yazıda, bazen de harflerin noktalarında olur. İbnu's-Salâh'ın da aralarında bulunduğu bir kısım muhaddisler yazı ve nokta değişikliğini birbirinden ayırmamışlardır. Ancak İbn Hacer'e göre yazı şekli bozulmadan sadece bazı harflerdeki nokta değişikliğine tashîf, yazı şeklinin değiştirilmesine ise tahrif adı verilmiştir. 1141Buna göre tahrif, hadisin isnadında veya metninde bulunan bir kelimeyi basit bir nokta değişikliği şeklinde değil, yazılışını bozacak şekilde değiştirmektir.
Metin veya isnadında tahrif olan hadislere muharref adı verilmiştir.

Tahsîn:

İyi, hoş ve güzel yapmak, güzelleştirmek manasına mastar olup hadis usulü ilminde bir hadisin hasen olduğuna hükmetmeye denilmiştir.
Ravisinin zabt kusuru taşıması yüzünden zayıf sayılan bir hadis, aynı manaya gelen başka rivayetlerle desteklenirse zayıflıktan hasen li-gayrihî derecesine yükselir. Bazı alimler, sırf ravisinin zabt yönünden sahih hadis ravilerinin derecesine çıkamayışı yüzünden sahih sayılamayan, ancak diğer zayıf hadisler derecesinde de olmayan hadislerin aynı manaya başka rivayetlerle desteklenerek zayıflıktan kurtulmasına tahsîn tabir etmişlerdir.

Tahvîk:

“Sözlükte bir kimse hakkında yakışıksız ve karışık söz söylemek manasına gelir. 1142Bir şeyi çevirmek ve kuşatmak anlamında kullanılır.
Hadis ilminde tahvik, hadislerin yazılışı sırasında yanlışlıkla yazılan kısmın başına ve sonuna paranteze benzeyen yanm daireler konularak iptal edilmesine denir. Bu manada darb şekillerinden biridir.
Hadis metninde olmayan, ancak yanlışlıkla fazladan yazıldığı için iptal edilmesi gereken kısım tahvik yapılıp adeta parantez içine alınınca asıl ibarelerden ayırdedilmiş olur. Mesela, ibaresinde yanlış yazıldığı için paranteze benzeyen iki işaret arasına alınan “el-amelu” kelimesi tahvik edilmiş demektir.
Darb, aslında yanlış yazılan kısmın silinip kazınması yerine bazı işaretlerle belirlenerek okunur şekilde kalması esasına dayandığından takvikde bu esasa da riayet edilmiş olur. Bu itibarla eski metinlerde böyle işaretlenmiş ibarelere çok rastlanır. Yazma eserleri doğru olarak okuyabilmek veya metinlerini yanlışsız olarak tesbit edebilmek için tahvik işaretine dikkat ederek aradaki kısmın asıl metinle ilgisi olmadığım gözden uzak tutmamak gerekir.

Tahvîl:

Değiştirmek manasına olup bir hadisin çeşitli isnadlarla rivayeti sırasında bir İsnaddan diğerine geçmeye denir. Aynı hadisin bir isnadından diğerine geçişte araya bir “ha” harfi konularak işaretlenir. (Bk. ha).

Takrîr:

Hadis tabir ve ıstılahlarından bir kısmı gibi Tef’il vezninde gelen bir mastar olan takrir Hadis Usulünde Hz. peygamber (s.a.s)'in müslümanlar tarafından yapıldığını gördükleri veya gıyabında yapılıp da haber verilmesiyle işittikleri herhangi bir işi men etmeyip dolayısiyle kabul ve tasvip etmelerine denir.
Sahabiler hayatın akışı içinde bazen Hz. Peygamber'in gözleri önünde, bazen de onun olmadığı yerde bazı işler yapmışlardır. Hz. Peygamber gördüğü veya haber verilmesiyle öğrendiği bu işlerden dinî konularla ilgili olanlar hakkında red ya da inkara dair herhangi bir söz söylememiştir. Onun bu tutumu sahabî tarafından yapılan işi ikrar etmesi manasına alınmış ve takrir tabir edilmiştir. Mesela,
“Amr İbnu'l-Âs'tan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: “Zâti's-Selâsil Gazası sırasında soğuk bir gece ihtilam oldum. Hasta düşer ölürüm korkusuyla boy abdesti almaktan çekindim. Hemen teyemmüm ettim ve (sefer) arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım. Olayı (döndüğümüzde) Hz. Peygamber'e haber verdiler. Bana
“Amr, dedi; cünüp olduğun halde arkadaşlarına namaz kıldırmışsın (Öylemi?)” Beni yıkanmaktan alıkoyan sebebi kendisine haber verdim ve
“Ben Allah'ın (Kur'ân-ı kerim'de) “Nefislerinize kıymayın. Allah size karşı pek merhametlidir” buyurduğunu (sizden) işittim” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) gülümsedi ve bir şey söylemedi.” 1143
Hadiste görüldüğü gibi Mısır Fatihi Amr İbnu'1-As, bir gaza sırasında İhtilam olmuş, hava soğuk olduğundan guslettiği takdirde hasta olacağından korkarak emrinde sefere katılanlarla teyemmümle namaz kıldırmıştır. Durumu haber alan Hz. Peygamber sebebin makul olduğunu görünce yapılan işe dair herhagi bir şey söylememiştir. Bu onun kabul ve ikrar etmesi manasınadır.
Takrir, takriri sünnet (es-Sunnetu't-Takrîriyye) adiyle sünnetin bir bölümünü teşkil eder.

Takrîrî Sünnet:

Bk. Sünnet.

Taktî’:

“Kesmek” karşılığı olarak kullanılan “kata'a” kök fiilinin Tef’il babında mastarıdır ve bölmek, parçalamak demektir. Hadis usulünde takti'u'l-hadîs şeklinde geçer ve uzunca bir hadisin ihtiva ettiği hükme göre bölünerek herbir bölümün ayn babda verilmesine denir. Bu manada ihtisâr-ı hadîsin bir bölümüdür.
Takti, Fıkıh kitaplarında uzun veya birkaç konuda delil olabilecek nitelikteki hadislerin sadece üzerinde durulan konuyla ilgili kısmını alarak geri kalanını bırakmak şeklinde çokça uygulanmıştır. Aynı uygulama, bir fıkrası için hadisin hepsini naklederek işi uzatmaya mani olmak gibi pratik bir faydası olduğundan hadis kitaplarında da geniş çapta uygulanmış ve yerine göre hadis kısımlara ayrılarak herbir kısım ayn fıkıh babında verilmiştir.
Faydası zararından çok olan bu uygulamayı caiz görmeyenler vardır. Ahmed b. Hanbel bunlardandır. İbnu's-Salâh da takti'in cevaza yakın olmakla birlikte mekruh olduğu görüşündedir. 1144en-Nevevi ise bir hadisi bölerek her bir bölümünü ayrı yerlerde vermenin caiz olduğunu söyleyerek İbnu's-Salâh'a katılmamıştır. 1145Onun bu görüşü yerindedir; zira öteden beri İmam Mâlik, Buhâri, Ebu Davud, Nese'î gibi büyük hadis imamları takti yapagelmişlerdir.
Bununla beraber bir hadisin variyantlarının birinde şüpheli bir ziyade varsa hadisi o ziyadeyi vermeden bölmek caiz görülmemiştir. Nitekim İmam Malik böyle hadislerde ihtisara başvururmuş. Hatta hadisin isnadının mevsul olduğunda şüpheye düştüğü zaman da hadisi bölerek rivayeti adet haline getirmiştir. Ne var ki, hadisin bir kısmındaki şüpheden dolayı şüpheli kısmın verilmemesi ancak verilen kısımla verilmeyen arasında mana veya hüküm yönünden hangi bir ilgi bulunmaması şartına bağlıdır. Mesela Hz. Peygamber (s.a.s)'in “arâyâ” alışverişine izin verişinde ölçüyü gösteren “Hz.Peygamber (s.a.s) araya alışverişine beş vesak -veya onun altındaki- miktar için müsaade etti” hadisinde 1146 “ev düne hamseti evsukin” kısmını şüphelidir diye hazfetmek caiz olmaz; zira verilen kısımla aralarında hükme ait bir ilgi vardır. 1147
Usul kaidesi olarak bölümün hükmü bütünün hükmüdür. Bu itibarla gerek takti olsun, gerekse ihtisarın bir başka tatbik şekli olan harmın hükmü esas itibariyle ihtisarın hükmüne tabidir.

Taktî'u'l-Hadîs:

Bk. Takti'.

Takvâ:

Sözlük bakımından “sakınmak, korunmak” manasına isimdir. İslamî terim olarak Allah'a taat üzere olup azabından korunmak manasına kullanılmış, kısaca Allah korkusu manasıyle yerleşmiştir. 1148
Hadis ilimlerinde takva, ravinin adaletli sayıl abilmesi için gerekli melekelerden biri olarak görülmüştür. Nitekim İbn Hacer'e göre adalet sahibi raviden maksat takva ve mürüvvete sarılacak melekeye sahip olandır. Takvadan murat ise şirk, fısk, bid'at gibi fena amellerden sakınmaktır. 1149
Aliyyu'l-Kâri'ye göre takvanın birkaç mertebesi vardır. En başta geleni şirkten korunmaktır. Allah'ın emirlerini tutup men ettiği günah fiillerden sakınmak da takvadandır. Şüpheli şeyleri ve merkruhları bırakmak, şehvete düşmemek, bütün hallerde gafleti terketmek, İslâm Şeriatı nazarında kötü olan işleri bırakmak, bunların hepsi takva gereğidir. 1150
Heratlı Molla’nın söylediklerine bakılırsa İslam Dini'nin haram kıldığı şeylerden hoş karşılamadıklarına kadar bütün işler takvaya aykırıdır. Adalet, ancak bu kötülüklerden uzak kalmakla gerçekleşebilir. Ravinin hadislerine güvenmek, başta onun adaletli olmasını gerektirir. Buna göre ravinin hadislerine güvenilebihnesi için önce takva melekesine sahip olması lazımdır. Yalancılık, sefahet, İslâm'ın emirlerine aykırı davranışlar ve bid'at takva ile bağdaşmaz. Şu halde takva sahibi olmayan ravi adaletli sayılmaz. Öyle olunca hadisleri kabul görmez.

Takyîd:

Tef’il ölçüsünde mastar olup sözlükte “bukağıya vurmak ve bende çekmek”, yani sımsıkı bağlamak manasına gelir. Takyîdu'l-Kitâb, yazıya nokta ve harekete koyarak zabtetmektir. 1151Takyîdul-İlm ise, hadislerin yazılması, yazılı metinler haline getirilmesi anlamına gelir. el-Hatîbu'l-Bağdâdî'nin Hadis Tarihinin önemli konularından hadislerin yazılmasına dair rivayetleri bir arada veren kıymetli bir kaynak eseri vardır. Takyîdu'1-İlm adındaki bu eser, konuyla ilgili rivayetleri nakletmektedir.

Takyîdu'l-İlm:

Bk. Takyîd.

Takyîdu'l-Kitâb:

Bk. Takyîd.

Talebu'l-Hadîs:

Talebu'l-ilm de denir. Her ikisi de Hadis talebi demek olup hadis işitmek veya rivayet etmek maksadiyle bir şeyhe müracaat manasına kullanılmış bir tabirdir.
İslam ülkelerinin hepsinde her devirde âdet olarak öğrenim, önce Kur'ân-ı Kerim öğrenmekle başlamıştır. İsteklilerin hadis öğrenmeye başlaması ondan sonradır. İslam Dininde hadisin yerini ve önemini iyi bilen müslümanlar çocuklarını küçük yaşlarda hadis talebine hazırlamışlardır. Söz gelimi İbn Hacer'in Buhari okuduğu A'işe bint Muhammed, henüz yedi yaşlarında iken devrin tanınmış muhaddisi Ahmed b. Ebî Talib el-Haccar'dan Sahîh-i Buhari'yi okumuştur. Tabiatiyle erkeklerden daha çok misal verilebilir.
Hadis öğrenme isteği sahabede başlamıştır. Onlar Hz. Peygamber'in bir sözünü işitmek, bir uygulamasını görüp öğrenmek konusunda olağanüstü gayret göstermişlerdir. Her gün onunla birlikte olmak fırsatı bulamayanlar, yanında olanlara o gün için olan biteni sormuşlar, hadisleri böyle öğrenmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in söz ve fiillerini öğrenmek için böylesine arzulu olan sahabe, öğrendiklerini öğretmek konusunda da aynı şevk ve gayreti göstermişlerdir. Ebu Zerri'l-Gıfâri'nin ensesini göstererek söylediği şu sözler bunu gösterir:
“Kılıcı (beni öldürmek için) şuraya dayasanız, ben de Allah Resulünden işittiğim bir sözü siz işinizi bitirinceye kadar tebliğ etmeye vakit bulacağımı bilsem, o sözü size mutlaka yetiştirirdim” 1152
Tabiilerin hadis talebi sahabeden hiç de geri kalmamıştır. Onlar da fetihlerle genişleyen yerlere giderek yerleşen sahâbîlerle görüşmek ve onlardan hadis öğrenmek için yorucu seyahatler yapmışlar; olmadık sıkıntılara katlanmışlardır. Daha sonraki nesillerde de hadis talebi aynı şevk ve gayretle devam etmiştir. Bu arada çeşitli hadis kitapları yazılmıştır. Zamanla hadis çalışmaları hızlanmış, daha çok meyve vermeye başlamıştır. Çeşitli hadis ilimlerinin doğuşunu takip eden zaman içinde yazılan dev eserler zengin hadis kültürünü oluşturmuştur. Bu gün kitaplıkları, hadis meraklılarının bilgi dağarcıklarını, kafa ve gönüllerini süsleyen o muazzam eserlerin hepsi hadis talebinin aşka dönüşünün ürünleridir.

Talebul-İlm:

Bk. Talebu'l-Hadîs.

Tâlîb:

“İstemek, arzulamak, talep etmek” manasına gelen ve birinci babtan çekimi yapılan “talebe” kök fiilinin ismi failidir.
Hadis Usulünde talib, hadis ravilerinin en aşağı derecesini teşkil eden hadis talebesine denir. Bu derecede olan talib, hadis rivayetine yeni başlamış, heveskar, bizim tabirimizle, ustasının elini öperek hadis rivayeti yoluna henüz çıkan çıraktır. Bir şeyhin meclisine giderek hadis yazmaya başlayan raviye de umumi manada talib denilmiştir.
Hadis rivayetine yeni başlayan talibin riayet etmesi uygunve gerekli görülen esaslar vardır. Bunlara âdâbu't-tâlib denilmiştir.

Ta'lîk:

Tef’il ölçüsünde mastar olan ta'lîk, sözlükte bir nesneyi bir nesneye geçirerek asmak, bir işi ne kesinlikle yapmak ne de terketmek suretiyle askıda bırakmak, kapıyı kapatmak, gönlü birine düşmek gibi değişik manalara gelir.1153
Hadis Usulünde ta'lîk, kısaca isnadın raviden olan tarafından bir veya daha ç15k kişiyi söylememeye denir. Bazı alimler bütün isnadı hazfederek hadisi kale Resulullâh (s.a.s), kale'bnu Abbâs gibi eda lafızlanyla doğrudan kaynağından nakletmeye de ta'lik demişlerdir. Çoğulu ta'lîkât veya ta'alîk gelir.
Bir hadisin isnadından bir veya birkaç ravinin ismini söylemeden veya bütün isnad söylemeksizin nakledilmesi, pek çok alim tarafından ittisalin kesilmesi, öteki deyişiyle senedde kopukluk sayılmıştır. Bu yönden ta'lik, bir duvarın dayanağının kaldırılarak yıkılmaya terk edilişine benzetilmiştir. 1154
Şâfiîler taliki oldukça farklı manada kullanmışlardır, onlara göre ta'lik emâlî karşılığıdır ve şeyhin hadis meclislerinde okuduğu, talebenin yazdığı hadislerden meydana gelen kitaplara denir. 1155
İbn Hacer'e göre ta'lik, şeyhten semâ yoluyla alındığına delalet etmeyen (mesela, kale, yukâlu, zekera, yuzkeru gibi) lafızlarla rivayette bulunarak isnadda bir veya daha fazla raviyi hazfetmektir.
Talikin birkaç çeşidi vardır. Bunlardan birisi hadisin, bütün isnadın hazfedilerek mesela Kale Resûlullah (s. .a.s) lafzıyla sevkedilmesidir. Bir diğer şekli, hadisin sahabî hariç diğer ravilerin, ya da şahabı ve tabiî müstesna diğerlerinin hazfedilerek nakledilmesidir. Hadisi rivayet eden ravinin hazfedilip rivayetin onun üstündeki raviye bağlanmasına da genelde ta'lik denilmiştir, ancak hazfedilen ravinin üzerindeki ravi musannifin şeyhi olduğu takdirde böyle rivayete ta'lik denilip denilmeyeceği ihtilaflıdır. Konu şöyle yorumlanmıştır: Şeyhini hazfeden musannifin mudellis olduğu hadis alimlerinden birinin tesbiti veya araştırma sonucu anlaşılırsa yaptığı işe ta'lik değil tedlis denir. Musannif mudellis değilse rivayeti ta'lik itibar edilir. 1156
Ta'liki isnaddan peşpeşe birkaç ravi düşmesi yönünden mu'dale bezetenler olmuştur. es-Suyûtî'nin kaydettiğine göre ta'lik yoluyla rivayet edilen mu'allakla mu'dal arasında bir yönden umum-husus ilişkisi vardır. Açıklamak gerekirse bazı mu'allak hadisler, isnadından birkaç ravinin düşmesi açısından mu'dal sayılabilirse de hiçbir mu'dal mu'allak değildir. 1157
Hadis âlimleri ta'lik yaparken genelde yurva an fulânin veya yukâlu anhu, yuzkeru, yuhka gibi temrîz sigaları kullanmışlardır. Ancak kale, fe'ale, nehâ, zekera, hakâ gibi cezm sigaları kullanarak ta'lik yapanlar da olmuştur.
Ta'likden ilk defa Buhâri'nin talikleri vesilesiyle ed-Dârekutnî bahsetmiştir. Aslında ta'lik, Sahîh-i Buhâri'nin en mühim özelliklerinden birisidir.
İsnadından bir veya birkaç raviyi hazfedereke hadisi söylenmeyen ravinin üstündeki raviden veya bütün isnadı söylemeden Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet etmek, bilhassa son devirler Mağrib bölgesi alimlerine göre zahiren muttasıl sayılsa bile manen munkatıdır. Onlar nazarında Buhâri'nin pek çok yerde kale lenâ fulânun diyerek hadis nakletmesi talikin ta kendisidir. Bununla birlikte onun bu lafızla naklettiği hadislerin arz veya munâvele yoluyla aldıkları olduğu söylenmiştir. Şu hale göre onun bu ve diğer lafızlarla ta'lik yaparak naklettiği hadislerin senedinde inkıta olanlar gibi mütalaa edilmemeleri gerekir.
Talikin hükmü, sahih hükmü verilmiş bir kitapta vaki olduğu takdirde, sıhhattir.
Ta'lik, bazen kesinlik bildiren lafızlarla yapılır, bu şekildeki talika, ta'lîk bi-sîgati't-tashih veya ta'lîk meczûm adı verilir. Bazen de temrîz sîgası kullanılarak yapılır ki buna da ta'lîk bi-sîgati't-temrîz veya ta'lîk gayri meczûm denilir.

Ta'lîk Bi-Sîgati't-Tashîh:

Bk. Ta'lik.

Ta'lîk Bi-Sîgati't-Temrîz:

Bk. Talik.

Ta'lîk Gayr-i Meczûm:

Bk. Ta'lik.

Ta'lîk Meczûm:

Bk. Ta'lik.

Ta'lîkan:

Ta'lik yaparak, ta'lik yoluyla manasına gelen bu tabir bir hadisi isnadından bir veya birkaç raviyi veya bütün isnadı söylemeden ta'lik yaparak söylenmeyen ravinin üstündekinden veya doğrudan kaynağından rivayet ederek nakletmeye denir.

Ta'lîkât:

Bk. Ta'lik.

Ta'lîku'l-İcâze:

Bk. İcâze Mu'allaka.

Ta'lîl:

“İlletini bulma, açığa çıkarma” manasına gelen bir tabirdir. Hadis Usulünde yerine göre hadisin gizli bir illet taşımasını ya da keskin zeka ve anlayışa sahip bir hadis aliminin hadiste mevcut ancak dışardan fark edilemeyen illeti açığa çıkarmasını ifade eden deyim olarak kullanılmıştır.

Ta'n:

Sözlükte mızrakla vurmak, dürtmek gibi manalara gelen ta'n, Hadis Usulü ilminde ravinin cerhe sebep teşkil eden hallerden birisiyle cerhedilmesine denilmiştir. Ta'n edilen raviye mat'ûn denir. Tana maruz kalan ravi zayıftır, hadisleri hakkında zayıflığına göre hüküm verilir.

Tarahû Hadîsehû:

Hadisini hiçe saydılar manasına gelir ve cerh lafızlarındandır. Cerhin dördüncü mertebesine delalet eder. Hükmü, o mertebedeki lafızların hükmü gibidir.

Tarahûhu:

Onu hiçe saydılar karşılığı bir tabir olup cerh lafızlarındandır es-Sehâvî've dördüncü mertebe lafızları arasında yer alır. Hükmü, o mertemedeki diğer lafızların hükmüyle aynıdır.

Tardiye:

Bir kimse hakkında “radiyallahu anhu” (Allah ondan razı olsun) diyerek dua etmek manasına gelen tardiye hadis yazılırken sahabî ismi geçtiğinde bu cümleyi yazmaya ya da okumaya denir. Hadis yazanların dikkat etmesi gereken hususlar arasında sayılmıştır. Muhaddisler arasında, hadisin özellikle isnadında sahabî ismi geçince tardiyede bulunmak adet haline gelmiştir.
İsmi geçen şahabının babası da sahabî olduğu takdirde tardiye, tesniye zamiri kullanarak... anhuma, birkaç sahabîden bahsedilirse çoğul zamiriyle .. anhum, kadın sahabî ismi geçtiğinde ise müennes zamiriyle... anha denilerek yapılmıştır.

Ta'rifu Ve Tunkiru:

“(Onu) gah beğenirsin, gah beğenmezsin” veya “bir bakarsın ma'ruf hadisler rivayet eder; bir de bakarsın münker hadisler” manalarına gelen bir tabir olup cerh lafızlarındandır. Cerhin en hafifine delalet eden birinci mertebesine el-Irâkînin ekledikleri arasında yer alır. Hükmü, birinci mertebe cerh lafızlarının hükmüdür.
A^rıı manaya gelen ve aynı yerde kullanılan Tunkinı merre ve ta'rifu uhrâ ve meçhul sîgasıyla yunkeru merre ve yu'rafu uhrâ lafızları da vardır.

Tarih:

Bk. Tevârih ve Vefeyât.

Tarîk:

Sözlükte yol manasına gelen tarîk kelimesi Hadis Usulünde bir hadisin senedine verilen bir diğer isimdir. Çoğulu tunik gelir.
Hadisin senedi onun son ravisi ile Hz. Peygamber (s.a.s) arasında rivayet zincirini oluşturan ravi isimleri demektir. Buna göre tarik son raviyi Hz. Peygamber'e ulaştıran rivayetinin takip ettiği yol anlamında kullanılmış demektir. Bunun için hadis ve usul kitaplarında “bu hadis şu tariktan şöyle rivayet edilmiştir, bu tariktan böyledir” gibi ifadelere rastlanır. Bu tabirler hadisin bir başka senedle de rivayet edildiğini belirtmiş olur.

Tashîf:

Tef’il ölücüsünde mastar olan tashîf, sözlükte sahifeye yanlış yapmak yani yazılı bir kağıttaki kelime veya sözleri yanlışlıkla değiştirmek anlamına gelir.
Hadis Usulünde bu manasiyle ilgili olarak hadislerin isnad veya metinlerinde bolunun isim ya da kelimelerin harflerinde yapılan değişikliğe denir. Böyle bir değişiklik kelimeyi teşkil eden harflerde olduğu gibi harflerin noktalarında da olur. Bir kısım muhaddisler bu farklı değişikliği birbirinden ayırmadan mütalaa etmişlerdir. Söz gelimi İbnu's-Salâh ve ona tabi olarak en-Nevevî her ikisine birden tashif demişlerdir. Oysa İbn Hacer, kelimeyi teşkil eden harflerin yazı şekli bozulmadan sadece bazı harflerin noktalarının değiştirilmesini tashîf, yazı şekli bozularak değiştirmeyi ise tahrif olarak görmüştür. 1158Bu ayırım yerinde görülmüştür. Metin ya da isnadında tashîf yapılarak rivayet edilen hadislere musahhaf denilmiştir.

Tashîh:

Sahih ve sağlam olmak manasına gelen “sahha” kök fiilinden Tef’il ölçüsünde alınmış mastar olan tashih. Hadis Usulü ilminde daha çok hadis kitaplarının düzeltilmesi, az da olsa bir hadisin sıhhatine hükmetmek manasına kullanılmıştır. İlk manada tashîhu'l-kutub tabiriyle de ifade edilmiştir. Hadis talibinin şeyhinden yazdığı veya kopya ettiğ ikendi nüshasını bitirdikten sonra aslı ile mukabele ederek yanlışı veya farklı tarafı varsa düzeltmesinden ibarettir. Mukabele ve varsa hataların düzeltilmesi sona erip de doğru yazıldığından emin olnuduktan sonra gerekli yerlerde ibarelerin üzerine veya yanlarına “sad” ve “ha harfleri konur. İşte bu işleme tashih adı verilir.
Daha az kullanılan manasiyle tashih, bir hadis hakkında sıhhat hükmü vermek veya kısaca o hadisin sahih olduğunu söylemektir. Bu da hadis aliminin hadiste sıhhat şartlarını görmesiyle olur.
Hadislerin kitaplara yazılıp artık bu kitaplara girmemiş sahih hadis kalmamasıdan sonraki zamanlarda rivayat edilen bir hadisin tashih edilip edilmeyeceği, öteki deyişle sahih hadis kitaplarına girmemiş bir hadise sahih denilip denilmeyeceği konusu tartışılmıştır. İbnu's-Salâh bu konuda zamanında yaşayan hadiscilerin ehliyetlerinin zayıf olduğundan bahisle böyle hadislerin sıhhatine hükmedilemiyeceğini söylemiştir. en-Nevevi ise muteber hadis kaynaklarında yer almayan hadise işinin ehli, hadis ilmini iyi bilen kuvvetli bilgisi olan alimin sahih hükmü vermesinin caiz olduğu görüşündedir. 1159

Tashîhu'l-Kutub:

Bk. Tashih.

Tasnîf:

Sözlükte sınıflandırmak, aynı cinsten olan şeyleri bir araya getirmek, gruplara ayırmak manasına mastardır. Hadis terimleri arasında hadisleri konularına göre ayırarak aynı konudakileri bir arada toplamak manasıyla yer etmiştir.
Hz. Peygamber ve sahabe devirlerinde hadisler daha çok ezberlemek suretiyle muhafaza edilmiştir. Bu arada öğrendiği hadisleri yazanlar da olmuştur. Hicrî birinci asrın sonlarına doğru tedvin edilen hadisler daha sonraki yıllarda konularına göre ayrılarak aynı konudakiler bir araya toplanmıştır. er-Râmehurmuzî'nin kaydettiğine göre hadisleri ilk tasnif eden, bablara ayıran ve aynı konudakileri bir araya getiren muhaddisler şunlardır. Basra'da er-Rebî' b. Subeyh, sonra Sa'id b. Ebî Arûbe; Yemen'de Abd diye bilinen Hâlid b. Cumeyl ve Ma’mer b. Râşid; daha sonra Mekke'de İbn Cureyc, Kûfe'de Sufyânu's-Sevrî, Basra'da Hammâd b. Seleme; yine Mekke'de Sufyân b. Uyeyne, Şamda el-Velid b. Müslim; Rey'de Cerîr b. Abdilhamid, Merv ve Horasan'da Abdullah İbnu'l-Mubârek ve Huşeym aynı yıllarda yine Kûfe'de İbn Ebi Zâ'die, İbn Fudayl ve Vekî İbnu'l-Cerrâh. Daha sonraları yine Yemen'de Abdurrezzâk b. Hemmâm ve Ebu KurreMusa b. Târık. 1160
İbn Hacer, hadislerin önce Kur'ân-ı Kerim'le karışma korkusuna eklenen ravilerin hafızalarının güçlü ve zihinlerinin parlak olması yüzünden tedvin ve tasnif edilerek kitaplara yazılmadığını, tâbi'în devrinin sonlarına doğru tedvin ve tasnif in başladığını söyler. Ona göre tedvinin ve arkasından gelen tasnifin iki önemli sebebi vardır: Hadisleri bilenlerin şehirlere dağılması ve Hâricîlik, Rafızîlik, kader inkarcılığı gibi bazı bid'atcı mezheplerin ortaya çıkması. Bu önemli sebeplerle Hz. Peygamber, sahabe ve tabi'înden intikal eden eserler tedvin, arkasından tasnif edilmiştir.1161 Anlaşıldığına göre Hz. Peygamber'in vefatından sonra onun sağlığındaki tatbik şekli hadislerin daha ziyade ezberlenerek, az da olsa yazılmak suretiyle muhafaza edilmesidir. Böylece öğrenilip öğretilen hadisler bir süre sonra dört Halife devrinin sonlarında siyasi ihtilafların zuhuru, hadisleri Hz. Peygamber'den rivayet eden sahâbîlerin bir yandan İslâm aleminin çeşitli yörelerine dağılması, öte yandan birer ikişer bu alemden çekilmeye başlamaları üzerine hadislerin kaybolma endişesinin doğması gibi sebeplerle toplanmaya başlanmıştır. Hadis toplama faaliyetini toplanan hadisleri tasnif ederek yazılı metinlere geçirme devresi izlemiştir. Cami, musannef, sünen türünde tasnif edilen ilk eserler önce tedvin, sonra tasnif çalışmalarını gerçekleştiren emeklerin ürünleridir.

Tasliye:

Asıl itibariyle salat (dua) ve selam okumak anlamını veren “salla” dört harfli mezid fiilinin mastarı olup Hz. Peygamber üzerine salavat getirmek demektir.
Hz. Peygamber'e dua mahiyetinde salat ve selam okumanın aslı kur'an-ı kerim'e dayanır. Şu ayet bu konudadır:=
“Allah, peygamber (in) e salat eder. Melekler de ederler. Ey iman edenler! Siz de ona çokça salât ve selâm edin.” 1162Hz. Peygamber de kendisine salat okunup selam verilmesini öğüüemiş ve yapılış şeklini öğretmiştir. Namaz kadelerinde okunan “et Tahiyyât” ile “Allâhumme salli” ve “Allâhumme bârik” duaları bir anlamda salât ve selâmdır.
Hz. Peygamber'e salat ve selam okumanın çeşitli şekilleri vardır. En kısa şekli “Allâhumme salli alâ Muhammed” demektir.
Hadis ilimlerinde tasliye, “Salla'llahu aleyhi ve sellem” cümlesine denir. Hadisler yazılırken Hz. Peygamber'in ismi geçen yerlerde kısaca salla'llahu aleyhi (Allah ona salat etsin) veya sallallahu aleyhi ve sellem (Allah ona salat ve selam etsin) cümlelerinden birini yazmak muhaddisler arasında adet haline glemiştir. Hadis meclislerinde görev yapan mustemlînin vazifeleri arasında tasliye de vardır.
İbnu's-Salâh, hadis yazanların dikkat etmeleri gereken hususlar arasında tasliyeye de yer vermiş, “bundan gafil olanlar büyük bir manevi nasipten mahrum kalırlar” demiştir. Ona göre tasliye, ravinin duasıdır. Rivayet edeceği bir söz olmamakla birlikte yazılması, aslında bulunması şartına bağlı da değildir. 1163Bu demektir ki, hadis yazanlar kopya ettikleri nüshada Hz. Peygamber'in isminin geçtiği her yerde “salla'llahu aleyhi ve sellem” denilmemiş dahi olsa kendi yazdıkları nüshaya bu dua cümlesini eklemelidirler. İster çeşitli vesilelerle dille söylensin, isterse hadisleri yazarken yazı ile yazılsın, Allah Resulüne salât ve selâm okumanın faziletine dair selefin salih alimlerinden pek çok gönül erlerini hayran bırakan rivayetler nakledilmiştir.

Tazbîb:

Bk. Tadbîb.

Taz'îf:

Bir kimseyi za'fa nisbet etmek, onun zayıf olduğunu söylemek manasına gelir. Hadis Usulünde hadis ravisinin herhangi bir kusuru yüzünden zayıf olduğuna hükmetmeye denilmiştir. Umumiyetle bu manada kullanılmakla birlikte zayıf olduğuna hükmedilen ravinin hadisinin zayıf görülmesine denildiği de olmuştur.

Tebe'u't-Tâbi'în:

Bk. Etbâ'ut-Tâbi'in.

Tebliğ:

“Ulaşmak” manasına “belağa” kök fiilinin tef’il ölçüsünde maştan olan tebliğ, umumiyetle Hz. Peygamber (s.a.s)'in Allah'tan kullarına ulaştırdığı emirler, nehiyler ve sair hususlar hakkında kulllanılan tabirdir. Sahabîlerin Allah Resulü'nden öğrendiklerini kendilerine yetişen tabi'în nesile aktarmaları da bir anlamda tebliğdir.
Hadis usulünde tebliğ, hadis meclislerinde mustemlî denilen görevlinin şeyhin sözlerini ona uzak olup da işitmesi mümkün olmayanlara duyurmak için tekrarlamasına denir. Büyük alimlerin çok kalabalık olan hadis meclislerinde şeyhin bulunduğu yere uzak düşenlerin onun sesini işitmeleri zordur. Bu durum karşısında bir tedbir olarak tebliğe başvurulmuştur.
Şeyhin sözünü işitmeyenlerin müstemli tarafından tekrarlanan, bir diğer ifadeyle tebliğ edilen hadislerin müstemliden duyulduğu halde şeyhe nisbet edilerek rivayet edilmelerinin caiz olup olmadığında az da olsa ihtilaf vardır. Bazı muhaddisler, mesela Buhari Şeyhi Ebu Nu'aym el-Fadl b. Dukeyn, bir harf, bir isim bile olsa kulağıyla işitmeyip arkadaşlarından sorarak öğrendiği tek-tük kelimeleri şeyhinden değil arkadaşlarından rivayet edermiş. İbn Huzeyme ise daha ayrı bir yol tutarak şeyhten değil müstemlînin tebliğinden işittiği lafızları belirtmek üzere isnadında bazen ihtiyaten ahberanâ fulünün bi-teblîği fulânin özel eda lafzını kullanmış ve müstemliden işittiği kısmı böylece açıklamıştır. 1164

Tecrîh:

Bk. Cerh.

Tecvîd:

Bk. Tesviye.

Tedlîs:

Karanlığa getirmek, hile yapmak, göz boyamak manasına “delese” kök fiiliniden alınma Tef’il ölçüsünde mastardır. Alışveriş sırasında satıcının sattığı malın kusurunu gizleyerek müşterisini aldatmasına denilmiştir.1165
Hadis terimi olarak tedlis, bir ravinin muasırı olup görüşmediği veya görüştüğü halde hadis almadığı bir şeyhten işitmişçesine rivayette bulunmasına denir. Ravinin hadis işittiği şeyhten gerçekte işitmemiş olduğu hadisi rivayet etmesi de tedlistir. Tarifi açıklamak gerekirse şunlar eklenebilir. Bir ravi aynı asırda yaşadığı bir şeyhle görüşmemiştir. Veya görüşmüş olmakla birlikte ondan hadis rivayet etmemiştir. Böyle iken ondan görüşmüş gibi rivayette bulunursa yaptığı işe tedlis adı verilir. Bunun gibi yalnızca bir-iki hadis işittiği şeyhten aslında işitmemiş olduğu hadisleri ona isnad ederek naklederse aynı işi yapmış demektir.
Tedlisin gerek aslındaki karanlık ve hileli iş görmek, gerekse kendisindeki kusuru gizlemek manası dikkate alınırsa görüşmediği şeyhten hadis rivayet eden ravi bu kusurunu gizlemiş demektir. Rivayetlerinde tedlis yapan raviye mudellis, ravinin tedlis yoluyla rivayet ettiği hadise ise mudelles adı verilir.
Hadis âlimlerine göre tedlis önemli bir cerh sebebidir. Tedlis yapanlar şiddetle tenkit edilmişlerdir. İmam Şafiî tedlisi yalanın kardeşi saymıştır. Hadis Usulü âlimlerinin büyük çoğunluğu isnadında tedlis olan hadislerin reddedilmesi gerektiği görüşündedir.
Aslına bakılırsa bir ravi isnadında mesela şeyhini bilinmeyen bir isim veya künye ile anmak suretiyle tedlis yapmakla onu cehalet ithamına maruz bırakmış demektir. Bir muhaddis, hadis alimleri arasında bilinen isminden başka bir isim veya künye ile söylenen şeyhin kim olduğunu kestiremezse hadisini terk etmesi gerekir. Kaldı ki tedliste çok kere zayıf veya mecruh bir ravi gizlenmiş olur. Bu ise büyük fesattır. 1166Bu ve diğer bazı mühim sebepler göz önünde tutularak hadise yalana eşdeğer hile karışmasına mani olmak gayesiyle tedlis caiz görülmemiş, müdellisler tenkid edilmiştir.
Tedlisin birkaç çeşidi vardır. Bunlar hakkında da kısa bilgiler vermek yerinde olur.
1. İsnad tedlîsi (Tedlîsu'l-İsnâd): Hadis ravileri arasında en fazla görülen tedlis çeşididir. Ravi, hadisini, isnadında kesinlikle rivayeti belirten cezm sığaları yerine kale, an gibi lafızlar kullanarak nakleder. Oysa naklettiği hadisi isnad ettiği kimseden işitmiş değildir. Ondan işittiği zannını uyandıracak şekilde rivayet etmekle isnadında tedlis yapmış olur. Şu haber isnadda tedlisin nasıl yapıldığını gösterecek niteliktedir: “Ali b. Haşrem anlatmıştır: “Bir gün, Sufyan b. Uyeyne'nin yanında idik. Bize “Kale'z-Zuhrî” diyerek bir hadis rivayet etti. Rivayet ettiği hadisi ez-Zuhrî'den bizzat işitip işitmediği soruldu. İşitmediğini söyledi ve şöyle dedi:
“Haddesenî Abdurrezzâk, an Ma’mer, ani'z-Zuhrî.”
Sufyan b. Uyeyne ez-Zuhri ile aynı asırda yaşamış, onunla görüşmüştür. Ne var ki ondan hiçbir hadis rivayet etmemiştir. Oysa bu haberde görüldüğü gibi önce “kale'z-Zuhrî” diyerek bizzat ondan kendisi işitmişcesine hadis rivayet etmiştir. Hadisi ez-Zuhrî'den işitip işitmediği sorulunca ondan Abdurrezzâk -Ma’mer yoluyla rivayet ettiğini açıklamak zorunda kalmıştır. Buradaki tedlis, isnadda olmuştur ve Sufyân'ın şeyhi Abdurrezzâk ile onun şeyhi Ma’ıner'i söylemeden doğrudan ez-Zuhrî'den rivayet etmişçesine nakletmesiyle meydana gelmiştir. Bu bakımdan isnad tedlisidir.
2. Şuyuh Tedlîsi (Tedlîsu'ş-Şuyûh): Ravinin hadis rivayet ettiği şeyhinin isnadında herkesçe bilinen meşhur isim, künye veya lakabıyla değil, bilinmeyen isim, künye, ya da lakabla anmasryla meydana gelen tedlistir.
Raviyi, şeyhinin bütün hadiscilerle bilinen isim vea lakab veyahut künyesi ile anmayıp belirsiz şekilde zikrederek tedlis yapmasına neden olan sebepler çeşitlidir. Şeyh, ya mecruhtur; yani bazı kusurları yüzünden cerhedilmiştir. Ravi onu herkesçe bilinen isim, künye veya lakabıyla andığı takdirde hadisi zayıf sayılacaktır. Onu herkes tarafından bilinmeyen bir isim, lakab, künye veya nisbe ile anmakla mecruh olduğunu gizlemeye çalışır. Ya yaş bakımından kendisinden küçüktür. Yahutta ondan pek çok hadis işitmiştir. Bu hadisleri aynı şahıstan aynı şekillerde rivayet etmek hoşuna gitmez. Bir değişiklik yapmak ister. Bu gibi durumlarda ravi, şeyhini herkesin bileceği şekilde anmamakla tedlis yapmış olur. Söz gelimi Ebu Bekr b. Mucâhid isimli bir ravi, bazı isnadlarmda “haddesenî Abdullah b. Ebî Abdillah” demiştir. Abdullah b. Ebî Abdillah ismiyle andığı şeyhinin muhaddislerce bilinen ismi Abdullah b. Ebî Dâvuddur. Sünen sahibi meşhur muhaddis Ebu Davud'un oğludur. Ebubekr b. Mucâhid'in isnadında şeyhini bütün hadiscilerin bildiği ismiyle değil değişik bir isimle anmış olması şeyhini tedlistir.
3. Tesviye Tedlisi (Tedlîsu't-Tesviye): Ravinin isnadında sika olan raviler arasındaki bir zayıf ravinin adını atlayıp, isnadı aynı seviyede sika ravilerden meydana geliyormuş gibi göstermesinden ibaret tedlistir. Bu tedlis türü el-Irâkî'ye göre ayrı bir tedlis çeşidi, İbn Hacer'e göre ise tedlîsu'l-isnadın bir başka şeklidir. Misal verilecek olursa şu rivayet üzerinde durulabilir:
“Bakiyye'den rivayet edilmiştir: (Demiştir ki) bana Ebu Vehbi'l-Esedî tahdis etti. Nafi'den, İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre (şöyle demiştir). “Bir kimsenin görüşünün esasını bilmeden müslümanlığını öğmeyiniz.”
Bu hadisin isnadı, aslında Ubeydullah b Amr-İshak b. Ebî Ferve-Nafi- İbn Ömer şeklindedir. Ancak Bakiyye, aradaki İshâk b. Ebî Ferve adındaki zayıf raviyi isnadından düşürüp, bütün isnadı aynı seviyede sika ravilerden ibaret gibi göstermiştir. 1167Diğer taraftan yaptığı tedlisin anlaşılmaması için Abdullah b. Amr isimli şeyhini meşhur olmayan Ebu Vehbi'l-Esedî künyesiyle anmıştır. Böylece hem tesviye hem de şuyuh tedlisi yapmıştır.
Hadis Usulü âlimlerine göre en kötü tedlis çeşidi tesviye tedlisidir; zira bu tedlis şeklinde ravi zayıf olan şeyhini çok kere isnadda atlamakla inkitaa sebep olmaktadır. Onu değişik isimle anmakla ise mübhem bırakmakta, böylece tereddüde yol açmaktadır.
Tedlisin bu sayılanlardan başka birkaç çeşidi daha vardır. Bunlara dair kısa bilgiler vermek de yerinde olacaktır:
Tedlîsu'l-Atf (atıf tedlisi): Ravinin isnadında gerçekte hadis işitmediği şeyhin ismini işittiğinin ismi üzerine atfetmesiyle yaptığı tedlistir. Böyle tedlis yapan ravi isnadında “haddesenâ fulanun ve fulânun” der. Aslında ikinci şeyhten hadis işitmemiştir. Öyle iken işittiği birinci şeyhin ismi üzerine atfederek söylemiş, böylece ondan da işittiği zannını uyandırmıştır.
Tedlîsu's-Sukût (Sükût tedlisi): Tedlîsu'1-Kat' de denilen bu tedlis çeşidi, ravinin isnadını söylerken hadis işittiği şeyhinin ismini andıktan sonra bir süre susup başka bir isim söylemesiyle meydana gelir. Ravinin bunu yapmaktaki maksadı, dinleyenler üzerinde gerçekten hadis işitmediği bir şeyhten işittiği intibaını uyandırmaktır.
Bunlardan başka İbn Hacer'in farkına vardığı tedlîsu'l-bilâd denilen bir çeşit tedlis daha vardır. Şu şekilde yapılır. Ravi isnadını söylerken falan yerde diye bir kayıt ekler. Aslında söylediği yer, söylediği isimle meşhur olan yer değildir. Mesela Mısırlı bir ravinin İsnadında “haddesenâ fulânun bi'1-Endelus” demesi buna örnek gösterilebilir. Buradaki En-delüs, Endülüs değil, Kahire'de bir mahalle ismidir. Aynı şekilde Bağdatlı bir ravinin “haddesenî fulânun varâ'e'n-nehr” diyerek isnadını sevketmesinde de tedlîsu'l-bilâd söz konusudur; çünkü “bana falanca nehir kenarında tahdis etti” derken kasdettiği yer Mâverâ'un-nehir değil, Dicle kıyışıdır.
Böyle tedlis yapan raviler, belki de, hadis elde etmek uğruna uzak yerlere gittikleri, çetin yolculuklar yaptıkları intibaını uyandırarak rivayetlerine ilgi çekmek istemiş olmalıdırlar.

Tedlîsu'l-Bilâd:

Bk. Tedlîs.

Tedlîsu'l-İsnâd:

Bk. Tedlîs.

Tedlîsu'l-Kat’:

Bk. Tedlîs.

Tedlîsu's-Sukût:

Bk. Tedlîs.

Tedlîsu's-Şuyûh:

Bk. Tedlis.

Tedlîsu't-Tesviye:

Bk. Tedlîs.

Tedvin:

“Sözlük yönünden tedvin, defter gibi yazılı sahifelerden ibaret metinleri birleştirerek divan haline getirmek demektir. Bu manada hadisleri yazarak bir araya toplamaya denilmiştir. Zaten Tedvînu'l-hadîs şeklinde ve bu manayı ifade edecek tarzda kullanılmıştır.
Hadis tarihinde hadisleri yazarak toplama faaliyetini başlatan başlıca amiller arasında Hz. Peygamber'in fani hayattan ayrılmasından sonra geçen zaman içinde İslam fetihlerinin gelişmesi üzerine hadisleri bilen sahabîlerden bir kısmının fethedilen yeni ülkelere dağılması, arkasından teker teker bu dünyadan çekilmeleri; Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen siyasî karışıklığın İslam birliğini parçalamasiyle ortaya çıkan grupların hadis uydurmaya başlamaları ve hadislerin kaybolmasından endişe duyulması başta gelir. Emevî Halifesi Ömer b. Abdilaziz, Medine Valisi Ebubekr b. Muhammed b. Amr'a hadislerin kaybolması endişesini dile getiren bir mektup göndererek Hz. Peygamber'den arta kalan eserlerin toplanmasını emretmiştir. Halife bu mektubunda şöyle diyordu: “Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadislerini ve sünnetlerini, Amra bint Abdirrahman'ın rivayet ettiği hadisleri araştır ve yaz; zira ben alimlerin ölüp gitmeleriyle ilmin kaybolmasından korkuyorum.
Araştırmaların, o zamanki İslâm aleminin her yanına yazıldığını açığa çıkardığı bu Halife emri üzerine yoğun bir hadis toplama faaliyeti başlamıştır. Meşhur tâbi'î İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin bu işle resmen görevlendirildiği anlaşılmaktadır. İbn Abdilberr'in bir rivayetinde bu husus açıkça belirtilmiştir: “Ömer b. Abdilaziz bize sünnetlerin toplanmasını emretti. Ona defter defter yazdık. O da idaresi altındaki yerlere bu defterlerden birer tanesini gönderdi.” 1168İbn Şihâb bu görevi layıkıyla yerine getirerek ilme büyük hizmette bulunmuştur. Onun hadisleri ilk tedvin eden kişi olarak tanınması tedvin görevini hakkıyle yerine getirmesi sonucudur. Onunla birlikte başka hadis tedvin edenler de olmuştur. Ancak İbn Şihâb tedvin işini resmi olarak yürütmüştür. Sahabe devrinin sonlarına doğru hadis tedvini yaygın hale gelmiştir.
Tedvin devrini takip eden tasnif devrinde, toplanan hadisler çeşitli metodlarla tertiplenerek kitaplar yazılmaya başlamıştır.

Tedvînu'l-Hadîs:

Bk. Tedvin.

Teferrede Bihî Fulân An Fulân:

“Bu hadisi falandan rivayette fülan tek kaldı manasına gelen bir tabirdir. Bir şeyhten rivayette tek kalan ravinin teferrüdünü ifade etmekte kullanılır.
Bir ravinin bir başka raviden tek başına rivayetini ifade etmek üzere az da olsa ağrabe bihi fulânun tabiri de kullanılmıştır. Böyle bir raviden rivayette tek kalan ravinin rivayetine ferd-i nisbî denilmiştir.

Teferrud:

Daha az olmakla birlikte aynı kullanılan infiradla birlikte tek kalmak, bir işi yalnız başına yapmak manasını verir.
Hadis usulü ilminde teferrüd veya infi-rad ravinin rivayetinde tek başına kalmasına, bir başka deyişle hadisi herhangi bir şeyhten ondan başka rivayet eden olmamasına denir. Ravinin rivayette tek kalması hali hadisin garib addedilmesine sebep olur. Bu yüzden teferrüde, öteki tabiriyle infirada garabet denildiği de olmuştur, aynı manada inferede bihî fulânun an fulânin tabiri de kullanılmıştır.

Tefsir:

İslâmî ilimler içinde Kurân-ı Kerim'in açıklanması ve yorumu manasına bir ilmin adı olan tefsir, Hadis ilminde Allah kelamının tefsiri konusundaki hadisleri ihtiva eden ve cami türündeki hadis kitaplarında bulunan ana bölümlerden birinin başlığıdır. Söz gelişi Sahih-i Buhâri'de Kitâbu't-Tefsîr başlığı altındaki bölüm, bazı Kur'ân-ı Kerim ayetlerinin nüzul sebebi ile gerek Hz. Peygamber, gerekse sahabe tarafından açıklanması konusundaki rivayetlere ayrılmıştır. Bu bölümde hayli filolojik malzeme de vardır.

Teğayyera Bi-Âhirih:

Hayatının sonuna doğru değişti demektir. Ravinin, ömrünün sonlarına yaklaştığında zabtının zayıfladığını ifade etmekte kullanılmıştır.
Aynı yerde aynı manaya gelmek üzere Teğayyera bi Ehara tabiri de kullanılmıştır. Ancak bu tabir, İbn Hacer'e göre beşinci derecede cerhe delalet eden cerh lafzıdır. 1169

Teğayyur:

Kelime olarak bir nesnenin değişmesi, başkalaşıp değişikliğe uğraması demektir. Hadis ilminde hastalık, yaşlılık ve sair sebeplerle hadis ravisine ihtilat arız olması halinde zihni melekelerinin zayıflayıp eski halinden başka bir hale geldiğini ifade etmekte kullanılan tabirdir. Çoğu zaman ihtilafla birlikte kullanılır. Her ikisi de cerh sebebidir.

Tekaddum-u Semâ’:

Hadis işitmenin daha önce olması anlamını veren bu tabir bir ravinin hadisi şeyhinden genç yaşlarda iken işitmesini ifade eden bir tabir olarak kullanılmıştır.
Hadisi erken ve genç yaşlarda işitmiş olmak doğrudan doğruya Uluvvla yani isnadın âlî olmasıyla ilgilidir. Açıklamak gerekirse, bir hadisin rivayet edildiği ravi sayısı aynı olan iki isnaddan birindeki ravi o hadisi aynı şeyhten diğerinde bulunan birine nisbetle daha evvel ve genç yaşlarda işitmişse o isnadda diğerine nisbeten uluv hasıl olmuş sayılır. Bu çeşit uluv, uluvvun beşinci kısmını teşkil eder ve uluvv-u ma'nevî adını alır.

Tekaddum-u Vefat:

Ravinin önce ölmesidir. Hadis Usulünde bi'n-nisbe uluvv şekillerinden birisinde geçer. Şöyle ki, el-Kutubu's-Sitte veya diğer muteber hadis kitaplarından birisi herhangi bir şeyhten ravi sayısı aynı olan iki veya daha fazla isnadla rivayet edildiğinde bu isnadlardan ravisi daha önce ölende diğerlerine nisbetle uluv hasıl olmuş kabul edilmiştir. Böyle uluv, uluvvun dördüncü mertebesini teşkil eder.

Tekellemû Fîhi:

Hakkında konuşanlar var manasına gelen bir tabir olup cerh lafızlarındandır. Cerhin en hafifine delalet eden birinci mertebesindeki lafızlara el-Irâkî'nin ekledikleri arasında yer alır.
Bu mertebede bulunan lafızlardan birisiyle cerhedilen ravinin hadisleri, kaide olarak, i'tibar için yazılır. Hakkında tekellemû fîhi cerh hükmü verilmiş olan ravilere dair bazı tenkitler ileri sürülmüşse de bu tenkitler hadislerinin i'tibar için yazılmasına engel olacak derecede görülmemiştir.

Telakkub:

Lakablanmak, isminden başka lakab almak anlamında mastardır. Bir ravinin isminden ayn olarak meşhur olduğu bir lakab almasına denir. Misal vermek gerekirse meşhur alim Süleyman b. Mihrân, eğri bacaklı manasına gelen el-A’meş lakabını almış ve isminden çok bu lakabıyla tanınmıştır.

Telfîk:

İkinci babtan çekimi yapılan ve iki şeyi birbirine katmak, birleştirmek manasına gelen “lefeka” kök fiilinin tef’il ölçüsünde mastar olan telfik, kök fiiliyle aynı manaya gelir.
Hadis Usulünde telfîku'r-rivâyât tabirinin kısa şeklidir ve bir hadisin çeşitli rivayetlerini birleştirerek hepsini belli lafızlarla ve tek isnadla nakletmeye denir. Bu, bir anlamda ravinin, bir hadisi- birkaç şeyhten almış bulunması ve rivayetlerin manaca bir olmakla birlikte lafiz yönünden farklı olması halinde- isnadlarını birleştirerek metnini içlerinden birinin lafzıyla sevketmesidir. Böyle birkaç şeyhten rivayet edilen hadisi isnadlarını birleştirerek içlerinden birinin metniyle zikretmekte ravi ahberanâ fulânun ve fulânun ve'1-lafzu li-fulânin kale (falan ve fülan bize haber verdiler. Hadisin lafzı falancaya aittir. O dedi ki...) veya ahberanâ fulânun ve fulânun ve hazâ lafzu fulânin kale (bize falanca ve falanca rivayet etti. Bu naklettiğimiz lafız falanın rivayetidir. O demiştir ki...) gibi lafızlar kullanır. Bu lafızlarla aynı hadisi iki isnadını birleştirerek rivayet ettiğini, mana aynı olmakla beraber şeyhlerinden hangisinin rivayetini tercih etmiş olduğunu belirtmiş olur.
Müslim, Sahih'inde takip ettiğ imetot gereği bir hadisin çeşitli tariklannı bir arada zikrettiğinden telfikin güzel örneklerini vermiştir, misal olarak bir tanesini almak faydadan hali değildir.
“Bana İbrahim b. Dînâr, Ukbe b. Mukrem ve Abd b. Humeyd tahdis ettiler. Bunların hepsinin rivayeti Ebu Asım’dandır. - Nakledeceğimiz hadisin lafzı Ukbe’nindir- (Ukbe) “haddesenâ Ebu Asım” dedi...”
“...Hz. A'işe haber vererek şöyle dedi: “Oynayanları görmek istiyorum” deyince Hz. Peygamber ayağa kalktı. Ben de kapıda durdum. Onlar Mescitte oynarlarken ben de Allah Resulü'nün iki kulağıyla omuzu arasından seyrettim.”1170
Görüldüğü gibi Müslim hadisi üç şeyhten tercih ettiği Ukbe'nin lafzıyla nakletmiştir. Böylece aynı hadisin üç rivayetini birleştirerek vermiştir.
Telfikin çeşitli uygulama şekilleri vardır. En çok kullanılan şekil yukanda verilen misaldeki gibidir. Bununla birlikte ravi bazen hadisi isnadlardan birine ait olan lafzı zikretmeyip biraz ondan, biraz diğerinden alıp sevketmek suretiyle de telfik yapabilir. O zaman hadisi ahberanâ fulânun ve fulânun - ve tekârebâ fi'l-ma'nâ- kala ahberanâ fulânun (bize falan ve fülan haber verdi. Söylediklerinin manası birbirine yakındır. Bunlar “bize falan haber verdi” dediler) gibi bir eda lafzıyla sevkeder.
Telfîkin ilk şeklinin caiz olduğunda ittifak vardır. İkinci şeklini ise hadisleri manasıyla rivayet taraftarı olanlar caiz görmüşlerdir.
Ravinin, hadisin manasında birleşmiş bir cemaatten rivayet ederken verdiği metin o cemaatten kimsenin metni olmadığı halde bunu açıklamayıp susmasına gelince, Buharî, Abdullah b. Vehb, Hammâd b. Seleme gibi hadisciler böyle rivayetten çekinmemişlerdir. Bu alimler bu şekildeki rivayetlerinden dolayı ayıplanmışlarsa da hadisin manasiyle rivayetini caiz görenler bunda bir mahzur olmadığını söylemişlerdir.
Bir hadis kitabını birkaç şeyhten dinledikten sonra içlerinden birinin asıl nüshasiyla mukabele eden ravinin, şeyhlerinin hepsini isnadında zikredip -ve'1-Lafzu li-fulânin- diyerek lafzın kime ait olduğunu göstermesini caiz görenler olduğu gibi görmeyenler vardır. Caiz görenlere göre ravi o kitabı ismini söylediği şeyhinden dinlemiştir. Caiz görmeyenlere göre ise o ravinin, diğer şeyhlerinin işittiği kitabın hadislerini nasıl rivayet ettiklerini yakinen bilmesi gerekir. Ta ki onlara da isnad ederek rivayet edebilsin.
Burada şuna işaret etmek gerekir. Sonucu telfik şekli diğerlerine dahil değildir; zira onlarda muhaddis, lafız ravisi olarak gösterdiği şeyhinden başka, öteki şeyhlerinden gelen lafızlara muttali olmuş, mana yönünden kedi rivayetine uygun olduklarını görerek ihbarda bulunmuştur, oysa bunda öyle bir durum yoktur.
Telfîkin bir şekli de şudur. Muhaddis, hadisin bir kısmını bir şeyhinden, diğer kısmını da bir başka şeyhinden dinlemiştir. Sonra rivayet ederken herbirinden dinlediği lafızları ayn ayn belirtmeksizin her ikisini kanştırarak mübhem bir şekilde” bir kısmı falandan; diğer bir kısmı fülandan” diyerek metni her iki şeyhine birden isnad eder. Böyle bir telfik ancak senedi oluşturan ravilerin hepsi sika olduğu takdirde caiz görülmüştür.
Rivayetlere bakılırsa telfîki ilk yapan muhaddis İbn Şihâb ez-Zuhrîdir. Diğer hadis, siyer ve megazi âlimleri de böyle rivayetleri birleştirme işlemini çokça kullanmışlardır. Buhâri'nin İbn Şihâb ez-Zuhrî'den rivayet ettiği ilk hadisi telfikin son şekline güzel bir misaldir. Buharî, senedim İbn Şihâb'a bağlamıştır, ez-Zuhrî de hadisi dört ravi vasıtasiyle Hz. A'işe'den rivayet etmiştir. ez-Zuhri'nin isnadı ve hadisin bir kısmını birinden, diğer bir kısmını bir diğerinden aldığına dair ifadeleri şöyledir:
“... Bana Urve İbnu'z-Zubeyr, Sa'id İbnu'l-Museyyeb, Alkametu'bnu Vakkâs el-Leysî ve Ubeydullah b. Utbe b. Mes'ûd Hz. Peygamber (s.a.s)'in eşi Hz. A'işe (r.anha)'dan naklederek rivayet ettiler. Bunlann her biri bana Hz. A'işe hadisinin bir kısmını rivayet etti. Bu zatların kimi Hz. Aişe hadisini diğerlerinden daha iyi bellemişti. Rivayette ise daha sağlamdı. Bense A'işe'den rivayet ettikleri hadisi herbirinden ayn ayn alıp öğrendim. Bunlardan kiminin hıfzı diğerlerinden üstün olmakla beraber sözleri ötekinin sözlerini doğruluyordu. Bu dört kişi dediler ki, Hz. A'işe şöyle dedi...”1171
Görülüyor ki İbn Şihâb ifk hadisini Hz, A'işe'den ayn ayrı rivayet eden dört tabiîden kısım kısım rivayet etmiştir. Sonra da bunların birbirini doğrulayan rivayetlerini telfik ederek nakletmiş, ancak hangi kısmı hangisinden rivayet ettiğini açıklamamıştır. Bu dört kişi ve İbn Şihâb’ın kendisi sikadırlar. Bu yüzden rivayetlerinin bu şekilde telfik edilmesi hadise herhangi bir zarar vermemiştir.

Telfîku'l-Hadîs:

Bk. Telfîk.

Telfîku'r-Rivâyât:

Bk. Telfîk.

Telkîb:

Kelime olarak mastar olup bir insana lakap takmak veya onu bir lakabla anmak demektir. Hadis ilminde kelime manasıyla kullanılır ve bir raviyi isminden başka isim veya lakabı, yahutta künyesiyle anmaya denir.
Telkîb, özellikle mübhem olarak zikredilen ravilerin kim olduklarından kestirilmesinde işe yarar. İsimleri birbirine benzeyen ravilerin bilinmesinin de de telkîb şeklinden faydalanılır.

Telkin:

Bir sözü birine söyleyip anlatmak manasına mastardır. Bir kimseye bir şey anlatıp kabul ettirerek tesir altına almak manasına daha çok kullanılır. Türkçede buna ağzına dil vermek denilir. 1172
Hadis Usulünde telkin, bir muhaddise tesir ederek bir hadisin kendi rivayeti olduğuna inandırarak onu gerçekte rivayet edip etmediğini bilmeden rivayet etmesini sağlamaktır. 1173
Telkine maruz kalanlar daha çok darîr denen görme duygusundan mahrum kalanlarla îhtilat veya yaşlılık sebebiyle hafıza kaybına uğrayanlardır. Böyle birine değişik isnad etmek, hadise rağbeti artırmak gibi sebeplerle bu senin falandan rivayetindir” denilerek telkinde bulunulur. Eğer o ravi hadislerini kendisine ait bir asıldan rivayet etmiyorsa ve ne rivayet ettiğini bilmiyorsa telkin edilen hadisi kendi hadisi olarak rivayet eder. Bu şekilde telkine uğramış olur.
Telkine maruz kalanlar arasında Musa b. Dînâr meşhurdur. Abdurrezzâk b. Hemmâm'ın da telkine maruz kaldığı söylenmiştir. İnsanların aczini kullanmakla birlikte bazen siyasî maksatlarla mevzu hadisin bile telkin edildiği olmuştur. Şu misal bunu gösterir: “İbn Zekrûye anlatmıştır: “Bir gün Ebubekr İbnu'l-Ce'âbî'nin yanında idim. Derken yanına bir grup şiî geldi. Selam verip oturdular. Minderinin altına içinde para bulunan bir kese koyduktan sonra içlerinden biri
“Kadı efendi, dedi; sen Bağdat muhaddislerinin hepsini isnadında toplamış birisin. Bu kente gelenleri de bilirsin. Biliyorsun, Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib de Bağdad'a geldi. Senden kitabında bu olayı zikretmeni rica ediyoruz.” Bunun üzerine İbnu'l-Ce'âbi
“peki” dedi ve hizmetkarına kitabını getirmesini söyledi. Kitabı gelince bir yerine
“Söylendiğine göre Mü’minlerin Emiri Ali b. Ebî Talib de Bağdad'a gelmiştir” diye yazdı. Bundan sonra şiîler kalkıp gittiler. Ben
“Kadı, dedim, kitabına yazdığın bu haberi sana kim rivayet etti?” Bu soruma
“Gördüğün bu adamlar” cevabını verdi.”1174
Rivayetlerinde tesâhül gösterenlerin olduğu gibi telkini kabul edenlerin de rivayetleri makbul sayılmıştır.

Temrîz:

Bk. Tadbib.

Temrîz Sigası:

Temrîz sözlükte hasta etmek manasına geldiği gibi karşılığı olan hastaya ilgi göstererek tedavisine gayret göstermek, kötülemiş birini sağlığına kavuşturmak anlamını da verir. Temrîz sigası ise kale, ruviye, nukile, yuzkeru gibi kesin rivayete delalet etmeyen eda sigalarına denir. Söz gelişi kale eda lafzı kesinlikle rivayete delalelet ettiği kadar tedlis yoluyla rivayette de kullanılır. An lafzı da öyledir.
Temrîz sigaları daha çok Hz. Peygamber'e ait olduğu kesin olmayan zayıf hadislerin edasında kullanılmıştır. İbnu's-Salâh'a göre isnadsız olarak rivayet edilen zayıf hadislerle sahih mi zayıf mı olduğu konusunda tereddüd hasıl olan hadislerin rivayetinde de temrîz siğalan kulanmak gerekir. 1175

Te'nîn:

Kelime olarak “enne ile rivayet etmek” demektir. Mu'ennen bahsinde geçtiği gibi hadisin isnadında “enne” edatı kullanılır, ravi hadisi “enne Resulallah (s.a.s) kale” diyerek sevkeder. Bu şekilde rivayete te'nin adı verilmiştir.
Aynı lafız bir de icazetle rivayet şekillerinden birinde geçer. Ravi, kendi şeyhine şeyhinin şeyhi tarafından icazetle rivayet izni verilmiş olduğunu “enne” lafzıyla haber verir. Mesela ravi isnadında ahberanâ fulântın enne fulânen ahberahu lafzını veya benzerini kullanır. Bu şeyhinin, şeyhinden icazetle almış olduğu hadisi kendisinin de ondan aynı yolla-aldığını ifade eder.

Terâcum:

Bk. Terceme.

Terceme:

Bir dilde ifade edilen manayı diğeriyle açıklamak karşılığı olan mastardır. Çoğulu Teracum gelir.
Hadis İlminde terceme, hadis kitaplarındaki ana bölümlerle (kitâb) bunları oluşturan bâblara konulan başlıklara denilmiştir. “Buharı'nin fıkhı terâcümündedir” sözü meşhurdur ve onun fıkıh meselelerine dair görüşlerinin Sahîh'inin bablarına koyduğu kimi başlıklarda özetlenmiştir manasınadır.

Tercih:

Sözlük yönünden bir şeyi diğerinden üstün görüp onu yeğlemek manasına gelen tercih, Hadis ilminde manaları bakımından birbirine zıt iki hadisten birini herhangi bir sebeple alıp öbürünü bırakmaya denir. Eklemek gerekirse bu tarif, aralarında nesh söz konusu olmayan rivayetler içindir.
Birbirine zıt mana taşıyan iki hadisin ik-siyle birden amel etmek imkansızdır. Nesh de söz konusu olmayınca birini diğerine tercih etmek gerekir. Sıhhat bakımından ikisi de aynı derecede olan bu iki rivayet tetkik edilir. Birini diğerine üstün kılacak herhangi bir husus araştırılır. Tercih sebebi denilen herhangi bir özellik taşıyan hadis, diğerine yeğ tutularak onunla amel edilir.
İbnu's-Salâh, bir hadisin diğerine tercih edilmesine yol açan tercih sebeplerinin elli özellik olduğunu kaydeder. Ancak neler olduklarını açıklamaz. 1176el-Hâzimı de bunları zikreder. Bazıları tarafından yüze kadar çıkarılan tercih sebeplerini es-Suyütî, yedi gruba ayırmıştır. Bu yedi grup tercih sebebi özetle şunlardır:
1. Ravilerin Hallerine göre Tercih Sebepleri:
a) Ravi çokluğu: Ravi sayısı fazla olan hadis, az olana tercih edilir; çünkü fazla sayıda ravi tarafından rivayet edilmiş olan hadiste yalan ve yanlış bulunma ihtimali, az sayıda ravi tarafından rivayet edilene göre daha zayıftır.
b) Rivayet vasıtası olan ravilerin sayıca azlığı: Bu tercih sebebi, isnadın âlî ve nazil olması şeklinde de ifade edilebilir. Ravi sayısı az olan, dolayısiyle âlî isnadla rivayet edilen hadiste yanılma ihtimali nisbeten azdır.
c) Ravilerin fakih olmaları: Ravileri Fıkıh ilmini iyi bilen kimselerden oluşan isnadla rivayet edilen hadis, böyle olmayana tercih edilir. Hadis, lafzıyla veya manasıyla rivayet edilmiş de olsa farketmez; zira fakih olan ravi, hadiste görünüşe göre mahzur saydığı bir husus olursa şüphesini gidermek için araştırma yapabilir. Ancak Fıkıh ilmini bilmeyen kimse için bu mümkün olamaz.
d) Ravilerin nahv ilmini bilmeleri: İsnadı, nahiv kaidelerini iyi bilen ravilerden meydana gelen hadis, diğerine tercih edilir. Kuşkusuz, nahiv kaidelerini bilen ravi, hadiste dil yönünden kusur varsa açığa çıkarabilir. Böyle bir ravinin, hadisin manasını bozacak hatalardan emin olması kolaydır. Halbuki nahiv kaidelerini bilmeyen raviden böyle birşey beklenemez.
e) Ravilerin hafız (hadisleri ezberleyen) kimseler olmaları: İki hadis. Hadis ilmindeki tabiriyle tearuz ettikleri, yani birbirlerine zıt düştükleri zaman, nesh söz konusu olmadığı, araları birleştirilemediği, nihayet başka tercih sebepleri dikkate alınarak içlerinden biri tercih edilememediği takdirde, hadislerini ezberlemiş olan ravinin hadisi, yazılı metne dayananınkine tercih edilir.
İslamın ilk devirlerinde yazı bilenlerin sayısı yok denecek kadar az, yazı tekniği de geri olduğundan hadislerin daha çok ezberden nakline önem verilmiştir. Yazılı metinlerin kaybolma, yıpranma tehlikesinin yanısıra bugünkü manada harekeleme yapılamayışı yüzünden yanlış okunma tehlikesi bahis konusu olunca hadislerini ezberinden nakleden ravinin rivayet ettiği hadisin tercih edilme sebebi daha iyi anlaşılır.
f) Zabt üstünlüğü: Hafızası kuvvetli, zabt gücü fazla olan ravinin hadisi, böyle olmayanın hadisine tercih edilir. Bu tercih sebebi de zabtı kuvvetli ravinin yanılma ihtimalinin az olması ve rivayetine itina edeceği dikkate alınarak konulmuş olmalıdır.
g) Şöhret: muhaddisler arasında tanınmış bir ravinin hadisi tanınmamış olanınkine tercih edilir. Ravinin isim yapmış biri olması yalan söylemesine büyük ölçüde engel olur. Bunun için hadiscller arasında tanınmış bir kimse olması tercih sebebi olmuştur.
Ravinin halleri ile ilgili tercih sebepleri bunlarla birlikte kırka kadar çıkar. Her biri ravinin çeşitli yönleriyle ilgili sebeplerdir. Hepsi de birbirine zıt manada iki hadisten hangisinin ravisinde varsa o hadisin diğerine tercih edilmesini sağlar.
2. Rivayet Metoduna Göre Tercih Sebepleri:
a) Rivayet Vakti: Buna göre birbirine zıt manada görünen ve araları birleştirilemeyen iki hadisten biri ravisinin erginlik çağında, diğeri ise hünüz erginlik çağına ermeden önce alınmış olsa, ilki tercih edilir. Bu tercih sebebi, erginlik çağına eren ravinin ermeyene nisbetle rivayete daha ehil sayıldığı dikkate alınarak öngörülmüştür.
b) Rivayet metodu: Bu da tercih sebebidir. Buna göre söz gelimi semâ yoluyla alınan hadis arz yoluyla alınana tercih edilir. Aynı şekilde arz yoluyla elde edilen mukâtebe, munâvele usulüyle alınmış olan vicâde ile elde edilene tercih edilir.
3. Rivayet Şekline Göre Tercih Sebepleri:
a) Hadislerden birinin lafzıyla, diğerinin manasıyla rivayet edilmiş olması: Böyle durumda lafzıyla rivayet edilen hadis manasıyla rivayet edilene yahut manasıyla rivayet edildiği şüphe götürene tercih edilir.
b) Vurûd Sebebi: Söyleniş veya bir fiil bildiriyorsa işleniş sebebi belirtilerek rivayet edilen hadis, böyle olmayana tercih edilir. Rivayette vurûd sebebinin söylenmiş olması hadise gösterilen itina ve titizliğin ifadesidir. Bu itibarla tercih sebebi sayılmıştır.
c) Rivayette Tereddüd Edilmesi: Ravisinin rivayetinde şüphe veya tereddüd göstermediği hadis, şüphe ve tereddüde yer vererek rivayet edilene tercih edilir.
Bundan sonraki tercih sebepleri, isnadında ihtilaf olmaması, lafzında iztırab bulunmaması, isnadla rivayet edildiği halde aynı zamanda yazılı bir metne de nisbet edilmesi gibi esaslar üzerinedir ve onuncuya kadar devam eder.
4. Hadisin Vurûd Vaktine Göre Tercih Sebepleri:
a) Hadislerden Birinin Medenî, Diğerinin Mekkî Olması: Bu durumda Medenî hadisler, Mekkî olanlara tercih edilir,
b) Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatına yakın olayları bildiren hadisler zaman belirtilmemiş olanlara tercih edilir.
Hz. Peygamber'in ebedî aleme göç etmesine yakın zamanlarda İslâmiyet güçlenmiştir. Bu yüzden son zamanlara ait hadisler, müslümanlığın zayıf bulunduğu zamanlara ait hadislere nisbetle daha güvenilir itibar edilmiş ve bu husus tercih sebebi sayılmıştır.
c) Hafifletici hükümler taşıyanları diğerlerine tercih edilir. Böyle hafifletici ve kolaylaştırıcı hükümler taşıyan hadisler son zamanlara ait kabul edilir; zira Hz. Peygamber ilkin müslümanlann cahiliye adetlerini bırakarak İslâm esaslarına alışmalarını sağlamak için daha titiz davranmıştır. Sonradan müslümanlann yeni hayat nizamına alışmalarından sonra kolaylığa meyletmiştir. Kolaylaştırıcı hadislerin son zamanlara ait kabul edilmelerinin sebebi budur.
Bununla birlikte aksi görüşte olan, yani kolaylaştırıcı hükümler taşıyan hadislerin değil, şiddet gösteren hükümler getirenlerin tercih edilmesi gerektiği görüşünde olan alimler de vardır. Bunların dayandıkları delil, Hz. Peygamber'in önceleri sadece imanla ilgili esasları tebliğ etmesi, dinî hükümlerin sonradan konulmuş olmasıdır.
d) Ravinin müslüman olmasından sonra öğrendiği hadis, önce öğrendiğine tercih edilir.
e) Rivayette senedin kesiksiz oluşuna delalet eden semi'tu, haddesenâ gibi eda lafızlarının kullanılmış olması da böyle lafızlarla rivayet edilmeyen hadislere tercih sebebidir.
5. Hadisin lafzına Göre Tercih Sebepleri:
a) Hâs (özel hüküm taşıyan) âm (genel hüküm taşıyan) a tercih edilir.
b) Hakikate delalet eden lafızlarla gelen bir hadis, mecaz ifadeler taşıyana tercih edilir.
c) Mutlak mukayyede tercih edilir.
6. Hükme Göre Tercih Sebepleri:
a) Herhangi bir şeyi haram kılan hadis, mubah veya vacip olduğuna delalet edene tercih edilir.
b) Had cezalarını nefyeden hadisler nef-yetmeyenlere tercih edilir.
7. Diğer Sebeplerle Tercih:
a) Kur'ân-ı Kerim'in açık manasına uyan, uymayana,
b) Sünnete ayun, uymayana,
c) İlk dört Halifenin uygulamalarına uyan hadisler uymayanlara, tercih edilir.1177
Bazı âlimlere göre, (Birbirine zıt iki hadisden herhangi bir sebeple tercih edilenine râcih adı verilmiştir. Öbürüne ise bütün hadis âlimleri mercûh demişlerdir.

Terekûhu:

“Onu terkettiler” demek olan bu tabir cerh lafızlarından biridir. Cerhin nisbeten ağırına delalet eden beşinci mertebesinde yer alır.
Hakkında bu mertebede yer alan lafızlardan birisiyle cerh hükmü verilmiş olan ravi artık adalet vasfını yitirmiştir. Bu itibarla kendisi ve hadisleri terkedilir. Yani ne yazılır, ne i'tibar için dikkatle alınır, ne de şahid olarak göz önünde bulundurulur.

Tesâhul:

Sözlük itibariyle kolaylaştırmak, kolaylık göstermek demek olan tesahul kelimesi mastardır.
Hadis usûlünde bilhassa rivayete gereken önemi vermeyenlerin, işi gevşek tutanların bu tutumlarına denir.
Kaide olarak hadis işitmede veya rivayette gerekli dikkat ve özeni göstermeyen ravinin rivayeti makbul tutulmaz. İbnu's-Salâh, rivayeti makbul sayılmayanlar arasında hadis meclisinde uyuyanları mukabele edilmemiş bir asıldan rivayet etmek suretiyle rivayet kaidelerinin önemini umursamazlığa delalet eden gevşekliği gösterenleri de saymıştır. Alimimizin gözünde telkin kabul eden ravi de tesahül gösteriyordur. 1178
Muhaddisler hadisleri birer dinî esas olarak gördüklerinden Hz. Peygamber'den kendilerine emanet kabul etmişler ve hatasız bir şekilde rivayet edilebilmeleri için kaideler koymuşlardır. Onlar nazarında bilhassa ahkâm hadislerinin büyük önemi vardır. Haram, helal, emir, nehiy biraz da hadislerle belli olur. Bu sebeple büyük hadis alimleri dinî hükümler taşıyan hadisler üzerinde ciddiyetle durmuşlardır. Onlara göre hadislerin hatalı rivayeti Hz. Peygamber (s.a.s)'in maksadının yanlış anlaşılmasına, dolayısiyle çıkarılacak hükmün yanlış olmasına yol açmak olacaktır. Bu itibarla rivayet hatasız olmalıdır. Bunun için de konulan kaidelere riayet etmek, işi gevşek tutmamak gerekir. Rivayetlerinde tesahül gösterenler, bilmeden yanlış rivayete meydan vermiş olabilirler. Bu bakımdan hadisleri rivayette tesahüle yer vermemelidir. Rivayetinde tesahül gösteren ravinin hadisi de kabul edilmemek gerekir.
Şu da var ki hadisciler ahkam hadislerinde son derece titizlik göstermekle birlikte aynı titizliği şer'i hüküm taşımayan hadislerde göstermemişlerdir. Nitekim Ahmed b. Hanbel “Hz. Peygamber (s.a.s)'den helâle, harama, sünnetlere ve dinî hükümlere dair bir hadis rivayet edersek isnadlarda işi sıkı tutarız. Ondan amellerin faziletlerine ve bir şer'i hüküm konmayan veya kaldırmayan hadis rivayet ederken isnadlarda tesahül gösteriririz” demiştir. 1179
Diğer taraftan, muhaddislerin bazı hadisleri hakkında üzerinde fazla durmadan üstün-körü hüküm vermelerine de tesahül denilmiştir. Sözgelişi İbnu'l-Cevzî hadise kolayca mevzu damgasını vurabilen bir alimdir. Gerçekten Mevzuatında değil bazı hasen ve zayıf hadislere, Buharî ve Müslim'de mevcut kimi sahih sayılanlara bile kolayca mevzu demiştir.1180 Onun bu tutumu da tesahül sayılmış ve tenkit edilmiştir. Bunun gibi es-Suyûtî de diğer alimlerin zayıf gördükleri bazı hadislere kolayca sıhhat kılıfı uydurmuştur. Bu da bir tesahüldür.
Hadis alimleri tesahül karşılığı olarak teşdîd tabirini kullanmışlardır. Bu da rivayette ciddi davranıp gerekli dikkat, itina ve titizliği göstermekle rivayet kaidelerine elden geldiği ölçüde uymak olarak açıklanmıştır.

Tesebbut:

Kelime olarak sabit ve sağlam olmak manasına gelir. Kısaca hadislerin rivayetinde veya rivayet edilen hadislerin kabulünde titizlik göstermeyi ifade eden tabir olarak kullanılmıştır.
Bilhassa Raşid halifelerden Ebubekr ve Ömer hadis rivayetinde son derece titiz davranmışlar. Aynı titizliği rivayet edilmiş olan hadisleri kabulde de göstermişlerdir. Her ikisinin de sa-habîlerden birinin rivayet ettiği bir hadisi işiten başka bir sahabî olup olmadığını araştırmaları meşhurdur. Bu tutum, onların hadisleri kabulde ihtiyatlı ve dikkatli davranarak tesebbüt göstermelerinden başka bir şey değildir.

Tesmî':

“İşittirmek” manasına gelen bu tabir de bir şeyhin, talebelerinin işitmesi için hadislerini ezberinden veya kitabından okuması manasına kullanılmıştır.

Tesmiyetu'r-Ruvât:

“Hadis ravilerinin isimlerini söylemek” demek olup ravinin şeyhinin isim, neseb, lakab veya künyesini, bir de mensup olduğu kabile veya yerleştiği belde ismini söyleyerek kimliğini açıklığa kavuşturmasına denilmiştir.
Hadisi rivayet eden ravi şeyhini mübhem bırakmayıp dilediği şekilde ismî, nesebi, künyesi veya lakabiyle söyler. Bunda serbesttir. Ancak senedin üst tarafında bulunan ravilerin ismine veya vasfına dair kendi şeyhinin zikrettiğinden fazlasını -bilse bile- söyleyemez. Mesela şeyhi, senedin yukarı tarafında bulunan ravilerden birini sadece ismiyle söylemişse, ravi de onu senedinde aynı şekilde ismiyle söyler, onun hakkında bildiği bir fazlalığı senede ekleyemez.
Ravi şayet senedde mübhem bırakılmış bir ravinin kim olduğunu açıklamak veya onun kimliğini açıklığa kavuşturacak şekilde açıklama yapmak isterse, şeyhinin lafızlarıyla kendi lafzını ayırdetmek için ismini zikrettikten sonra “ya'ni'bne fulânin (Şeyhim falancanın oğlu demek istemiştir); veya “Haddesenî şeyhî enne fulânen haddesehü” (fulan oğlu fulanın tahdis ettiğini bana şeyhim söyledi); yahutta “ahberanâ enne fulânen huve'b-nu fulânin” (bize falancanın fülanın oğlu olduğunu haber verdi) gibi eda lafızları kullanır. el-Hatîbu'l-Bağdâdî'ye göre bu lafızların son ikisi öncekilerden daha iyidir. 1181

Tesviye:

Aynı seviyeye getirmek manasına gelen bu kelime tabir olarak hem zayıf, hem de sika ravilerden meydana gelen bir isnaddan mesela bir zayıf raviyi düşürerek o isnadı sadece güvenilir ravilerden meydana gelen isnadmış gibi göstermeye denir. Zayıf raviyi düşürerek isnadı sika ravilerden meydana gelen bir isnad gibi göstermeye aynı zamanda tesviye tedlisi denilmiştir. Tesviyeye bazı muhaddisler tecvid adını vermişlerdir.

Tesviye Tedlisi:

Bk. Tedlîs.

Teşdîd:

Bk. Tesahül.

Tevârih Ve Vefeyât:

Tevârîh, tarihin; vefeyât da vefatın çoğuludur. Buna göre bu iki kelimenin bir araya gelmesiyle meydana gelen terkib kısaca tarihler, ölüm tarihleri manasına gelir. Her ikisinden maksat hadis ravilerinin özellikle hadis rivayetine başlama, hadis talebi için muhtelif ülkelere yaptığı seyahat ve nihayet ölüm tarihleridir. Hadisin senedinde inkıta olup olmadığı bu tarihlerin bilinmesiyle açığa çıkar; zira hadis ravileri arasında öyleleri vardır ki, bazı şeyhlerden hadis işittiklerini iddia ederler. Ancak bu şeyhlerin ölüm tarihleri ile rivayet iddiasında bulunan ravilerin doğum veya semaa başlama tarihleri karşılaştınhrsa gerçek kendiliğinden ortaya çıkar. Bu konuda pek çok misal vardır. Bir ikisini kaydetmek faydalıdır. “İsma'il b. Ayyâş'ın, Halid b. Ma'dandan rivayette bulunduğunu iddia eden birine “ondan hangi sene hadis yazdın?” diye sorması üzerine adam “yüz on üç senesinde” diye cevap verir. Bunun üzerine İsmail, “Halid b. Ma'dandan vefatından yedi sene sonra hadis yazdığını söylüyorsun; çünkü o, 106 da ölmüştür” deyip adamın yalanını açığa çıkarmıştır.
el-Hâkim de benzeri bir olay anlatır: Muhammed b. Hatim el-Keşşî isimli birisi Abd b. Humeyd'den hadis nakledince ona doğduğu yıl sorulmuş, 260 tarihinde dünyaya geldiğini söylemiştir. Bunun üzerine Abd b. Humeyd'den ölümünden on üç yıl sonra rivayette bulunduğunu iddia ettiği ifade edilmiştir.
Şu hale göre hadiscilerin doğum, hadis rivayetine başlama, rıhle ve ölüm tarihleri bilinirse çeşitli sebeplerle meşhur şeyhlerden rivayet iddiasında bulunanların gerçek yüzleri kolayca ortaya konur. Dolayısiyle isnadlanndaki inkıtalar açığa çıkarılır. Nitekim Kadı Hafs b. Gıyâs talebelerine “bir şeyh'ten şüphe ederseniz onu senelerle hesaba çekiniz” demiştir. Buradaki senelerle kasdedilen rivayet iddiasında bulunanın yaşı ile hadis şeyhinin yaşıdır. Sufyan es-Sevrî de ayın konuda “raviler yalana başlayınca biz de onlara karşı tarih silahını kullanmaya başladık” demiştir. Hassan b. Yezid de şöyle demiştir: “Yalancılara karşı tarihten faydalandığımız kadar hiçbir şeyden istifade etmedik. Şeyhe önce hangi yıl doğduğunu sorardık. Doğum tarihini söyleyince doğru veya yalan söylediğini kolayca anlardık.” Ebu Abdillah el-Humeydî ise” hadis ilimleri içinde üçü vardır ki bunların tahsilini öne almak gerekir: İlel, el-Mutelif ve'1-Muhtelif ve nihayet hadis şeyhlerinin vefat tarihleri” demiştir. 1182
Hadis ravilerinin ilim hayatlarının çeşitli devreleri ile ölüm tarihleri bu kadar önemli olunca o sahada gayret gösterip kitap yazılmadığı düşünülemez. Gerçekten pek çok alim himmet gösterip hadis kültürüne bir de tarih ve vefeyât kitapları kazandırmışlardır. Tarih kitaplarının en önemlileri, Yahya b. Main'in, Osman b. Ebî Şeybe'nin, Buhari'nin, İbn Ebî Hayseme'nin, Ahmed b. Abdillah el-İclî'nin, Hanbel b. İshak’ın ve Ebu Zur'a er-Râzî'nin eserleridir. Vefeyat kitapları içinde en meşhurları ise şu alimlere aittir: İbn Zur, İbn Kani, Halife b. Hayyât, Ebu Muhammed el-Ekfânî, Ebu'l-Hasen İbnu'I-Mufaddal, Ahmed b. Eybek İbnu'd-Dimyâtî.

Tevâtür:

Birbiri ardınca gelmek, kesilmeksizin devam etmek manalarına gelen tevatür, yalan söylemeleri aklen mümkün olmayan çok sayıda kalabalığın bir haberi birbiri ardınca haber vererek nakletmekte birleşmelerine denir. Bu kalabalığın yalan üzerinde birleşmeleri imkânsızdır. Tevatür yoluyla nakledilen habere ise mütevatir adı verilir.
Tevatür iki şekilde olur. Bunlardan birincisi lafzen (veya lafzı) tevatürdür. Nakledilen haberin lafzında hasıl olan tevatürdür. Mesela (Yavuz Sultan Selim İran Şahı Şah İsmail’i Çaldıran'da bozguna uğrattı” haberi birbiri ardınca gelen çok sayıda haberci tarafından aynı söylerle ve birbirine yakın, yahutta aynı manaya gelen sözlerle nakledilir ve bu nakilde tevatür hasıl olursa buna lafzı tevatür denir. İkincisi manevi tevatür olup haberlerin lafzında değil, manasında hasıl olan tevatürdür. Mesela yine tevatür yoluyla nakledilen bir haberde “falanca zenginin bir fakire bir seferde beş milyon lira yardım ettiği” söylense, bu haberi nakledenler arasında beş milyonu bir seferde değil, üç taksitte verdi, nakit değil, ev yapması için arsa olarak verdi, bu miktarda malzeme bağışladı diyenler olsa, bağış olayı üzerinde birleşilmesine rağmen olayın naklinde kullanılan lafızlarda değil de manasında tevatür husule gelir ve buna manevî veya ma'nen tevatür tabir edilir.

Tevâtür-ü Lafzı:

Bk. Tevatür.

Tevâtür-ü Manevî:

Bk. Tevatür.

Tevhid Ve Sıfat:

Bk. Akâ'id.

Tıbb-ı Nebevî:

Hz. Peygamber (s.a.s)'in tıpla ilgili hadislerinde meydana gelen ilim dalıdır. Onun, hastalıklar ve zamanın bilinen tedavi usulleri, sağlığı koruma gibi konulardaki tavsiye ve uygulamalarını ihtiva eden eserler vardır. Ebu Nu'aym el-İsbehânî'nin et-Tıbbu'n-Nebevîsi ile Ca'fer b, Muhammed el-Mustağfirî, Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî ve es-Suyûtî'nin aynı isimdeki kitapları anılmaya değer olanlardır.

Tirmizî:

Bk. Sünen Tirrnizî.

Töhmet-i Kizb:

Bk. İttihâm Bi'1-Kizb.

Tunkiru Merre Ve Ta'rıfu Uhrâ:

Bk. Ta'rifu Ve Tunki-Ru.

Tukullime Fîhi:

Hakkında söz olmuştur demektir. Cerh lafızlarındandır ve Irâkî'nin cerhin en hafifine delalet eden birinci mertebe lafızları arasında saydıklarındandır. Hükmü, o mertebedeki öteki lafızların hükmü gibidir.

Turuk:

Bk. Tarik.

Tusâ’î:

Bk. Tusâ'iyyât.

Tusâ'iyyât:

Kelime olarak “dokuzlu” manasına gelen tusâ'înin çoğuludur. Hadis ilminde son ravisi ile Hz. Peygamber (s.a.s) arasında dokuz ravi bulunan âlî isnadlarla rivayet edilen hadisleri ifade eden bir tabirdir.
Genellikle âlî isnada önem veren muhaddisler, yaşadıkları devir itibariyle Hz. Peygamber'e aralarında dokuz ravi olan âlî isnadla ulaşarak rivayet ettikleri hadisleri ayrı bir cüzde toplamışlardır. Bu cüzlere de tusâ'iyyat denilmiştir. Tusâ'iyyât içinde İbrahim b. Muhammed et-Taberi, Ebu Umer Abdulaziz b. Muhammed b. Cemâ'a el-Kinâni'nin cüzleri meşhurdur. 1183