Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara, 120) |
Rasûlullah (sav) buyurdular: "Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa o, onlardandır." (Ebu Davud, libas 4) |
Gayr-ı müslimlere benzemek ve onlarca kutsal sayılan gün ve vakitlerde onlar gibi hareket etmek dinimizce bid'at kabul edilir. Nitekim cahil müslümanlardan birçoğu hıristiyanların en büyük bayramı olan Paskalya'da ve Noel (yılbaşı)de ateş yakmak, kadayıf ve mum gibi şeyler hazırlamak suretiyle hıristiyanlara katılır, yaptıklarını yapmaya özenirler. Amr b. Şuaybin babasından, onun da dedesinden yaptığı rivayete göre Rasulullah (sav) efendimiz. "Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir" (Tirmizi, istizan 7) buyururlar. Dolayısıyla yahudi ve hıristiyanlar bizden olmadıklarına göre onlara benzemeye özenmemeliyiz. Ebu Hureyre'nin naklettiği bir hadiste Peygamber (sav) şu şekilde buyurur: "Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz." (Tirmizi, istizan 7, edep 41) |
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri) el-Hafîz: Koruyup gözeten, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, kullarının yaptığı işleri bütün tafsilatıyla bilen; kullarının niyetlerini ve gönüllerinden geçenleri bilen, kendisine gâip ve gizli olan hiçbir şey bulunmayan, hadisâtı eksiksiz kaydedip hesaba çekmek üzere muhafaza eden, has kullarını helâk ve şer yerlerinden muhafaza eden, kudretiyle, her şeyi dengede tutan demektir. |
Kısa Günün Kârı Müslümanların dinde olmayan bir şeyi ortaya çıkarmaları mutlak bir çirkinlik olarak değerlendirilir. Allah ve Rasûlünün emretmediği bilakis küffarın kafalarından uydurduğu konularda onlarla beraber olunmamalıdır. |
Lügatçe gayr-i müslim: Müslüman olmayan. |
Dini Bilgiler, Dini Kitaplar, Dini Sohbetler ve dahası...
31 Aralık 2011 Cumartesi
Gayri Müslimlere Benzemek
19 Aralık 2011 Pazartesi
Meleklerin Girmediği Evler
Cenâb-ı Hak buyuruyor: “…Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.” (Bakara, 222) |
Rasûlullah (sav) buyurdular: “İçinde köpek ve sûret bulunan eve melekler girmez.” (Buhâri, Libâs, 88, Bedü’l-halk 7; Müslim, Libas 83,87) |
Âişe (ranhâ) şöyle dedi: Cebrâil (as), Rasûlullah (sav)’e belli bir saatte geleceğini vaat etmişti. Vakit gelmiş ama Cebrâil gelmemişti. Rasûlullah elinde bulunan sopayı yere attı ve “Allah da Rasûlleri de va’dinden caymaz!” dedi. Sonra etrafa bakınmaya başladı. Bir de ne görsün, sedirin altında bir köpek eniği. Bunun üzerine: “-Ey Âişe! Bu enik buraya ne zaman girdi?” diye seslendi. Ben: “-Allah’a yemin ederim ki, bilmiyorum,” dedim. Emir verdi, köpek yavrusu evden çıkarıldı. Cebrâil (as) da hemen geldi. Rasûlullah (sav): “-Bana söz verdin, ben de bekledim, ama gelmedin,” dedi. Cebrâil: “-Gelmemi, evindeki köpek engelledi. Biz melekler içinde köpek ve sûret bulunan eve girmeyiz” cevabını verdi. (Müslim, Libâs 81. 82. Buhârî, Bedü’l-halk 7, Libâs 94. İbni Mâce, Libas 44) |
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri) er-Râfi’: Yükselten, dilediğine şeref bahşeden, yücelten, dereceler bahşederek istediği kulunu, diğer kullarından üstün kılan demektir. |
Kısa Günün Kârı İçinde köpek bulunan eve meleklerin girmemesinin sebebi, köpeğin kendisinin necis olmasıdır. Kedi evcil bir hayvandır. Onun evde bulunmasında sakınca yoktur. Fakat av, çoban ve bağ bahçe beklemekle görevli bekçi köpeklerin evin dışında bulundurulabilir. |
Lügatçe sûret: Şekil demektir. Heykel ve büst gibi hacimli, resim ve tablo gibi hacimsiz olanların hepsine tek kelime ile sûret (şekil) denir. enik: Köpek yavrusu. |
16 Ağustos 2011 Salı
KIRAETTE BİR YANLIŞLIK OLURSA NAMAZ FESADA GİDER Mİ?
Ma'na değişecek şekilde bilerek bir kelime değiştirilirse namaz fesada gider. Yalnız medhusenayı ifade eden kelime, ayrı manayı ifade eden diğer bir kelime ile değiştirilirse doğru olmamakla beraber namazı fesada gitmez. Ama bilerek değil sehven bir kelime değişirirsee, yani kıraette mevcut olan kelime ile yerine söylenen kelime arasında fazla bir ayrılık bulunur ve Kur'an'da benzeri bulunmazsa mesela gurab kelimesinin gubar kelimesiyle değişmesi gibi bilittifak namaz fesada gider. Ama manayı fahiş bir şekilde değiştirdiği halde benzeri Kur'an-ı Kerim'de varsa "alım ve hakim kelimeleri gibi” İmam-ı A'zam ile Muhammed'e göre yine namaz fesada gider. İmam Ebu Yusuf'a göre ise namaz fesada gitmez.
Kur'an-ı Kerim'de benzeri olmaz fakat mana değişmezse İmam-ı A'zam ile Muhammed'e göre namaz fesada gitmez. Ebu Yusuf'a göre gider. Demek İmam-ı A'zam ile İmam Muhammed mananın sıhatine bakarlar. Manaya bakar yani böyle bir kelime Kur'an-ı Kerim'de varsa mana değişsin değişmesin namaz sahihdir. Fakat kıraette bir kelime değil, bir harf sehven değişirse; şayet kaf ve kaf veya sin ve sa harfleri gibi mahreçleri birbirine yakın harfler ise namaz fesada gitmez. Yoksa İmam-ı A'zam ile Muhammed'e göre bozulmaz. Ebu Yusuf'a göre bozulur. Şayet mana değişir ama böyle bir kelime Kur'an-ı Kerim'de varsa Ebu Yusuf'a göre bozulmaz. İmam-ı A'zam ile Muhammed'e göre bozulur. Yanlışlık i'rabda veya uzatma veya kısaltmada olursa mana bozulmazsa namaza halel vermez. Mana bozulursa Ebu Yusuf'a göre fesada gitmez. İmam-ı A'zam ile İmam Muhammed'e göre fesada gider.
Bir ayet başka bir ayet yerine okunsa; şayet vakıf yapılır sonra başka bir ayete başlansa zarar vermez. Ama vakfe yapmadan başka bir ayet okunsa mana bozulursa namaz fesada gider, yoksa gitmez. Yalnız sehven fahiş bir yanlış ile okur sonra dönüp tashih ederse namaz fesada gitmez.
KÜRSÜF‚ (PAMUK) VE ORUÇ
Feteva-yi Hindiyye'de kadınların kullandığı kürsüf (abdest tutmak ve akıntıyı önlemek için kullanılan pamuk, ya da çaput) orucu bozar deniliyor. Kürsüf kullanan kadınlar, farz ya da nafile oruç tutmak istediklerinde ne yapmalıdırlar?
Fetâvâ-yi Hindiyye'de böyle bir ifade bulamadım. Ancak kürsüf kullanmak her halükârda orucu bozmaz. Kadın ıslak pârmağını ya da ıslak pamuğu iç fercine sokarsa orucu bozulur. Ama kuru parmağını sokarsa ya da kuru pamuğu bir kısmı dış fercinde kalacak şekilde iç fercine sokarsa orucu bozulur. Kürsüf de zaten böyle kullanılır. Ancak pamuk kuru olsa dahi, dış ferçte hiç bir parçası kalmamak üzere tamamen iç ferçte kaybolursa, orucu bozulur.
KIRAATA ÜCRETİ CAİZ GİBİ GÖSTEREN DELİLLER VE TARTIŞMASI
1.Ibni Abbâs'tan rivayet edilen "LEDIG" hadisi :
"Rasûlüllah'ın ashabından bir grup, bir suyun yanına uğramıştı. Orada bulunanlardan birini yılan sokmuştu. Bir adam onlara gelip : "Içinizde "rukye" (okuyarak tedavi) yapan kimse var mı? Buradakilerden birini yılan soktu" deyince içlerinden birisi çıktı ve bir koyun karşılığı "Fâtiha"yı okudu. Koyunu alıp arkadaşlarının yanına gelince, onlar bunu hoş görmediler ve: "Allah'ın Kitabı karşılığı ücret aldın ha?!" dediler. Medine'ye döndüklerinde de, Rasûlüllah'a (s.a.v.), "Bu adam Allah'ın kitabı'na ücret aldı" diye şikâyette bulundular. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) : "Ücret almanıza en lâyık olan şey Allah'ın Kitabı'dır. " buyurdular. " (Sevkânî, Neylü'l-evtâr, Mısır, e!-Bâbi'I-Halebi I391 (l971 ) V/325; Buhârî,N/121; el-Âynî, ‚Umdetü'l-Kâr-î, Dârü'-Ihyai't-türâsi'l-Arabî (Tarihsiz ofset), XN/95.)
Münakaşası :Bu hadîs-i şerif, ifadenin umumiliğine bakıldığında, Kur'ân Kerimi hem öğretme, hem de okuma karşılığı ücret almayı câiz kılar gibi görülür. Ancak az sonra sıralayacağımız, haram kılan Hadislerden sonra, onlarla çatışır gibi görünen bu hadîs-i şerifin şu manada olduğu anlaşılır :
a - Burada karşılığında ücret almak câiz olan şey, Kur'ân okumak değil, rukye yapmaktır. (Sevkânî, age. V/326. ) Rukye'de Kur'ân'dan unsurlar bulunması, bu hükmü değiştirmez. (‚Aynî, age. Vll/96.) Ayrıca rukye tedavi için yapılır. Tedaviden ücret almak ise câizdir. (el-Cezîrî, el-Fıkh'u ‚ale'l-mezâhibi'I-erba'a, Mısır, l392 NI/l28.)
b - Bu nassın Kur'ân okuma karşılığı ücret almayı tecviz ettiği düşünülse bile, -biraz sonra kaydedileceği üzere- ücreti men eden bir kısım haberler de vardır. "Birisi haram, diğeri helâl kılan iki haber tearruz ettiğinde, helâl kılanın mensuh olduğuna hükmedilir. " (el-Cezîrî, el-Fıkh'u ‚ale'l-mezâhibi'I-erba'a, Mısır, l392 NI/l28.)
c - Ibnü'1-Cevzi de, kendi mezhep imamlarından naklen, buna şöyle cevap vermiştir: "Suyun yanında bulunan ve rukye yaptıran insanlar kâfir idiler. Kâfirin malını almak câizdir. Sonra misafir ağırlamak farzdır; onlar buna riayet etmemişlerdi. Binaenaleyh, misafir, kendisini ağırlamayanın malından, ihtiyacı miktarı alabilir. Ayrıca rukye, salt ibadet değildir. Yani rukyeye ücret alınabilir. " .
Kurtubî de; Rukyeden ücret almanın câiz olmasını, Kur'ân'dan ücret almanın cevazına delil kabul etmeyiz." diyor. (‚Aynî, age. Xll/96; Ibni Abidîn, Sifâ'u!-‚alîl, s.155, Raddü'l-Muhtâr, VI/57.)
d - Hanefîlerden bazıları: "Ücret almanıza en lâyık olanı Allah'ın Kitabı'dir." sözü, ifadenin gelişine bakarak, rukye yapmak istediğinizde.:." takdiriyle düşünülmelidir, demişlerdir. (‚Aynî, age. X/ll/96)Bazıları buradaki "ücret"ten muradın "sevab" olduğunu söylemişlerse de, hadîs-i şerifin söyleniş sebebi buna engeldir. Yine bu hadîs-i şerifin ücreti men eden diğer hadîs-i şeriflerle neshedildiği görüşü de, "sırf ihtimalle nesh sabit olmaz." denilerek tenkide uğramıştır. (Sevkânî, age. V/326; ‚Aynî, age. XN/96)2 - Buhâri ve Müslim'in rivayet ettikleri Sehl b. Sa'îd Hadîsi : (Buhârî, Vll/8; Müslim, N/1040 (Kitab l6, bab 13)) Bu uzun hadîs-i şerîfte Rasûlüllah (s.a.v)ın evlenmek isteyen bir kadını, yanında bulunan bir istekliye: "Kur'ân'dan bildiğinle onu sana nikâhladım. (Sevkânî, age. Vl324, 325.)" Bir başka rivayette: "... Mülküne verdim. Buhârî, Fedâilü'I Kur'ân 21, Nikâh 37, 40; Ebû Dâvûd, nikâh l7; Tirmizî, nikâh 23; Ibn Mâce nikâh 17; Darîmî nikah 19.)" Müslim'in bir rivayetinde: "Ona Kur'ân öğretmen karşılığında onu sana eş yaptım. (Buhârî nikâh I4; Müslim nikâh 76.)" Ebû Dâvud'un bir rivayetinde:
"Ona yirmi âyet öğretirsen, o senin karındır. (Müslim nikâh 77.)" Ahmed'in bir rivayetinde: "Kur'ân'dan bildiklerine karşılık, onu sana nikâhladım." buyuruyor (Ebû Dâvûd, nikâh 30.)
Münakaşası:Buradan mutlak cevaz anlamak isteyenler olmuşsa da, cevap olarak :ta Rasûlüllah (s.a.v.) bu kadını adı geçene, ona Kur'ân öğretmesini mehir yaparak değil, Kurân'dan birşeyler ezbere bilmesine ikram için, aslen mehirsiz olarak nikâhlamıştır. (Müsned V/330, ayrıca bk. Buhari nikah 50. Sevkanı, age. V/325.)
b - Bu muamele, sadece o kadın ve o erkeğe hastır. Sa'id b. Mansûr'un Nu'mân el-Ezdî'den rivayet ettiği şu hadîs-i şerif de bunu gösterir :"Rasûlüllah (s.a.v.), bir kadını, Kur ân'dan bir süre karşılığında evlendirdi ve buyurdu ki: "(Kur'ân) Senden sonra hiç kimse için mehir olmayacaktır." (a.y.) Işte bu hadîs-i şerîf için bu görüşler serdedilmektedir; ancak Ebû Dâvûd rivayeti, birinci izahı yersiz kılmaktadır.
3 - Ahmed b. Hanbel'in Hâlid b. "Adıyy'den rivayet ettiği :
"Kime, istemeksizin ve gönlünden de arzu etmeksizin kardeşinden bir şey gelirse, onu kabul etsin; reddetmesin. O ancak A1lah'ın ona gönderdiği bir rızıktır. (Heysemi, Mecma'u'z-Zvaid NI/100.)" meâlindeki, hadîs-i şerif:
Ve yine aynı manada Ibni Ömer hadîsi:
" Bu maldan (zekât malından) istemeksizin ve gönlünden de geçmeksizin sana bir şey gelirse onu al. Böyle olmazsa alma ve onu kendin için kullanma. (Buhari, ahkam 17, zekat 51; Müslim, Zekat 110, 111; Nesai, zekat 94; ayrıca bk. Sevkanı age. IV/183.)
Münakaşası:
a - Her iki hadîs-i şerîf de umumîdir; konunun diğer hadisleriyle tahsis edilirler. (Sevkanı, age V/325)
b- Ibni Ömer rivayetindeki "Böyle olmazsa alma... "kaydından da anlaşılacağı gibi, ücretle Kur'ân okuma, bu hükmün yine dışında kalır. Zira okuduğunun karşılığında, tesadüfen, bir iki defa bir şeyler alanlar, çok nadir bir ihtimalle, böyle bir bekleyiş içinde olmayabilirler ama, başkaları tarafından bu işin parayla icra edildiğini bilen bir okuyucunun. işin sonundaki ücreti düşünmemesi. muhal derecesinde nadirattandır. Binaenaleyh, tecviz konusundaki bu kapalı ve ‚amm' naslarla, Kur'ân-ı Kerim tilâvetine ücret alınabileceğine fetva vermek, ne nasla amel, ne de sağlam ictihat olmuş olur.
KIRÂAT-I AŞERE
"On tâne birin okunması" veyâ "On tâne biri okuma işi", "Kırâat ilminden on tânesini okuma; on tâneşinin ilmini ve pratiğini yapma."
Arapça bir kelime olarak"Kırâat" kelimesi, (Ka-ra-e/yak-ra-u) aslından çekimi yapılan, semâ'î (yâni kâide dışı) bir mastardır. Türkçesi: "Okumak" demektir. "Kırâât" olarak çoğul yapılır ve bundan da "okumalar" anlamı çıkarılır.
Kelimenin, İslâmî anlamdaki ıstılâhî mânâsı ise; özellikle "Kur'an okumak, Kur'an tilâvet etmek, şeklinde özetlenebilir.
"Aşere" kelimesi de, birincisi gibi Arapça'dır. Fakat, arapçadaki telaffuzu: "aşera" şeklindedir. Bu şekliyle, kelimenin türkçedeki sözlük mânâsı: "On tâne bir" veya, yalnızca "On " demektir. Görüldüğü gibi, kelime bir sayı bildirmektedir.
Kırâat İlmi, "Kur'ân-ı Kerîm'in kelimelerinin okunuş şekillerini, râvîlerine isnâd ederek bildiren bir ilimdir" (İbnü'l-Cezîrî, Muncidu'l-Mukrîîn, 3).
Kırâat İlmi'nin kayna bazı hususlara dayanır:
Hz. Peygamber (s.a.s)'in; "Kur'an yedi harf üzerine nâzil olmuştur. Bunlardan kolayınıza geleni okuyunuz!.." mânâsıyla açıklanan sözleri kıraatin çeşitlerini ifade eder. Hadis; Hişâm b. Hakîm'in namazda Furkân sûresini, kendi bildiğinden başka bir okuyuşla okuduğuna şâhid olan Hz. Ömer'in, Hişâm'ı yakapaça ederek Peygamber'in huzûruna çıkarması üzerine söylenmiştir (Fedâîlu'l-Kur'ân, 5).
Hadisteki "Yedi Harf"den maksat: Kur'ân-ı Kerîm'in okunuş tarzları olarak, Allah tarafından nâzil olan farklı ve birden fazla olan kırâatlardır. Bunlardan her hangi birisini okumak, nâzil olan Kur'ân'dan bir kısmını okumak demektir. İşte bu farklı okunuşların, Kur'an'da yediye kadar çıktığı, İbn Kuteybe (276/889), Ebu'l-Fadl er-Râzî (454/1062) ve İbnu'l-Cezerî (833/1429) gibi büyük âlimler tarafından, ayrı ayrı örnekler verilmek suretiyle ortaya konulmuştur. Özel olarak da, Kur'ân'ın bâzı kelimelerinde aynı durum mevcuttur. Ancak bu farklı durumun, Kur'ân-ı Kerîm'in her kelimesinde olması ve aranması da gerekli değildir (Abdulazîz b. Abdulfettâh el-Kârî, Hadisu'l-Ahrufi's-Seb'a, 60, 72, 78-79; Mecelletu Kulliyyeti'l Kur'ani'l-Kerîm, el-Aded: I, 1402-1403).
Asr-ı Sa'âdet'te sahâbeler arasında kırâatlarda bazı farklılıklar görülüyordu. Bunlar, Kırâat ilminin ikinci kaynağı olarak belirlenmiştir. Bu farklılıkların çözümü için, Hz. Peygamber (s.a.s) sahâbeler arasında hakemlik yapmış ve her iki tarafin da okuduğunu: "Böyle de nâzil oldu" meâlindeki sözleriyle onaylamıştır.
Hişam b Hakîm ile Ömer b. Hattâb arasında, Furkân sûresiyle ilgili olarak geçen ihtilaf, bunun en çarpıcı örneğidir (Buhârî, fedâilu'l-Kur'an, 5).
Hz. Osman zamânında, yine kırâatlar konusunda ve yine sahâbeler arasında çıkan farklı okuyuşlar Hz. Osman'ı İmam mushafları toplamaya yöneltmiştir.
Hz. Osman'ın çoğalttırarak Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve Şam gibi şehir merkezlerine gönderdiği mushaflarda mukayyed bulunan yazım (yâni resmi hat) farklılıkları da, Kırâat ilmi kaynakları arasında görülür.
Sahâbe ve Tabiîn ile Tebe-i Tâbiîn'den olarak, sika, yâni güvenilirlik özelliğine sâhib olan âlimler tarafından nakledilen ve hiç bir itirâza da uğramaksızın, İslâm ümmetince kabul gören Kırâat ihtilafları da bu kaynaklardan sayılmaktadır (el-Hâc Muhyiddîn Abdulkâdir el-Hatîb, Kifâyetu'l-Mustefid fî Fenni't-Tecvid, 88)
Kırâatların Kısımları
Kırâat ilminin ileri gelen âlimlerinden İbnu'l-Cezerî, Kur'ân-ı Kerîm'in kırâatlarını Mütevâtir kırâatlar; Sahîh kırâatlar; Şâz kırâatlar diye üç kısıma ayırarak hükümlere bağlamıştır:
Mütevâtir kırâatları belirlemek için şu üç özelliği tesbit etmiştir.
1) "Kur'an" diye okunacak kırâat vechinin, bir tek îrab yönüyle de olsa, arapçaya uygun olması.
2) Halîfe Hz. Osman (r.a) tarafından çoğaltılarak Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve Şam'a gönderilen imam mushaflardan birinin yazı şekline, takdîren de olsa uygun düşmesi.
3) O okuma şeklinin yani vechin bizlere kadar tevâtür yoluyla gelip ulaşmış olması (İbnu'l-Cezerî, Takrîbu'n-Nesr, 25; Muncidu'l-Mukriîn, 15).
"Bir tek îrâb yönüyle de olsa, arapçaya uygun olması" ifâdesi: "Sened zinciri bakımından tevâtür derecesine varan, yazı şekli bakımından da Hz. Osman (r.a) mushaflarındaki şekle uygun olan bir telaffuz olayının, lugat âlimlerince bilinmemiş olsa bike, Arab edebiyâtında bir kullanımının kesinlikle var olması" şeklinde anlaşılmalıdır (Abdulazîz b. Abdulfettâh el-Kârî, a.g.e., 114).
İkinci maddedeki "takdîren"den maksat ise, Kur'ân'a mahsus olan bir yazı şeklinin, birden fazla okunabilme özelliği taşıması demektir. Meselâ: Bu maddede söz konusu edilen mushafların hepsinde de, aynı şekilde yazıları bâzı kelimelerin, bulundukları farklı sûrelerde farklı ve müteaddid okunuşu, işte bu "takdîren" lafzının anlamıdır. Fâtiha, Âlu İmrân ve Nâs sûrelerindeki (S) şeklinde yazılmış bulunan bu kelimenin, şekli değiştirilmeden Fâtiha"da "Meliki" ve "Mâliki", Âlu İmran'da "Mâliki" ve Nâs'da da "Meliki" telaffuzlarıyla okunması, durumun en çarpıcı örneğidir.
Buradaki "tevâtür"den maksat, "yalan üzerinde birleşmeleri aklen ve âdeten câiz ve mümkün görülmeyen, sayı bakımından da çok olan bir cemâatın, görülmüş yâhut ta işitilmiş bir şeye dâir verdiği haberdir ki, işitenler üzerinde-haber verilen şey hakkında kesin bilgi ifâde eder." (Nevevî, Riyâzu's-Sâlihîyn, Trc. Kıyâmuddîn Burslan/Hasan Hüsnü Erdem, I. Mukaddime).
İşte, günümüzde bu üç özelliği (bu üç rüknü) kendisinde taşıyan kırâatlar, "Kırâat-ı aşere"den başkası değildir. Bu kırâatlar yani "On Kırâat", bütün İslâm dünyâsınca itirazsız kabul gören, okunan ve okutulan kırâatlardır. Bunlara: "On İmamın Kırâatı" yâni: "On İmamın Okuyuşu" veya: -orijinal adıyla-: Kıraatu'l-E'immeti'l-Aşera" denilmektedir. (İbnu'l-Cezerî, Takrîbu'n-Neşr Fi'l-Kırââti'l-Aşr, 26.)
Bu terimler arasında geçen"İmam" kelimesinden maksad: Öncelikle Kur'ân-ı Kerîm'in hafızı olan; ikinci olarak da, kırâat ve i'rab vecihlerinin detaylarını bilen; üçüncüsü, kelimelerin lugat ve ıstılah mânalarını anlayan; dördüncüsü, kırâatlardaki kusurları çok iyi gören ve kaynakları iyice tarayabilen âlimlerdir. Bir diğer ifâdeyle: İslâm dünyâsının her tarafından, Kur'an'la ilgili bilgileri almak isteyen herkesin, kendilerine başvuracağı kudretli âlim ve fâzıl kimselerdir (İbnu Mucâhid, Kitâbu's-Seb'a, 45).
Mütevâtir kırâatları, bu vasıflara sâhib olan imamlar, nesilden nesile ve kuşaktan kuşağa gerçek anlamıyla ve hakkını vererek aktarmak suretiyle, günümüze ulaştırmışlardır. Bu mütevâtir "On Kırâat"ın her biri, kesinlik ve makbûliyet bakımından, diğerinden farksızdır. Çünkü bunlar, sahîh kırâatlardır. Reddedilmesi câiz olmadığı gibi, inkâr edilmeleri de helal değildir. İşte bu özelliklerinden dolayı da, bu kırâatları insanlığın kabûl etmeleri ve bunlarla amel etmeleri vâcibtir (İbnu'l-Cezerî, Müncidu'l-Mukriîn, 16; en-Neşr, I, 53).
Kırâat âlimleri, naklettikleri kırâat vecihlerinde, yukarıda zikrettiğimiz üç rüknün tamâmının bulunmasını ve ancak bu takdirde o vechin, Kur'an'dan kabûl edilebileceğini, namaz ve namaz dışında Kur'an olarak okunabileceğini benimsediklerinden; bu üç rüknün bir tânesinden bile yoksun bulunan kırâat vecihlerinin, Kur'an olarak okunmasına ve okutulmasına da asla müsaade etmemişlerdir.
Bu noktada, bilinmesi gereken bir önemli husus da şudur: İlk devir âlimlerinin örf ve literatüründe; kırâatları nâkil ve râvîlerine isnâd ve mal etmek diye bir şey yoktu. Onların nazarında böyle bir durum çirkin görülüyordu. Bundan dolayı da onlar: "Kırâatü'l-A'meş" veya "Kırâatu Ebî Abdirrahmân es-Sülemî" gibi sözlerle iki sebebten dolayı kırâatları şahıslara atıfta bulunmamışlardır:
1) Bildirilen vecihlerin, sâdece o râvînin kendisine âit olduğu ve bir başka râvîsinin bulunmadığı şeklinde anlaşılmasından korkulduğu için;
2) Kırâat vecihlerinde, ictihad ve şahsî görüşün de etkisi varmış gibi bir yanlış kanâate yer verilmemesi için.
Nihâyet, zamanın Asr-ı Seâdet'le arası açıldıkça; kırâatlarla ilgili titizlikler de, o nisbette zayıfladı. Rivâyet ortamı ise, oldukça genişledi. İsnadlar çeşitlendi ve râvîler de çoğaldı. Bunun üzerine âlimler kaygıya düştüler ve bu durumun, müslümanlara yansıyarak, aralarında kargaşalar çıkmasını önlemek maksadıyla, kırâatları yeniden tetkîk edip tam bir kontrol altına almak üzere çalışmalara başladılar. Böylece kırâatlarla ilgili rivâyet, tarik ve isnadlar, birer araştırma konusu olarak ele alındı. Bu araştırmalar tamamlanınca, Kırâatlarla ciddî anlamda ilgilenen, onları hakkıyla okuyup-okutan, onlara zaman ve emeğinin pek çoğunu ayıran, belli sayıda âlimler olduğu anlaşıldı. Bunlar, belli beldelerde, kırâat işleriyle devamlılığa yakın veyâ devamlı olarak meşgûl olan, kısacası sırf bu işle ün yapan sayılı kişilerdi. Bu zevât üzerinde, zabt, itkân, dikkat, sened ve icâzet silsilesine riâyet gibi noktalarda da, ayrı ayrı gözlem ve araştırmalar yapılıyordu.
Yapıları bu araştırmaların sonuçlarına göre; bunlardan bâzılarına imam bâzılarına Râvî, bâzılarına da Tarık unvanları verilerek, bunların diğer âlimlerden ayrı ve özel bir statüye sâhib oldukları kabul ve ilân edildi. İslâm diyarının neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, bunların bulundukları belde insanlarının, Kur'an adına onlar tarafından yapılacak rivâyet ve haberleri kabul etmeleri ve onların, bu konuda söylediklerine rıza gösterip itirazda bulunmamaları için bildiriler yayımlandı. Böylece bu âlimlerden her biri, bulundukları beldelerde kırâat ilminin sözcüsü ve özel adıyla da imamları olarak târihteki yerlerini aldılar ve bütün müslümanlarca da kabul gördüler (İbnu'l-Cezerî, en-Nesr, 1/50-53; Takrîbu'n-Nesr, 21-22).
Şimdi, mütevâtir "Kırâat-ı Aşere" = (On Kırâat)'ın İmam, Râvî ve Tariklarının, hangi isimlerden olduğunu kısaca ve sıra ile belirtmeğe çalışalım:
l) Nâfi b. Ebî Nü'aym (Ebû Rüveym) el-Leysî (169/785). Medîne Kırâ'at İmamı'dır. Sembolü yâni remzi elif (x)dir. Râvî'leri, meşhur olarak ikidir:
A) Kalûn (220/835), birinci Râvî olup işâreti Be'dir.
B) Verş (197/812), ikinci Râvî olup işâreti Cîm'dir.
Tarikler'ı:
Kalûn'a bağlı olarak:
1) Ebû Neşît (285/898), 2) Hulvânî (250/864).
Ebû Neşît'a bağlı olarak:
3) İbnu Bûyâ (344/955), 4) el-Kazzâz (x)
Hulvanî'ye bağlı olarak:
5) İbnu Ebî Mihrân (289/901), 6) Ca'fer el-Bağdâdî (290/902).
Verş'e bağlı olarak:
1) Ezrak (240/854), 2)İsbehânî (296/908).
Ezrak'a bağlı olarak:
3) en-Nahhâs (280/893),
4) İbn Seyf (307/919)
Isbehânı'ye bağlı olarak:
5) Hibetullâh (350/961),
6) Muttavvi'î (371/981)
II) Abdullah b. Kesir b. el-Muttalib Ebû Mabed (120/737). Tabiîn'den olup Mekke Kırâat İmamı'dır. Sembolü Dal'dir. Meşhur Ravî'leri ikidir:
A) Bezzî (250/864), birinci Râvî olup işâreti He'dir.
B) Kunbul (291/903), ikinci Râvî olup işâreti Ze'dir.
Tarikleri:
el-Bezzi'ye bağlı olarak:
1) Ebû Rabî'a (294/906), 2) İbnu'l
Habbâb (301/913).
Ebû Rabı'a'ya bağlı olarak:
3) en-Nakkâş (351/961),
4) İbnu Bennân (374/984).
İbnu'l-Habbâb'a bağlı olarak:
5) Ahmed b. Sâlih (350/961),
6) Abdulvâhıd (349/960).
Kunbül'e bağlı olarak:
l) İbnu Mucâhid (324/935),
2) İbnu Şen(e)bûz (328/939).
İbnu Mücâhid'e bağlı olarak:
3) Şâmirî (386/996), 4) Sâlih h. Muhammed (380/990).
İbnu Şen(e)bûz'e bağlı olarak:
5) el-Kâdî Ebu'l-Ferec (390/999),
6) eş-badvî (388/997).
Ebu'l-Ferec'e bağlı olarak:
7) Ebû Tağleb(x),
8) el-Habbâz(î) (398/ 1007).
III) Zibbân b. el-'Alâ'i Ebû Amr et-Temımî el-Mâzinî (154/770). Basra kırâ'at İmamı'dır. Sembolu Hâ'dır. Meşhur iki Râvî'sinden:
A) Dûrî (246/860), birinci Râvî olup isâreti Tı'dır.
B) Sûsî (261/874), ikinci Râvı'si olup işâreti Ye'dir.
Tarikleri:
Dûri'ye bağlı olarak:
1) Ebu'z-Zârâ' (280/893,
2), İbnulliel-ah (303/915)
Ebu'z-Zarâ'i'ye bağlı olarak:
3) İbnu Mucâhid (324/935),
4) Muhammed b. Yâkûb (320/932).
İbnu'l-Ferah'a bağlı olarak:
5) İbnu Ebî Bilâl (358/968),
6) Muttavvi'î (371/981).
Sûsi'ye bağlı olarak:
1) İbnu Cerîr (316/928), 2) İbnu Cumhûr (300/912).
İbnu Cerîr'e bağlı olarak:
3) Sâmirî (386/996), 4) İbnu Habs, ed-Dîneverî (373/983).
İbnu Cumhûr'a bağlı olarak:
5) Şezzâ'î (370/980), 6) Şen(e)bûzı , 388/998).
IV) Abdullah b. 'Âmir b. Yezîd el-Yahsabî Ebû İmrân (118/736). Şam kırâat İmamı'dır. Tâbi'indendir. Sembolü Kef'dır. Meşhur iki Râvî'si vardır:
A) Hişâm (245/859), birinci Râvı'si olup işâreti Lâ'dır.
B) İbnu Zekvân (242/856), İkinci Râvı'si olup işâreti Mîm (h)dir.
Tarikleri:
Hişam'a bağlı olarak:
l) Hulvânî (250/864), 2) Dâcûnî 324/935)
Hulvânî'ye bağlı olarak:
3) İbnu Abdân (300/912), 4) el-Cemâlu'l-Ezrak (300/9'2).
Dâcûnî'ye bağlı olarak:
5) Zeyd Ebî Bilâl (358/968), 6) eş-Şezzâ'î (370/980).
İbnu Zekvân'a bağlı olarak:
1, ) Ahfeş (292/904), 2) Sûrî (307/919). Ahfeş'e bağlı olarak:
3) Nakkâş (351/962), 4) İbnu'l Ahrum (341/952).
Sûrî'ye bağlı olarak:
5) er-Ramlî (324/935), 6) Muttavvi'î (371/981)
V) Âsım b. Behdele Ebi'n-Necûd Ebû Bekr el-Esedî el-Kâhilî (127/744). Tebe-i Tâbi'îndendir, Kûfe kırâat İmamı'dır. Sembolü Nûn (a)dur, Meşhur iki Ravi'si vardır.
A) Ebû Bekr Şu'be (193/805), birinci Râvî'si olup işâreti Sâd'dır.
B) Hafs b. Süleymân (180/ 796), ikinci Râvî'si olup işâreti Ayn'dır,
Tarik'leri:
Ebû-Bekr'e bağlı olarak:
1) Yahyâ b. Âdem (203/818), 2) Uleymî (243/857).
Yahyâ b. Âdem'e bağlı olarak:
3) Şuâyb (261/874), 4) İbnu Hamdûn (240/854).
'Uleymî'ye bağlı olarak:
5) İbnu Huley' (356/966), 6) er-Razzâz (360/970).
Hafs'a bağlı olarak:
1) Ubeyd b. es-Sabbâh (235/849), 2) Amr b. es-Sabbâh (221/835).
Ubeyd b. es-Sabbâh'a bağlı olarak:
3) Hâşimî (368/978), 4) Ebû Tâhir b. Hâşim (349/960).
Âmr b. es-Sabbâh'a bağlı olarak:
5) el-Fîl (289/901), 6) ez-Zer'ân (290/902).
VI) Hamvva b. Habîb b. Ammâra b. İsmâîl Ebû Ammâratu'l-Kûfi et-Teymî (157/773). Tebe-i Tâbi'îndendir. Kûfe Kırâat imamı'dır. Sembolü Fe'dir. Meşhur iki Râvî'si vardır:
A) Halef el-Bezzâr (229/843), birinci Râvî'si olup işâreti Dâd'dır.
B) Haliâci (220/835), ikinci Râsî'si olup işâreti Kaf'dır.
Tarikleri:
Halef'e bağlı olarak:
1) İdrîs el-Haddad (292/904), İdrîs el-işaddâd'a bağlı olarak: 2) Ahmed b. Usmân (334/945), 3) ibnu Miksem (354/965),
4) Ahmed b. Sâlih (340/951), 5) Muttavvi'î (371/981).
Hallâd'a bağlı olarak:
l) İbnu Şâzan (286/899), 2) İbnu'l Heysem (249/864).
3) el-Vezzân (250/864), 4) et-Tulehî (252/866).
VII) Ali b. Hamza el-Kasâ'î (189/804). Fars asıllıdır. Kırâat ve lugatta İmam'dır. Hamza'dan sonra, Kûfe Kırâat imamı olmuştur. Sembolü Râ (u)dır. Meşhur iki Râvî'si vardır:
A) Ebu'l-Hâris (240/854), birinci Râvî'si olup işâreti SEn(aş)dir.
B) Dûrı (246/860), ikinci Râvî'si olup işâreti Te'dir. Aynı zamanda da, yukarıda geçen III. İmamın I.râvîsidir.
Tarikleri:
Ebu'l-Hâris'e bağlı olarak:
1) Muhammed b, Yahyâ (300/912), 2) Seleme b. Âsım (270/8833).
Muhammed b. Yahyâ'ya bağlı olarak:
3) el-Betı (300/912), 4) el-Kantarî (310/922).
Seleme b. Asım'a bağlı olarak:
5) Ebu'l-Abbâs Seâleb (291/903), 6) Muhammed b. el-Ferec (300/912)
Dûrî'ye bağlı olarak:
1) Câfer en-Nusaybı (307/919), 2) Ebû Usmân ed-Darîr (310/922) Câfer en-Nusaybıaye bağlı olarak:
3) İbnu'l-Celendâ (340/951), 4) İbnu Deyzûye (330/941).
Ebû Usmân ed-Darîr'e bağlı olarak:
5) ibnu Ebî llâsim (349/960), 6) eş-Şezzâ'î (370/980),
VIII) Ebu Câ'feri'ezıd b. el-Ka'ka el-Mahzûmî el-Medenî (130/747). Tâbiînin meşhurlarındandır. Medîne Kırâat İmamı'dır. Sembolü, İbnulCezelı'ye göre peltek; Sef _), diğerlerine göre "Câfer isminin ilk hecesi Ca'dır. Meşhûr iki Râvîsi vardır:
A) İbn Verdân (160/776), birinci Râvî'si olup, ibnu'l-Cezerı'ye göre işâreti noktalı Ha'dır, diğerlerine göre de, isminin ilk hecesi olan "î"dir.
B) İbn Cemmaz (170/786)'dan sonra, ikinci Râvî'si olup İbnu'l-Cezerî'ye göre işâreti peltek Zâl'dir. Diğerlerine göre de, "Cemmâz" sıfatının ilk hecesi"Cem "dir.
Tarikleri
İbn Yerdân'a bağlı:
1) Fadı b. Şâzân liibetullâh b. Câ'fer (350/961)
Fadı b. Şâzân'a bağlı olarak:
3) İbnu Sebîb (312/9'4). 4)ibnül Harûn (330/941).
Hibetullâh b. Câ'fere bağlı olarak:
5) el-Hanbelî (350/999),
6) el-Hammâmı (417/1026).
İbn Cemmaz'a bağlı olarak:
l) Ebû Eyyûb el-Hâsimî (216, '831), 2) ed-Dûrî (245/860).
el-Hâşimî'ye bağlı olarak:
3) İbnu Rezyen (253/867), 4) el-Ezraku' l-Cemâl.
Dûrî'ye bağlı olarak:
5) İbnu'n-Neffâh (314/926), 6) İbnu Nehşel (294/906).
IX) Yâkûb b. İshâk b. Zeyd b. Abdullâh b. Ebî İshâk el-Hadramı el-Basrî (205/820). Basra Kırâat İmamı'dır. İbnu'l-Cezerî'ye göre remzi peltek Zı harfidir. Diğerlerine göre de "Yâkûb" isminin ilk hecesi olan"Ya" dır. Meşhur iki Râvîsi vardır:
A) Rüveys (238/852), birinci Râvîsi olup işâreti İbnu'l-Cezerî'ye göre Gayın harfidir. Diğerlerine göre ise"Ya" hecesidir.
B) Ravh (235/849), ikinci Râvîsi olup, sembolü İbnu'l-Cezerî'ye göre Şin harfidir. Diğerlerine göre "Hah" hecesidir.
Tarikleri:
Rüveys'e bağlı olarak ve hepsi Temmâr (366/976) tarîkından:
1) en-Nehhâs (368/978), 2) Ebi'tTayyib (350/961),
3) İbnu Miksem (354/965), 4) Cevherî (İ.Habşân) (340/951)
Ravh'a bağlı olarak:
1) İbn Vehb (270/883), 2) ez-Zübeyrî (300/912)
bn Vehb'e bağlı olarak:
3) el-Muaddil (320/932), 4) Hamza b. Ali (320/932).
ez-Zübeyrî'ye bağlı olarak:
5) Gulâm b. Şen(e)bûz (328/939), 6) İbnu Habşân (340/951).
X) Halef b. Hişâm b. Sa'leb b. Halef el-Esedı el-Bağdâdî el-Bezzâr (229/843). Altıncı İmam Hamza'nın birinci Râvısi olan bu zât, "Kırâat-ı Aşere"nin sonuncusudur. İşâreti ittifakla Hal dir. Kûfe Kırâat İmamı'dır. İki meşhur Râvîsi vardır:
A) İshdk el- Verrak (286/899), birinci Râvîsi olup işâreti Sah (ve)dir.
B) İdris el-Haddâd (292/904), ikinci râvîsî olup işâreti Seh(z)dir.
Tarikleri:
İshak el- Verrak'a bağlı olarak:
1) İbnu Ebî Ömer (352/963), 2) el-Bursâtî (360/970), 3) Muhammed b. ishâk (290/902).
İbn Ebî Ömer'e bağlı olarak:
4) es-Sûsencerdî (402/1011), 5) Bekr b. Şâzân (405/1014).
İdris el-Haddâd'a bağlı olarak:
1) eş-Şetiî (370/980), 2) Muttavvi'i (371/981)
3) İbnu Bûyân (344/955), 4) Ebû Bekr el-Kutay'î (368/978).
İşte Kırâat-ı Aşere, yani On Kırâat; beşinci hicrî asra kadar, İmam, Râvî ve Tariklarıyla beraber, kısaca yukarıya derc ettiklerimizden ibârettir. Okunan bir vecih, râvîlerin ittifâ kıyla İmam'a atfedilince"Kırâat", Râvîlerden birine atfedilince "Rivâyet"; Râvîlerden daha sonraki halkalardan birine isnâd edilince de"Tarik" adını alıyor. Bu "Tarik'lardan:
1) Nâfi' için 144;
2) İbnu Kesîr için 73;
3) Ebû Amr için 154;
4) İbnu Âmir için 130;
5) Asım için 128;
6) Hamza için 121;
7) Kisâ'î için 64;
8) Ebû Câfer için 52;
9) Yâkûb için 85; ve
10) Halef el-Bezzâr için de 31 olmak üzere, toplam 982 kadarı, büyük âlim İbnu'l-Cezefi tarafından, başlangıcından kaynağına kadar tesbit edilerek, Kırâat-i Aşare'nin ne denli bir tevâtür derecesinde olduğu ortaya konulmuştur. Bu On Kırâattan Kisâ'î'ye kadar olanlarına: "Kırâat-ı Seb'a" yâni "Yedi Kırâat"; kalan üçüne de: "Kırâat-ı Selâse" yani"Üç Kırâat" denilmektedir. İkisinin toplamı da, mütevâtir olarak "On Kırâat"ı oluşturmaktadır.
Bu "On Kırâat'ın dışında kalan kırâatlara da: "Şâz Kırâatlar"="el-Kırââtu'ş-Şâzze" denilmektedir. Bunun mânâsı, kendisinde yukarıda sayıları üç rükünden bir kısmının bulunmaması demektir. Bu tür kırâatların, namazın içinde de dışında da, Kur'an niyetiyle okunması câiz değildir. Kırâat İlmi târihinde İbnu Muhaysın (123/740), Yahyâ el-Yezıdî (110/728), el-Hasen el-Basrî (110/728) ve Ebû Muhammed Süleymân b. Mihrân el-Ames el-Kûfi (148/765) gibi zevâta atfedilen kırâatlar, ittifakla Şâz kırâ'atlardır. Ancak, İbnu'l-Bennâ (1117/1705) "İthâfu Fudalâ'i'l-Beşer Fi'l-Kırââti'l-Erbeâti'l-Aşer" diğer bir adıyla: "Muntehe'l-Emânî Ve'l-Meserrât fi Ulûmi'l-Kırâât" adlı kitabında, bu zevâta atfedilen kırâat vecihlerinden, mütevâtir kırâatlara uygun düşenlerini, Kırâat-ı Aşere'ye ilâve ederek işlemiştir. Bundan dolayı da, kitabının adına: "Ondört Kırâat" anlamına gelen yukarıdaki ilk adı koymuştur.
KIRAAT
Okumak Namazda kıraat; namaz kılanın kendisi işitecek şekilde, diliyle harflerini çıkararak Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinden bir miktar okuması. Kıraat, namazın bir rüknü olarak farzdır. Okuyanın kendisinin bile işitemeyeceği okuma, kıraat sayılmaz. Ancak imama uyan kimse bundan müstesnadır.
Nâfile ve vitir namazının bütün rekatlarında, farz namazların ise herhangi iki rek'atinde kıraat farzdır. Kur'ân-ı Kerîmde şöyle buyurulur: "O halde Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun" (el-Müzemmil, 73/20). Buradaki emir vücub içindir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kıraatsiz namaz olmaz" (Müslim, Salât, 42; Ebû Dâvud, Salât, 132, 167).
Farz olan kıraat miktarı Ebû Hanîfe'ye göre, en az altı harfli bir âyet kadar olmalıdır. "Sümme nazara (sonra baktı)" (el-Müddessir, 74/21), "Lem yelid (O doğurmamıştır)" (el-İhlas, 112/3) âyetleri gibi. Bu ikinci âyetin aslı "lem Levlid" olduğu için aslî harfler altıya tamamlanır. Ebû Yusuf'a, İmam Muhammed eş-Şeybânî'ye ve Ebû Hanîfe'den başka bir rivâyete göre, namazda kıraat, farkı olan her rek'atte en az kısa üç âyet veya böyle üç âyet miktarı uzun bir âyettir. İhtiyata uygun olan da budur (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910, I, 110; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kahire, t.y., I, 193, 205, 222, vd.; ez-Zeylaî, Tebyînü'l Hakâik, l, 104, vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Mısır, ty., I, 415).
Kıraatin, dört rek'atli farz namazlarda ilk iki rek'atte ifası farz değil vâcip hükmündedir. Hz. Ali'nin (ö. 40/660); "ilk iki rek'atteki kıraat, son iki rek'atteki kıraat yerine geçer" dediği nakledilir. Abdullah b. Mes'ud (ö 32, 652) ve Hz. Aişe (ö. 57/676), farz namaz kılanın son iki rekatte dilerse Kur'ân-ı Kerim okuyacağını, dilerse tesbihle meşgul olabileceğini belirtmişlerdir. Fâtiha, başka bir sûre veya uç âyetin okunması da böyledir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1985, I. 646).
Namazda Fâtiha Sûresi'ni okumak Haneli fakîhlere göre farz değil vaciptir. Gizli veya aşık okunan namazlarla, imam veya cemaatin okuması hükmü değiştirmez. Hz. Peygamber, namazını yanlış kılan (musî') sahabeye, namazın kılınış şeklini tarif ederken kiraatla ilgili olarak; "Sonra, Kur'ân'dan ezberinde olan, sana kolay geleni oku " (Buhâri, Husûmât, 4, İsti'zan, 18, İstitâbe, 9, Eymân, 15; Müslim, Salât, 45; Ebû Dâvud, Salât, 144, Tatavvu', 17, Vitr, 22; Tirmizî, Salat, 110, Kur'ân, 9; Nesaf, İftitâh, 7, 37, Tatbik, 77; İbn Mâce, İkâme, 72; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 40, 43, II, 437) buyurmuştur.
Çoğunluk İslâm hukukçuları namazda Fâtiha'nın okunmasını farz kabul ederler. Onlar "Kur'ân'dan kolayınıza gelen yeri okuyun" âyetini Fâtiha olarak tefsir ederler. Çünkü Hadislerde şöyle buyurulmuştur; "Fâtiha okunmadıkça namaz olmaz" (Müslim, Salât, 42; Ebû Dâvud, Salât, 132, 167; Tirmizî, Salât, 116; Ahmed b. Hanbel, II, 307, 428, 443), "Ümmü'l-Kur'ân'ı (Fâtiha) okumayan kimsenin namazı yeterli olmaz" (Tirmizî, Mevâkît, 29, 116), "Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın" (Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27, Ahâd, 1)
Hanefiler bu konuda aşağıdaki delillere dayanırlar.
a. Kur'ân'dan kolayına gelen yeri okuma emri mutlaktır. Bu emir, Kur'ân adı verilen herhangi bir yerden en az kıraatla gerçekleşir. Diğer yandan, namaz dışında Kur'ân okumanın farz olmadığı icmâ ile sabittir. Durum böyle olunca namazda kıraatın farz olusu kesinleşmiş bulunur.
b. Namazda Fâtiha'nın okunmasını bildiren hadisler âhâd haber türündendir. Farz oluşu kesin Kur'ân delili ile sabit olan bir hükmün üzerine âhâd haberle ziyade yapmak caiz değildir. Bununla Fâtiha'nın okunması vacip olarak sâbit olur. O'nu terketmek tahrîmen mekruhtur. Yanılarak terkeden veya geciktiren sehiv secdesi yapar
c. Namazını yanlış kılan sahabeye Hz. Peygamber; "Namaza kalktığın zaman, tam olarak abdest al, sonra kıbleye yönelerek tekbir getir, sonra Kur'ân'dan bildiğinin kolay gelenini oku" (Buharî, Husûmât, 4, İsti'zân, 18, İstitâbe, 9, Eymân, 15; Müslim, Salât, 45; Ebu Davud, Salât, 144; Tirmizî, Salât, 110, Kur'ân, 9; Nesaî, iftitah, 7, 37) buyurmuştur. Eğer Fâtiha'nın okunması farz veya rükun olsaydı, bunun yanlış namaz kılan bu sahabeye Hz. Peygamber'in bildirmesi gerekirdi.
d. Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'ten (ö. 34/654) rivâyet edilen; "Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı yoktur." (Müslim, Salât, 42; Ebû Dâvud, Salât, 132, 167; Tirmizî, Salât, 116) hadisi, faziletin yokluğu anlamına gelir Namazın sahih olmadığını ifade etmez. Nitekim; "Mescid'e komşu olanın namazı mescidde kılmadıkça geçerli değildir" hadisinde de; "fazileti eksik olur" anlamı vardır (ez-Zeylai, Nasbu'r-Râye, I, 365, 366; ez-Zühaylî, a.g.e., I, 647). Ancak Dârekutni'nin naklettiği bu hadis fazileti eksik olur" zayıftır.
Hanefîlere göre, ne Fâtiha'nın ve ne de başka sûrelerin başındaki besmeleler âyet değildir. Sadece, en-Neml Sûresi'nin otuzuncu âyetindeki besmele bir âyettir. Enes (r.a)'ten (ö. 91/717) şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlüllâh (s.a.s), Hz. Ebû Bekir (ö.13/634), Ömer (23/643) ve Osman (ö. 35/655) ile birlikte namaz kıldım. Bunlardan hiçbirisini besmele çekerken, işitmedim" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 264, 273, 275, 278).
Tek başına namaz kılan kimse Sübhânekeden sonra gizli olarak eûzü besmele okur ve her rek'atte Fâtiha'dan önce besmeleyi tekrar eder. Fâtiha bitince "âmin" der. Anlamı: Ey Rabbimiz, duamızı kabul buyur demektir (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 646, 647).
İmama Uyan Cemaatin (Muktedî) Kıraatı:
Hanefîlere göre, imama uyan için kıraat yoktur. Dayandıkları deliller şunlardır:
a. Kitap. Âyette şöyle buyurulur: "Kur'ân-ı Kerîm okunduğu zaman onu dinleyiniz ve susunuz ki merhamet olunasınız" (el-A'râf, 7/204). Ahmed b. Hanbel, bilginlerin, bu âyetin namaza ait olduğunda görüş birliği içinde bulunduklarını belirtir. Âyet; "dinleme" ve "susma"yı emretmektedir. Birinci sabah, akşam ve yatsı namazları gibi sesli (cehrî) okunan namazlara âittir. Susma ise, açık veya gizli okunsun. Bütün namazları kapsamına alır Buna göre namaz kılanların sesli namazda dinlemeleri, sessiz kılınanlarda ise susmaları vacip olur. Bu prensibe uymamak tahrimen mekruhtur.
b. Sünnet hadiste şöyle buyurulur: "Kim imanın arkasında namaz kılarsa, imamın kıraati onun da kıraatidir. (İbn Mâce, İkâme, 13). Bu hadis, gizli ve açık okunan bütün namazları kapsamına alır. Başka bir hadiste şöyle buyurulur: "İmam, kendisine uyulmak i, cin öne geçirilmiştir. Bu yüzden, o tekbir alınca siz de alınız. Okuduğu zaman ise susunuz" (Buharî, Salât, 18, Ezân, 51, 74, 82, 128, Taksîru's-Salât, 17; Müslim, Salât, 77 , 82).
Hz. Peygamber bir gün ikindi namazını kıldırırken, arkasında cemaatten bir adam "Sebbihi'sme Rabbike la'lâ" suresini okumaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s), namazın sonunda cemaate dönerek, okuyanın kim olduğunu sordu. Bir adam kendisinin okuduğunu söyleyince Hz. Peygamber: "Ben, sizden bazılarınızın benimle münâkasa ettiğinizi sandım" (Müslim, Salât, 48) buyurdu. Bu hadis, gizli okunan namazda cemaatın kıraatte bulunmaması gerektiğine delâlet eder. Sessiz kılman namazda böyle olunca, sesli okunan namazlarda öncelikle gerekli olur.
c. Kıyas. Cemaat üzerine kıraat gerekseydi, diğer rükünlerde olduğu gibi, namaza imam rukuda iken yetişen (mesbûk) kıraatten sorumlu tutulurdu. Ama rükû'da yetişen kimse o rek'ate yetişmiş sayılır. Böylece, cemaatin kıraati, cemaate sonradan yetişenin (mesbûk) kıraatine kıyas yapılmıştır (el-Kâsânî, a.g.e., l, 110 vd.; ez-Zühaylî, a.g.e., l, 648)
Hanefilerin dışında kalan çoğunluk İslâm hukukçularına göre, namazda kıraat olarak Fâtiha'nın okunması gerekir. "Fâtiha okumayanın namazı yoktur", "Kendisinde Fâtiha okunmayan namaz yeterli olmaz", "Namazı ben nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılınız" hadisleri bunun delilleridir (bk. İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, ty., I, 119 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire, ty., I, 376-491, 562-568; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Matbaatü'l-Bâbî el-Halebî, I, 72). Her namazın ilk iki rek'atında Fâtiha'dan sonra bir sûre okunması ise sünnettir. İmama uyan kimse, gizli okunan (sırrı) namazda Fâtiha ve bir sûre okur. Mâlikî ve Hanbelîlere göre sesli okunan (cehrî) namazda hiçbir şey okumaz. Şâfiîlere göre ise, cehrî'de yalnız Fâtiha'yı okur. Ahmed b. Hanbel'in, açıklık kazanan görüşüne göre, cemaat, imamın ilk ara verişinde, Fatihâ'nın yarısını, ikinci arada ise geri kalanını okur. Bu ikisi arasında, imamın okuyuşunu dinler (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 649).
İslâm bilginleri, namazda arapçanın dışında bir dille yapılacak kıraatin yeterli olmadığı konusunda görüş birliği içindedirler. Çünkü Kur'ân'ın dili arapçadır, Âyetlerde; "İşte böylece, Biz onu arapça bir Kur'ân olarak indirdik" (Tâhâ, 20/113). "Şüphesiz Biz, kâfirlerin: "Bu Kur'ân'ı, Muhammed'e bir adam öğretiyor" dediklerini çok iyi biliyoruz. Kendisine isnatta bulundukları bu adamın dili yabancıdır. Kur'ân ise açık, fasîh arapçadır" (en-Nahl, 16/103); Kur'ân-ı Kerîm lafız ve mânâsı ile mucizedir. Lafızlar terceme ile değiştirilirse Kur'ân, nazım özelliğini kaybeder. Bu sebeple terceme, ne Kur'ân ve ne de benzeri (misil) sayılmaz. Ancak, O'nun tefsîri sayılabilir. Tefsîr, tefsir edilenden başKadir. Bu arada, bazı Hanefîler'e göre Fâtiha'yı okumaktan âciz olan kimse, (Fâtiha'yı öğreninceye kadar arapçadan başka bir dille geçici olarak tercümesini okuyabilir (el-Kâsânî, a.g.e., I, 112).
KIR AATA ÜCRETİ HARAM KILAN DELİLLER
Kur'ân-ı Kerim'i okuma, hattâ öğretme (Ancak öğrenme için "sonraki" âlimlerin, özellikle de Belh âlimlerinin, zarurete binaen ücreti tecviz ettiklerini de daha şimdiden söylemeliyiz.) karşılığında ücret almayı men eden haberler, aslında konumuzla ilgili olarak, açık kapı bırakmayacak kadar çok ve açıktır. Bu cümleden olarak :
1- Ahmed b. Hanbel ve daha bir çoklarının, Abdurrahman b. Sibl'den rivayet ettikleri: "Kur'ân-ı Kerim'i okuyun, onu (dünya menfaatlarına vesile kılmak suretiyle) yemeyin!" (Heysemî, M.Zevâid VI/168. Bu hadîs-i Şerîfin bir başka rivayeti şöyle dir: "Kur'ân okuyun, onda aşırı gitmeyin. On(u okumak)dan uzaklaşmayın, onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin." Heysemî VI/167. Sevkanî, age. V/322; Âynî, age. XN/95.) hadîs-i serîfi.
2 - Ubeyy b. Kâ'b hadîsi: "Bir adama Kur'ân-ı Kerîm öğrettiydim de, bana bir yay hediye ettiydi. Durumu Rasûlüllah'a söyledigimde : Onu aldıysan, ateşten bir yay almışsin demektir, buyurdular. ben de geri iade ettim. " (Yusuf ez-Zeylaî, Nasbu'r-raye li-e hadîsi'I-Hidâye, (el-Mekrebetü'l Islamiyye,1393 (1973) IV/137; Sünen-i Ibn Mace, (Mısır, Isa el-Babi el-Halebî,1972)N/157.)
3 - Beyhakî'nin, Bürayda (r.a.)dan rivayetine göre, Rasûlüllah (s.a.v.) : "Her kim Kur'ân okuyup, Hz. Kur'ân'ı nâsın malını yemeye vesile edinirse, Kıyamet Günü'nde yüzü etten âri bir kemikten ibaret olarak Arasat Meydanı'na gelir." buyurmuştur (‚Aynî, age. XN/96.)
4- Tirmizî'nin ‚Imrân b. Husayn'dan rivayet ettiği: "Kur'ân okuyan onunla Allah'tan istesin. Zira bir takım insanlar gelecek, Kur'ân'ı okuyacaklar ve onunla insanlardan menfaat temin edeceklerdir." (Sünen-i Tirmizî, (Mısır,1975 (I395) VI/79 (K.46 B. 20 H. 2917) Sevkanî, age. V/322; Âynî, age. XN/96.)
5 - "Kur'ân-ı Kerim'i okuyunuz; onunla amel ediniz; ondan asla uzaklaşmayınız, onun hakkında haddi de aşmayınız; onun tilâveti karşılığında ücret alıp vermeyiniz, onunla dünya malını çoğaltma yoluna girmeyiniz." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, Kahire, I3l3. NI/428.)
Bu hadîs-i şerîflerin her biri, belki rivayet tarikindeki bir yönüyle tenkide uğramıştır ama, birbirlerini destekleyince, ortak mana sıhhat kazanmış olur. Ibn Abbâs: "Onu ticaret aracı yapmanızı uygun görmem. Ancak elinin sanatı karşılığı olanda (yazmaya alınan ücrette) bir mahzur olmamalıdır " (Akaidü's-selef s. I57; Buhar-î, Sahîh'inde "Fedailü'I-Kur'an" bölümünde "Kur'anı; gösteriş, yeme ve övünme için okuyanlar"diye bir başlık açmış ve ilk olarak Şu Hadîs-i Şer'îfi almıştır: "Dünyanın sonunda bir takım insanlar gelecek ki, onlar basit akıllıdırlar. Allah'ın kelamını okurlar ama, okun yay dan çıktığı gibi Islamdan çıkarlar. Imanları gırtlaklarından öteye geçmez; onları bulduğunuz yerde öldürün. Çünkü onları öldürme, Kıyamet gününde öldürene ecir olacaktır." Kirmanî de bunu açıklarken der ki: "Bu hadîsin, konulan başlığın ikinci kısmıyla, yani Kur'an'ı yeme vesilesi yapmakla ilişkisi şudur: Kur'ân okuma, Allah için olmazsa, elbette ya gösteriş ya yeme vesilesi, ya da benzer-i bir şey için olacaktır". (bk. Kirmânî (şerhu'I-Buharî) Beyrut,1401 (I98l )XIX/49; Kastalanî,irsadü's-sâri, VN/388.) der.
B - Alimlere göre
Bu konu üzerinde enine boyuna duranlardan birisi de Allâme Imâm Birgivî merhumdur. Bu konuda çeşitli eserlerinde malûmatlar vermiş, Istanbul'da devrin uleması ile münazaralarda bulunmuş, ve "Seyf-i Sârim" adında müstakil bir de risale yazmıştır (Bk. Katip Çelebî, Mîzânü'I-Hak fihiyarı'l-ehak (Terc.1001 T.E.)) Onun söylediklerini şu cümlelerle özetlemek mümkündür :
" Müddeamıza Kitap'tan (Kur'ân-ı Kerim'den), sünnet'ten, icmadan ve kıyastan delillerimiz vardır :
Kitap'tan olan delilimiz:"Ayetlerimizi az bir paha karşılığı yemeyin." ("Az bir baha" =Semen-i kalîl"in ne olduğunu daha önce açıkladık.) (K.K. N/41) Sünnetten delilimiz :"Kur'ân'ı okuyun, onu dünyevî menfaatları yeme aracı kılmayın.""Onlardan her kim ahiret işinidünyalık için yaparsa, artık âhirette onun hiç bir payı yoktur."Binaenaleyh, böyle bir okuyuşun sevabı olmadığına göre gerçekte sevabın satışı olan bu icâre nasıl câiz olabilir ? Ma'dumun satışı ise câiz değildir. Var olduğu kabul edilse bile, teslimi mümkün değildir. (ImamBirgivi'nin söylediklerini aynen nakleden Ibn ‚Abidin bu noktada şunları ilave eder: "Tesliminin mümkün olduğu kabul edilse bile bu, menfaatin bir şey karşılığı temlik edilmesidir. Buradaki menfaat ise sevaptır,kıraat değildir. Zira ücret veren sevabın hasıl olmadığını bilse, mücerred okuma karşılığı bir kuruş bile vermez . Binaenaleyh sevap teslim edilmeden ücrete hak kazanılmaz. Verdiğin kıraat şartına bağlı olmayan bir"SILA" olması, okuyanın da sırf Allah rızası için okumuş bulunması mümkün değildir. Çünkü veren verdiği, ancak muradına göre okunması için verdiğindendir ki, okunup okunmadığını izlemektedir. Okuyan da bir şey verilmemesi halinde okumayacaktır."(Ibn ‚Abidin, Sifa'ul-‚alil, s. 182.)
Icmadan delilimiz:Bu ümmet. ‚Ameller ancak niyetlere göredir ve herkes için , neye niyyet etmişse o (nun karşılığı) vardır." meşhur hadîs-i şerîfine binaen, niyetsiz amelin olmayacağında ittifak etmiştir ki, niyyet amele bâis olan ve kastetme ve azmetme tabir edilen şeydir ve bahsini ettiğimiz meselede de bu yoktur. Sonra okuyanın, ben sadece Allah rızası için okuyorum, ücret verenin de, ben sadece Allah rızası için veriyorum, demelerine de itibar edilmez. Zira riyanın (olduğundan başka türlü görünmenin) haramlığında da ittifak etmişlerdir. Bunların böyle demeleri de riyadan başka bir şey değildir. Binaenaleyh, bir masiyet karşılığında ücret almak nasıl câiz olabilir?
Kıyastan delîlimiz :
1- Kur'ân-ı Kerîm okumak da, bedeni bir ibadet olma bakımından, namaz ve oruç gibidir. Binaenaleyh, nasıl namaz ve oruca ücret almak câiz değilse, Kur'ân-ı Kerim okumaya ücret almak da câiz değildir.
2 - Bu, gerçekte bir sevap satma ameliyesidir ki, insanın geçmiş zamanlarda yaptığı amellerinin sevabını satışa çıkarmasına benzer. Bunun da câiz olamayacağı nasıl ihtilafsiz bir gerçekse, berikinin câiz olmadığı da aynıdır. E1-Ihtiyâr'da :"Şayet kabrini sıva ile yapmasını ve üzerine bir kubbe yerleştirmesini ve kabri başında Kur'ân okutup, okuyana bir şeyler vermesini vasiyyet etse, böyle bir vasiyyet batıldır, zira muhkemleştirmek için kabirlerin üzerine bina yapmak helâl değildir." denilmektedir. (Birgivî Muhammed Efendi, Serh'u hadîs-i erbaîn, s. 75; Ibn Âbidîn, Şifâ'ul-‚alîl,.s.182; Dürrü'l-muhtar, VI/55.)
Ibn Abidin, aynı konuda haram oluşun aklî delili olarak şu açıklamayı da ilâve eder :
" ...Sevabın varlığı malûm değildir. Birisi sevabını kendinin, ya da ölmüş bir yakınının ruhuna bağışlamak üzere birisine hatim okutup ücret verse, bu okuyuştan bir sevabın husûlü belli değildir ki, ücret vermesi gereksin. Hasıl olsa bile, okuyan için hasıl olmuş olur ve ücret karşılığı satılması yine câiz olmaz. Ya belli olmadığı zaman nasıl sahîh olacaktır? Kaldı ki, böyle bir okuyuştan sevabın hasıl olmayacağı açıktır. Zira sevabın bulunmasında amelin hâlis Allah için olma şartı vardır. Ücretle okuyan ise, dünyalık için okumuştur, Allah rızası için okumamıştır. Bunu şuradan da anlayabiliriz: Okutanın kendisine bir şey vermeyeceğini bile - bilhassa bu işi meslek haline getirenler - bir harf bile okumaz." (Ibn Âbidîn, el-Ukûdü'd-dürriye, N/115.)Ibn Abidin'in nakline göre Imâm Nevevî "Kitâbu t-tıbyân fi âdâp -ı hameleti'1-Kur'ân adlı eserinde, müstakil bir bölüm altında şunları söyler:"Son derece kaçınılması emredilecek şeylerin en önemlilerinden birisi de, Kur'ân'ın bir kazanç aracı haline getirilmesidir." (Nevevî, et-Tibyân 42; Ibn Âbidîn Şifâ'ul-‚alîl, s.175.)
Tâcü's-Şeria: "Ücretle Kur'ân okumanın, ne okuyana, ne de ölüye sevabı dokunur."Aynı: "Dünyalık için Kur'ân okuyan, okumaktan alıkonulur. Bu durumda alan da veren de günahkârdır." (Ibn ‚Abidîn, Sifa'ul-‚alîl, s.180: Raddü'I-muhtar, VI/56.) Şeyhul-Islâm Ankaravî Mehmed Efendi: "Kıraat ya tâattır, ya masiyettir, ya da mubahtır. Bir dördüncü şık düşünülemez. Eğer Kur'ân-ı Kerim okumak, hadîs-i şerîf okumak gibi bir tâatsa, bunların karşılığında ücret almak, tâata ücret almak olur ki, tâat üzerine icâre akdi yapmak sahîh değildir. Eğer şarkı, türkü gibi bir ma'siyyetse, o zaman bu, ma'siyete ücret almak olur. Bu ise batıldır. Yok eğer edebiyat v.s. kitapları okumak gibi bir mubah okumaksa, o zaman da ücretle tutanın ücret vermeden bile sahip olduğu bir şeyi, ücretle yaptırması olur ki, bu da mün'akid olmaz." (Şerhu'I-Islam Muhammed Emîn el-Ankaravî, Fetâvay-ı Ankaravi, Ist.1281.N/293 (Muhît-i Bur'hâni'den naklen))
El-Ihtiyâr ve Mecmâ ul-Fetâvâ'da: "Kur'ân için herhangi bir şey almak câiz değildir. Zira bu ücret gibidir." denmektedir. Ücrete benzeyen câiz olmazsa, ya ücret olarak alınan nasıl câiz olacaktır?
E1-Hulâsa'da: "Kur'ân okumasını bilen birisine kabri başında Kur'ân'dan bir şeyler okumasını vasiyyet etse, bu vasiyyet bâtıldır. Aynı şey Tatarhâniyye'de de mevcuttur. Orada ayrıca: Sahîh olan câiz olmamasıdır. Velev ki okuyan muayyen bile olsa, denilmektedir." (Ibn Âbidîn, Sifâ'uf-‚alîl, s.179;) denir. Ibnü Kayyim el-Cevziyye: "Ölüye gönderilecek en güzel hediye, köle azadı, sadaka, onun için istigfar etmek ve onun için hac yapmaktır. Nâfile olarak Kur'ân okuyup sevabını ona bağışlama ya gelince, eğer ücretsiz olursa, bu da diğerleri gibi ulaşır." Şeyhul-Islâm Takiyyü'd-Din (Ibn Teymiyye) : "Kıraata ücret ve sevabını ölüye gönderme sahih değildir. Çünkü bu hususta hiçbir imamımızdan menkul bir izin yoktur. Hattâ ulemâ, okuyan, bir mal karşılığı okursa, bunun bir sevabı yoktur demişlerdir. Peki ölüye gidecek olan nedir? Ölüye ancak amel-i sâlih gidebilir. Kur'ân okuma karşılığı ücret alınamayacağında imamlarımız ittifâk halindedirler. Ihtilâf, öğretmeye verilecek ücret konusundadır." (Ibn Âbidîn, Şifâ'ul-‚alîl, s.175. (Kitabu'r-Rûhtan naklen))
Imâm Birgivî: "Bunun için vasiyyette bulunmak batıldır. Alınan alana haramdır... Bu yolla Kur'ân okuyan da, onu dünyanın bayağı metaına âlet ettiği için âsîdir." (Ibn Âbidîn, Şifâ'ul-‚alîl, s.174; Raddü'I-muhtar, VNS7, (el-Cezîrî de bunu Imam Birgivî'den aynen nakletmektedir. bk. el-Fıkhu'alel-mezâhibi'l-erba'a, NI/l27)"Allah'tan da utanmazlar, bu Kur'ân-ı Azımü'ş-Şânı bir kaç değersiz dirhem için, hayır, bilakis, talibi köpekler olan kazurat ve leşler için okurlar. Bu yolla insanları aldatabilirler ama, gaybın ve görünenlerin âlimi olan Allah'ı nasıl aldatacaklardır?!" (Imâm Birgivî, Şerhu-hadîs-i erba'în, s. 74) Abdurrahman el-Cezîri: " ... Bütün bunların hülâsası şudur: Hanefi mezhebi, tâatlar üzerine ücreti men esasına dayanır. Bu yüzdendir ki, başkası yerine yapılan haccın, ücret yoluyla değil; inabet yoluyla olduğunda ittifak vardır. Binaenaleyh, başkası yerine hac yapan, bu farzı yerine getirmede, onun nâibi olarak iş görmekte ve onun malından, kendisine ihtiyaç miktarı harcayabilmektedir. Eğer artan bir şey olursa, onu da olduğu gibi nâibi bulunduğu zata iade etmektedir. Eğer bu ücret akdi olsaydı, artanı iade etmeyecekti. " (el-Cezîrî, age. NI/l27.) Ibrahim en-Nehâ î: "Mushaf varislere değil, kurralar için terkedilir, ya da mûrisin ehl-i beytinden kurra olanlara kalır. Mushafın yazılmasına, okunmasına ve arzına ücret şartı da câiz ol maz." (Muhammed Ravvâs el-Kal'acî, Mevsu'atü Ibrâhim en-Naha'î, N/562) Son olarak, kıraata ücret alanların her nasılsa mesned gösterdikleri Ebu's-Su'ûd Efendi'den, aksine bir fetvâ nakletmek istiyorum:"Zeyd-i cüz-hân (Kur'ân okuyan herhangi birisi) tilâvet-i Kur'ân-ı Azîm'i mücerred ücret içün eylese (Sırf ücret almak için okusa) aldığı akçe şer'an helâl olur mu?
E1-Cevap: Olmaz. Sahibine (okutana) istirdad (geri verme) lâzımdır. (Ebu's Su'ûd) Bu surette Zeyd, sevap mülâhazasi ile olmayup, Kelâmullah'ı dünyaya vesile ittihaz eylemekle, mezbûra (adı edilene) ne lâzım olur?
E1-Cevap: Istihfâf-ı Kelâmullah'tır (Allah'ın Kelâmı'ni hafife almaktır); küfür lâzim olur. (Ebu's Su'ûd) Diğer cevap: Küfür lâzım olmaz; havf-i küfür (Küfür olma endişesi) vardır. Zira istihfaf sarih (açık) değildir, zimnîdir (dolayısıyladır). Mushaf-ı Şerifi kazurata ilka (pislige atma) değildir. (Harrarahü Muhammed Birgivî) (Fetâvâi-i Ebi's-Su'ûd, Mesîhat Kütüphanesi, (Yazma) v.168.) Aslında Ebu's-Su'ûd Efendi, kendi görüşü olarak "Küfür lâzım olur" dedikten sonra, Imâm Birgivî'nin, "küfür değil, havf-i küfür lâzım olur" şeklinde ifade edilen görüşünü, sadece değişik görüşlerin de bulunduğunu nakil için değil, itibar edilmeyecek mercûh bir görüş olduğunu hatırlatmak için zikretmiş olmalıdır. Bu iki yaştan âlimin birbirleriyle pek anlaşamadıkları, hattâ Kâtip Çelebi'nin anlattıklarına bakılırsa birbirleriyle dargın olarak vefat ettikleri gözönünde bulundurulduğunda, bu fikrin doğru olması ihtimal çerçevesine alınır. (Bunların yanında özellikle "Sonraki" Hanefi Fıkıhçılarının yazdığı kitaplarda, Kur'an-ıKerim tilavetine ücret almanın caiz olmayacağı açıkça belirtilmiştir.(Bu konuda Imam Birgivi'nin sözünü ettiğimiz risalesinden başka Ibni ‚Abidin'in yine adı geçen risalesi, Raddü'ül- muhtar ve el-‚Ukudüd'dürriye adlı eserler'i yanında bk. Fetâvây-i Kâdîhân NI/ F26; Bezzâciyye VI/354; Hindiyye V/3I6, 349). Bütün bunlar Hanef i mezhebindeki durumdur. Bu konuda Hanbelîler' de Hanef i ler gibi düşünürler. Imâm Mâlik, Şafîî ye Ibn Hazm'a gör'e ise bazı Şartlarla Kur'an-ıKerim tilavetine ücret almanın caizdir. (bk. Haseneyn Muhammed Mahluf, Fetevâ Şer'îyye ve buhus Islâmiyye, Mısır, I385 (1965) I/60 vd.) Ancak, bilebildiğimiz kadarıyla, konuyu müstakil bir mesele olarak enine boyuna inceleyen Imam Birgivi ve Ibn Abidîn'dir ve her ikisi de Kur'ân-ı Kerim tilâvetine ücret almanın çok çirkin bir haram olduğu kanaatine varmışlardır. Diğer mezheplerde câiz gören imamlar, konuya sadece dolayısı ile değinmişler ve meseleyi bütün yönleri ile delilleriyle ele almamışlardır. Bu yüzden, bukonuda özellikle Hanefilerin söyledikleri kaynak teşkil eder ve tercihe şayân görülür.)
KINA YAKMAK
Saç, sakal, el veya ayakları kına yahut başka bir şeyle boyamak. Kınayı sulandırıp eline sürmek. İslâm'ın çıkışından önce yahudi ve hristiyanlar güzel görünme ve süslenmenin ibadetle bağdaşmadığını düşünerek, saçı boyayarak rengini değiştirmekten kaçınırlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) müslümanları başka milletleri aynen taklitleri sakındırmak ve onlara bağımsız bir kişilik kazandırmak için emir ve tavsiyelerde bulunurdu. Saçı ve sakalı kına veya başka boya maddesi ile boyamak da bunlar arasındadır.
Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadiste şöyle buyurulur: "Yahudi ve hristiyanlar (saçlarını) boyamazlar. Siz onların aksini yapınız. Yani saçlarınızı boyayınız" (Buhârî, Enbiyâ, 50, Libâs, 67; Müslim, Libâs, 80; Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesaî, Zîne, 14; İbn Mâce, Libas, 32; Ahmed Hanbel, Müsned, II, 240, 260, 309, 401). Buradaki emir bağlayıcı olmayıp, nedb (sevimli amel) ifade eder. Nitekim uygulamada ashab-ı kiramdan Hz. Ebû Bekir ve Ömer, Hz. Ali ve Ka'b ve Enes (r.anhüm) gibi bazıları da boyamamıştır.
Kullanılan renge ve boya malzemesine gelince, genellikle saç boyası yaşlı erkeklerin beyazlaşan saçları için söz konusu olunca, siyah renk, yaşlı kimseyi, olduğundan çok genç gösterir. Bu durum kınalama veya boyamayı amacından uzaklaştırabilir. Nitekim, Mekke'nin fethi günü, Hz. Ebû Bekr'in yaşlı babası Ebû Kuhâfe'nin saçlarının ağaç çiçekleri gibi beyazlaştığını gören Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu beyaz saçı değiştiriniz ve siyahtan sakınınız" (bk. Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesaî, Zîne, 15; Ahmed b. Hanbel, l, 165, 356, II, 261, 499, III, 160, 322). Ancak saçı beyazlaşan kimse genç olursa, siyaha boyamasında da bir sakınca görülmemiştir. Nitekim Sa'd b. Ebî Vakkas, Ukbe b. Âmir, Hasan, Hüseyin ve Cerîr gibi sahabelerin bunu uyguladıkları nakledilir (Yusuf el-Kardâvî, el-Halâl ve'l Harami; 'l-İslâm, Terceme, Mustafa Varlı, Ankara 1970, s.102, 103).
Boya malzemesi olarak kına kullanımını Allah Rasulü'nün teşvik ettiği bilinmektedir. Bir hadiste şöyle buyurulur: "Saçın beyazlığını değiştirmek için kullandığınız şeylerin en iyisi, kına ve keten bitkisidir" (Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Tirmizî, Libâs, 20; Nesaî, Zîne, 16; İbn Mâce, Libas, 32; Ahmed b. Hanbel, V, 147, 150, 154, 156, 169). Diğer yandan Hz. Peygamber'in bir yerinde sivilce veya cerahatlenmiş bir çıban çıksa, bunun üzerine kına sürdüğü nakledilir (bk. İbn Mace Tıbb, 29). Bu duruma göre, Rasûlüllah (s.a.s)'ın kınayı cildin tedavisi için kullandığı anlaşılmaktadır. Enes b. Mâlik, Hz. Ebû Bekr'in saçını kına ve ketenle, Hz. Ömer'in de yalnız saf kına ile boyadığını nakletmiştir (Yusuf el-Kardâvî, a.g.e., 103).
Erkeklerin süs için el ve ayaklarını kınalaması mekruhtur. Kadınların el ve ayaklarını kınalaması ise caizdir. Erkek veya kadının beyaz saçı sarı veya kızıl renge boyaması müstehap görülmüş, siyaha boyamaları ise sağlam görüşe göre, caiz görülmemiştir. Boya malzemesi olarak kına ve vesîme denilen, boya sanayiinde kullanılan bir bitkinin tercih edilmesi tavsiye edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, Terceme, Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1982-1988, XV, 378, XVII, 314).
El, ayak veya başa sürülen kınanın katı olan malzemesi temizlendikten sonra deri veya saçlarda bıraktığı renk suyun nüfûzuna engel değildir. Bu yüzden abdest veya gusle mani olmaz (İbn Âbidîn, a.g.e., l, 224).
KİRA AKDİ NASIL MEYDANA GELİR?
Hanefi mezhebine göre kira akdi iki yoldan birisiyle meydana gelir.
1- Sigadır. Mesela ev sahibi kiracıya: "Ben evimi bir sene müddetle şu kadar para karşılığında sana kiraya verdim" der. Kiracı da: "Evini bir sene müddetle şu kadar para karşılığında kiraladım" der.
2- Mu'atatdır. Yani bir söz söylemeden gemi, tren gibi ücreti belli olan şeylerin bedelini re'sen vermek.
Muatat ile evi kiraya vermek de caizdir. Mesela birisi belli bir ücret mukabilinde belli bir zaman için evini birisine kiraya verir, müddet bitince kiracı ses çıkarmadan evde oturmaya devam eder ve böylelikle kira yeniden mun'akid olmuş olur. Fakat her sene ücret ayarlanacaktır (al-Fıkh ala'l-Mezahibi'l-arba'a).
Şafii mezhebine göre birinci sene bitince kiracı evden çıkmaya mecburdur. Ancak yeni bir akit ile evde oturmaya devam edebilir.
KİRA AKDİNİN DEVAM ETMESİ İÇİN GEREKLİ ŞARTLAR:
l) Kiralananda, yararlanmaya engel bir ayıbın bulunmaması. Aksi halde, kiracı kira bedelinin tamamını verip akdi devam ettirmekle feshettirmek arasında bir seçimlik hakka sahiptir. Kiralanan hayvanın hasta veya topal olması, aracın ârızalı bulunması, evin bir bölümünün yıkılması gibi (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 194, 195; Ibnü'l-Hümâm, a.g.e, VII, 220). Eğer evin tamamı yıkılır, değirmenin suyu kesilir, arazinin sulama suyu çekilirse, akit münfesih olur. Çünkü akdin konusu yok olmuştur. Ancak Hanefîlerden daha sağlam bir görüşe göre, akit kendiliğinden sona ermez, fakat fesih hakkı sâbit olur. Çünkü akdin konusunun dönmesi mümkündür (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 196 vd.).
2) Kira akdini feshe sebep olacak bir özrün ortaya çıkması. Taraflardan birisi veya kiralananla ilgili bir özür meydana geldiği zaman, akdin tarafı fesih hakkına sahip olur. Ibn Âbidîn özrü şöyle tarif eder: Kendisine veya malına bir zarar gelmeden akdin konusunu ifa etmek mümkün olmayan her özür, fesih hakkı verir (Ibn Âbidîn, a.g.e, V, 55). Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre ise, kira akdi, satım akdi gibi lâzım akitlerden olup, ayıbın bulunması veya yararlanmayı ortadan kaldıran bir durumun olması gibi gerektirici bir sebep bulunmaksızın herhangi bir âkid tarafından feshedilemez (eş-Şîrâzî, a.g.e, I, 405; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 227; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 418).
Özür ya kiracıya ait olur: Iflas etmesi, bir sanattan tarıma veya tarımdan ticarete yahut da bir sanattan başka sanata geçmesi gibi... Yahut kiraya verene ait bulunur. Başka türlü ödeyemediği bir borcu için, kiradaki mülkünü satmak zorunda kalması gibi. Yahut da kiradaki malla ilgili olur. Meselâ, bir köyde belli bir süre için umuma ait bir hamam kiralansa, daha sonra köy halkı başka yere göç etse, kiracının kira bedelini ödemesi gerekmez (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 197 vd.; Ibnü'l-Hümâm, a.g.e, VII, 222 vd.; es-Serahsî, a.g.e, XVI, 2 vd.; Ibn Âbidin, a.g.e, V, 45 vd.; el-Fetâvâ'l Hindiyye, IV, 198 vd.).
Kira ve iş akdinin bağlayıcılık yönü ve hükmü:
Hanefîlere göre icâre akdi, bağlayıcı (lâzım) bir akit olmakla birlikte, onun bazı özürler sebebiyle feshi mümkündür. Ayette "Akitleri ifa ediniz" (el-Mâide, 5/1) buyurulur. Prensip olarak fesih, akdi ifa kapsamına girmez (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 201; es-Serahsî, a.g.e, XVI, 2).
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise, icâre lâzım (bağlayıcı) bir akit olup, ayıp bulunması veya yararlanmanın yok olması gibi, bağlayıcı akitleri sona erdiren haller dışında münfesih olmaz. Dayandıkları delil yine "akitleri ifa ediniz" ayetidir. Icâre, menfaatler üzerine yapılan bir akittir. Bu yönüyle nikâh akdine benzer (Ibn Rüşd, a.g.e, II, 227; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 409, 411).
Hanefîler yukarıdaki prensibe dayanarak şöyle derler: Kira akdi taraflardan birisinin ölümü ile sona erer. Çünkü, eğer akit devam ederse, kiracının akitle mâlik olduğu yararlanma, yahut kiraya verenin sahip olduğu kira bedeli, akitle, akdi yapandan başkasına bir hak olarak geçmiş olur ki, bu caiz değildir. Çünkü menfaatte veya mülk edinilmiş bedelde miras bırakandan mirasçıya intikal düşünülemez. Kira akdi, menfaat üzerinde parça parça oluşur. Eğer biz intikal prensibini kabul edersek, miras bırakanın mâlik olmadığı şeyi mirasçısına intikal ettirdiğini söylemiş oluruz. Çünkü mirasçıya sadece ayn (mal)'ın mülkiyeti geçer. Menfaatler ise, mirasçının mülkü üzerinde meydana gelir. Bu yüzden buna kiracı hak kazanamaz. Çünkü o, mirasçı ile yeni bir akit yapmadı.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, kira akdi taraflardan birisinin ölümü ile sona ermez. Çünkü bu lâzım ve ivazlı bir akittir. Satım akdinde olduğu gibi bir âkdin ölümüyle sona ermez (el-Kâsânı, a.g.e, IV, 222; Ibnü'l-Hümam, a.g.e, VII, 220; Ibn Âbidîn, a.g.e, V, 57).
Sahih icâre (kira ve iş akdi)nin hükmü, kiracı için menfaatte mülkün, kiraya verenin de aralarında belirledikleri kira bedeli üzerinde mülk hakkının sâbit olmasıdır. Çünkü bu, ivaz bir akit olup, menfaâtin satımı kabilindendir.
Fasit kira akdinde ise, Hanefîlere göre kiracı kiralanandan yararlandığı zaman, emsal kira bedelini ödemesi gerekir. Ancak burada emsal kira bedeli, ecr-i misille, ecr-i müsemmâ (konuşulan bedel)dan hangisi az ise onu ifade eder. Imam Züfer ve Şâfiî'ye göre fasit kira akdinde tam olarak ecr-i misil gerekli olur. Burada satım akdine kıyas yapılmıştır. Çünkü satım akdi fâsit olunca, malın kıymeti tam olarak ödenir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 195; Ibnü'l-Hümâm, a.g.e, VII, 174 vd.; Ibn Âbidîn, a.g.e, V, 31; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletüh, IV, 758, 759).
Kira akdi sona erdikten sonra kiracının yükümlülükleri:
l) Kira süresi bitince, kiracının evin veya dükkânın anahtarlarını mülk sahibine veya temsilcisine teslim etmesi gerekir.
2) Bir hayvan veya araç kiralanması halinde iş bittikten sonra, teslim aldığı yere hayvanı veya aracı götürüp sahibine teslim etmesi gerekir. Bunu yapmaz ve bu sırada mala bir zarar gelirse tazmin etmesi gerekir.
Hanefîlere göre, kiraya verilen malın yararlanılacak şekilde tutulması, tamir sıva vb. ıslah işlerinin yapılması mülk sahibinin görevidir. Ancak mülk sahibi tamir ve bakıma zorlanamaz. Bu takdirde kiracı için, akdi fesih hakkı doğar. Çünkü bu eksiklik akdin konusunda meydana gelen bir ayıp sayılır. Kiracı kendiliğinden tamir ve bakım yaptırırsa bunu teberruan yaptırmış sayılır. Kiraya mahsup edemez. Çünkü o, başkasının mülkünde izinsiz ve yetkisiz tamirde bulunmuştur. Mülk sahibinin izniyle tamir ve ıslah yapılmışsa bu, kira bedelinden mahsup edilebilir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 208).
KIBLE VE TUVALETLERİN YÖNÜ MESELESİ
Önce konuyla ilgili şu hadislere işaret etmeliyiz: "Sahabi Selman'a dediler ki, Peygamberiniz size tuvalette oturuşa varıncaya kadar her şeyi öğretiyor mu? O da, evet, dedi. Allah Rasûlü bizim küçük, büyük abdestlerde Kıbleye dönmemizi, sağ elle taharet almamızı, üç taştan az ile temizlenmemizi tezek ve kömürle taharetlenmemizi yasakladı" Allah'ın Rasûlü (sa) buyurdu : "Ben sizin babanız yerindeyim. Size öğretiyorum. Biriniz tuvaletini yaparken Kıbleye dönmesin, ona arkasını da çevirmesin" Sahabi diyor ki, Şam'a geldik oralardaki tuvaletlerin Kıbleye karşı yapılmış olduğunu görünce yanlanarak ihtiyacımızı giderir, Allah'tan da bağışlanma dilerdik. "Resulûllah küçük büyük abdestlerde iki kıbleye (Kabe ve Kudüs Mescidine) dönmemizi yasaklamıştı" Mervan diyor ki, Ibn Ömer'i gördüm, bineğini kıbleye karşı durdurmuş, kendisi de kıbleye karşı küçük abdestini yapıyordu. Bu yasaklanmadı mı? diye sordum. Evet, ama açık arazide yasaklandı. Seninle kıble arasında gizleneceğin kadar bir şey (duvar, perde, bina vb) varsa mahzuru yoktur, dedi" (Ebu Davud, Taharet 4.)
Abdullah b. Ömer diyor ki, "Evimin damına çıkmıştım, Rasulûllah'ın iki kerpiç arasında Beyt-i Makdise (Kudüs Mescidine) doğru dönük olarak ihtiyacıni gidermekte olduğunu gördüm" (Ebu Davud, Taharet 5; Hadisler diğer hadis kitaplarında da bulunmaktadır.) Ibn Ömer, yukarıdaki görüşünü bu müşahedekinden almış olmalıdır.
Bütün bu ve benzeri hadisleri topluca değerlendiren fıkıhçılar bu konuda pek çok farklı görüş ve izahlar getirmişlerdir :
1. Açık arazide defi hacet yaparken kıbleye dönmek haramdır, ama bina içlerinde haram değildir (Abbas b. Abdulmuttalib, Abdullah b. Ömer, Sa'bi, Malık, Şafiî, Ahmed b. Hanbel)
2. Bu, açık arazide de binada da caiz değildir (Ebu Eyyûb el Ensarı, Mücahid, Ibrahim en-Mehaî, süfyan es-Sevri, Atâ, Ebu Hanife ve bir Rivayette de Ahmed b. Hanbel) konu ile ilgili olarak altı farklı görüş daha vardır ama en güçlü görüşler bunlardır. (Bu görüşler ve uzun izahları için bk. Mahmud Hattâb es-Sûbkî ,el-Menhel I/39-42)
Durum bu olunca : Bir medeniyetin, birleşik kaplarda olduğu gibi, her sahasıyla alçalacağını, ya da her sahasıyla yükseleceğini hesaba katarak, kendine has mimari üslubu ve görüşü olmayan bir sistemin bir medeniyete damgasını vuramayacağını bilmek gerekir. Binaenaleyh, müslüman mimarlar yıllardır unutulan ve ihmal edilen bu gerçeği, tekrar hatırlamalı gündeme getirmeli ve hal çaresi bulmalıdırlar. Tuvalet taşları dahi Islami temizliğe elverişsiz, idrarı insanın üzerine sıçratan tarzlarda imal edilmektedir. Lavaboların modeli, abdestte ayakların yıkanılması hiç hesaba katılmadan çizilmekte, inananlar da buna mahkûm olarak yaşamaktadırlar. Bu olayı küçümşeyenlere Selman Hadisini hatırlatmamiz yeterlidir. O zaman da bir müşrik bu meseleyi küçümsemiş ve alaylı bir tavırla, peygamberiniz sizin bu tür işlerinize de mi karışıyor? demişti.
BİR ÇÖLDE VEYA KIRDA BULUNAN KİMSE ELİNDE PUSULA OLMAZSA KIBLEYİ NASIL BULACAKTIR?
Kutup yıldızı, görünüşte sabit olup daima güney istikametine bakmakta olduğundan onunla kıbleyi bulmak mümkündür. Şöyleki: al-Cezire, Bitlis, Siirt, Muş, Urfa, Diyarbakır, Mardın... ve Rakka gibi yerlerde bulunan kimse tam sırtını, Medine'i Münevvere, Kudüs, Gazza, Ba'labak, Adana, Mersin, Antakya ve çervesinde bulunan kimse sol kulağını, Irak, Maveraünnehir ve çervesinde bulunan kimse sağ kulağını kutup yıldızına doğru çevirirse kıbleye yönelmiş olur.
KİN
Kalbte yerleşen, öç almaya yönelik şiddetli düşmanlık. Arapça'da hıkd, gıll ve bağdâ gibi kelimelerle karşılanır. Kin tutmak, kin beslemek, kin gütmek, kin bağlamak gibi deyimler düşmanlık duygusunun kalbte yerleştiğini ve süreklilik gösterdığını dile getirir.
Kin, kötü ahlâka ait niteliklerdendir. Bu nedenle İslam'ın onaylamadığı, ortadan kaldırmayı amaçladığı huylardandır. Karşıtı olan bağışlama (af) ise güzel ahlâkın niteliklerindendir; Islâm tarafından teşvik edilen davranışlar arasında yer alır. Kin kötü bir duygu ve huy olduğu kadar birçok kötü tutum ve davranışın da başlıca nedenidir.
Kur'an'a göre kinin başlıca kaynağı sapkınlık ve azgınlıktır. Bu nedenle öncelikle kâfirlere özgü bir niteliktir. Hristiyanlara ilişkin bir âyette bu ilişki şöyle açıklanır: "Biz Hristiyanız diyenlerin de sözünü almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden Kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin (bağda') saldık. Yakında Allah onlara bu yaptıklarını haber verecektir." (el-Mâide, 5/14). Yahudiler de sapkınlık ve azgınlıkları yüzünden düşmanlık ve kine salınmışlardır: "Andolsun, Rabbinden sana indirilen onların (Yahudilerin) çoğunun azgınlığını ve küfrunü artıracaktır. Biz onların aralarına ta Kıyamet'e kadar düşmanlık ve kin atmışızdır. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür. (Onlar) yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah da bozguncuları sevmez" (el-Mâide, 5/64). Içlerindeki düşmanlık ve kin yalnız kendileri arasında etkili olmakla kalmamakta, müslümanlara da yönelmekte ve zarar vermektedir. Bu nedenle Müslümanlar ilişkilerinde dikkatli olmalıdırlar: "Ey iman edenler, kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin; onlar sizi ifsat etmekten geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isterler. Onların ağızlarından öfke taşmaktadır. Göğüslerinde sakladıkları (kin) ise daha büyüktür " (Alu Imrân, 3/118).
Kin, küfür ve azgınlıkla olduğu kadar isyan ve itaattan çıkmakla da bağlantılıdır. Allah'a itaat eden, hayatlarını O'nun emir ve yasakları doğrultusunda düzenleyen mü'minler doğal olarak kin ve benzeri duygulardan korunacaklar, uzak olacaklardır. Kur'an, mü'minleri bu konuda uyararak şeytanın oyununa gelmemeleri konusunda uyarır: "Şeytan, şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi?" (el-Mâide, 5/98). Allah'ın koyduğu kurallara uygun hareket eden mü'minler, itaatlarının ödülü olarak Cennet'e konulacaklardır. Cennetteki mü'minler tanımlanırken onların kin ve nefretten arındırılmış oldukları belirtilir: "Onların göğüslerindeki kini çıkarıp atmışızdır; (hepsi) kardeşler olarak köşkler üzerinde karşı karşıya oturur" (el-Hicr, 15/47). Aynı olgu diğer bir yerde de şöyle dile getirilir: "Göğüslerinden kinden ne varsa hepsini çıkarıp atmışızdır. Altlarından ırmaklar akmaktadır" (el-A'raf, 7/43). Mü'minlerin bu durumu, onların bu dünyadaki durumlarının doğal sonucudur. Başka bir deyişle mü'minler dünyada düşmanlık ve kin duyguları ile bunların nedenlerinden ve yol açtığı kötülüklerden, uzak oldukları gibi Cennet'te de uzaktırlar.
Kin duygusunun psikolojik nedenlerini inceleyen Islâm ahlâkçılarına göre yapılan bir kötülüğe karşı koyamamanın, intikam alamamanın yol açtığı öfke kalbe yerleşerek gizli bir düşmanlık duygusuna, kine dönüşür. Bu nedenle kinin başlıca ruhsal kaynağı öfke ve intikam hırsıdır. Kin birçok ruhsal ve ahlâki hastalıkların da kaynağıdır. Bunların başlıcaları hased, ilişkileri kesmek, aşağılamaya çalışmak, gıybet, sırları açıklamak, çeşitli biçimlerde eziyetler yapmak, borç ve benzeri hakları yerine getirmemek, felaketlere sevinmektir. Bunların tümü haram olan ve insanı yüksek ahlâkî niteliklerden uzaklaştıran davranış ve huylardır.
Hz. Peygamber (s.a.s), birçok hadisinde mü'minlerin kinden uzak olmaları gerektiğini belirtir. "Mü'min kin tutmaz" buyuran Hz. peygamber (s.a.s) bir başka hadisinde kin tutmamayı hayırlı insanların nitelikleri arasında sayar. Bu hadise göre, insanların hayırlısının kim olduğu yolundaki soruya "Kalbleri mahmum olan herkes" diye cevap veren Hz. Peygamber (s.a.s), kalbi mahmum olanları "muttaki olanlar, kin ve hasetten temiz olanlar" biçiminde tanımlamıştır (Ibn Mace). Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Aişe (r. anha)'ya verdiği bir öğütte de Allah'a "kalbinin kinini gidermesi ve fitne sapıklıklarından koruması" şeklinde dua etmesini buyurur.
Kur'an mü'minleri kin ve benzeri kötü huylara karşı uyarır, onları kinin zıddı olan bağışlayıcılığa yönlendirir. Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Aişe'ye atılan iftiraya katılan akrabalarından Mıstah'a bir daha yardım etmeyeceğine yemin etmesi üzerine gelen âyette bağışlamanın önem ve üstünlüğüne dikkat çekilerek şöyle buyrulur: "Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere birşey vermemeye yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz?" (en-Nur, 24/22). Diğer bir âyette de cahillere uyulmaması, af yolunun tutulması emredilir (el-A'raf, 7/199). Bağışlama takvaya daha yakın olan bir davranıştır: "Sizin affetmeniz takvaya daha yakındır" (el-Bakara, 2/237). Hz. Peygamber (s.a.s) de bağışlamayı üstün ahlâkın üç niteliği arasında sayar: "Ey Ukbe, dikkat et, sana dünya ve âhiret ehlının en üstün ahlâkından haber vereyim. Gelmeyene gitmen, vermeyene vermen ve sana kötülük edeni bağışlamandır" (Ibn Ebi'd-Dünya).
KİBİR
Büyüklenmek, büyüklük taslamak, ululuk iddia etmek. Kendini başkalarından yüksek görerek onları aşağılamak.
Şeytan'a ait bir özellik olan kibir, onun Hz. Adem'e secde etmesini engellemişti. Cenab-ı Allah bunu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatmaktadır:
"(Hz. Adem'e) secde etmekten yalnızca Iblis kaçındı. Kibirlendi ve kâfirlerden oldu" (el-Bakara, 2/34).
Küfür ve inkârın en önemli sebebi kibirdir. Bunu Hz. Adem (a.s)'ın kıssasında görmek mümkündür. Nitekim şeytan'ın kibrinden dolayı isyanından sonra, inkâr ve isyan edenlerin çoğu kibir nedeniyle isyan etmişlerdir. Hz. Musa'nın apaçık delilleri karşısında Firavun inkâr etmişti. "Sonra da Musa'yı ve Harun'u, firavun ve topluluğuna mucizelerimizle gönderdik. fakat onlar, kibirlendiler ve suçlu bir kavim oldular" (Yûnus 10/75). Hz. Peygamber (s.a.s) döneminde inkâr eden zengin ve ileri gelen insanlar kibir neticesinde inkar etmişlerdir. Bu durum Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır: "En sonunda da sırt çevirdi. Büyüklük tasladı ve şöyle dedi: "Bu eskilerden kalan bir sihirden başka bir şey değildir" (el-Müddesir, 74/23-24), Zenginlik, ululuk ve makam sahibi olmakla kibrin yakın alakası, Allah Teâlâ'nın beytan'a şu hitabında görülmektedir: "Kibirlendin mi, yoksa kendini yüce mi zannettin?" (Sâd, 38/75),
Kibir inkârda önemli bir rol oynadığından Allah Teâlâ Kur'ân'da kibirden ve bu kelimenin türevleri olan istikbâr, müstekbir ve kibriya'dan sık sık bahsetmektedir,
Hz, Nuh (a.s) oğluna vasiyet ederken "iki şeyden seni menederim, biri şirk diğeri kibirdir" buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, I, 170). Ebu Reyhâne (r,a) Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle rivayet etmiştir: "Cennete kibirden hiçbir şey giremez". Orada bulunanlardan biri şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasülü! Ben, kamçımın şaklaması ve ayakkabımın sağlamlığı ile güzel görünmekten hoşlanırım, bu kibir midir?" Hz, Peygamber (s.a.s) "Hayır bu kibir değildir. Allah güzeldir güzeli sever Kibir hakkı küçük görmek ve başı gözü ile insanlarla alay etmektir" (Müslim, Iman, 47; Ahmed b Hanbel, lV, 133-134) buyurdu. Bu hadis-i şerif hakk karşısındaki alaycılık ve inkârın kibir olduğunu anlatmakla birlikte insanlarla alay etmenin kibirden kaynaklandığına işaret etmektedir. Hz. Peygamber yanında sol eli ile yemek yiyen bir adama "sağlınla ye" demiştir. Adam "sağlımla yiyemiyorum" deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yiyemez ol; Bu adamın sağlıyla yemek yiyemiyorum demesi yalnızca kibrindendir" (Müslim, Eşribe, 107).
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan hiç bir kimse cehenneme girmez; kalbinde hardal tanesi kadar tekebbür bulunan hiç bir kimse de cennete giremez" (Müslim, Iman, 147, 148, 149; Ebû Dâvud, Libâs, 26; Tirmizi, Birr, 610; Ibn Mâce Mukaddime, 9; Zühd, 16), Bu hadis-i şerifin Müslim'in es-Sahih'indeki bab başlığı, "kibrin haram olması ve bunun açıklanması" şeklindedir. Buradan da anlaşılacağı gibi kibir haram olan kötü huylardan birisidir. Hadisteki ifade kibirli insanın cennete giremeyeceğini anlatmaktadır. Ancak buradaki kibir, Allah'a ve Peygamber (s.a.s)'e karşı olan kibirdir. Ahlâkî bir özellik olarak kibir, başkalarını küçük görmek ve onlarla alay etmek anlamıyla düşünülürse bu özellik insanı dinden çıkaran bir özellik değildir. Ancak haramdır, insanı dinden çıkarabilecek fiiller işlenmesine sebep olabilir. Böyle bir özellik sahibi de cehennemde kibrının cezasını çektikten sonra Allah'ın afv ve mağfiretiyle cennete girecektir, Nitekim bir âyet-i kerime'de Allah Teâlâ: "Biz onların kalblerindeki kin ve hasedi çıkaracağız" (el-Hicr, 15/47) buyurarak, cennete giren insanların kalbinden dünyadaki ahlâkî kusurlarının temizleneceğini anlatmaktadır.
Bu konudaki bir başka hadis-i şerif şöyledir: "Kendini büyük gören yahut kibirli kibirli yürüyen kimse Allah'ın huzuruna, Allah kendisine gazablanmış olarak çıkar" (Ahmed b. Hanbel, II, 118). Bu hadis kibirlının âhiretteki durumunu gözler önüne sermektedir. Bu tür bir gazab-ı ilâhiye sebep olarak Hz. Peygamber insanın elbisesini sürüyerek çalım satmasını ve kibirlenmesini de göstermiş ve: "Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarı ile bakmaz" (Müslim, Libâs, 42) buyurmuştur. Bu hadis-i şerifler ahlâkı bir kusur olan kibrin Allah nezdinde ne derece kötü kabul edildiğini anlatmaktadır. Bir başka kibir şekli olan hakka karşı büyüklenmek ise kâfirlikle bir kabul edilmiş ve lanetlenmiştir. Hz, Peygamber şöyle buyurur: "Mütekebbirler kıyamet gününde, insan yeklinde küçük karıncalar gibi hasredilir. Bütün her taraflarından zillet onları kuşatır..." (Tirmizî, Kıyâme, 47; Ahmed b Hanbel, II, 179).
Hz, Peygamber, kibirlilerin cehenneme gireceğini şöyle anlatmıştır: "Cennet ile cehennem münakaşa ettiler. Cehennem şöyle dedi: "Bana zâlimlerle kibirliler girecek" Cennet onu şöyle cevapladı. "Bana zayıflarla yoksullar girecek" Bunun üzerine Allah (c.c) berikine "Sen benim azabımsın seninle dilediğime azab ederim" buyurdu. Ötekine de "Sen benim rahmetimsin, Seninle dilediğime rahmet ederim Sizin her biriniz için dolu dolu insanlar var" (Müslim, Cenne, 34, 35, 36) buyurdu. Bu konudaki kudsi bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Kibriyâ ridam, azâmet izârımdır. Kim bu ikisinden herhangi birinde benimle çekişirse onu cehenneme atarım" (Ebû Dâvud, Libâs, 25; Ibn Mâce, Zühd, 16). Hz. Peygamber (s.aş) kibri zemmettiği gibi, kibrin müspet karşıtı olan tevâzuyu da övmüştür. Bir hutbelerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah azze ve celle bana şöyle vahyetti: Mütevâzî olun, öyle mütevâzî olun ki, biriniz diğerine karşı övünmede bile bulunmasın" (ibn Mâce, Zühd, 16)
Islâm bir ahlâkî kusur olan kibri yasaklamıştır. Böyle bir kibir haramdır, Allah'ın rahmetinden kovulma sebebidir. Ancak bir kibir daha vardır ki Kur'an bunu "Müstekbir" ifadesiyle ifade etmiştir. Müstekbirler Allah'ın arzında bizzat kendi güzelliklerini tesis etmek için gayret gösteren azgınlar ve zorbalardır. Bunlar Allah'ın kullarını kendi köleleri yapmak için Allah'ın dinine karşı büyüklenirler. Allah Teâlâ bu çeşit insanlar için şöyle buyurmaktadır: "Işte âhiret yurdu; Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuk çıkarmayı istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) sonuç muttakilerindir" (el-Kasas, 28/83). (Ayrıca bk. Istikbar, Müstekbir maddeleri).
KİBİR İÇİN GİYİLEN KIYAFETİN ÖLÇÜSÜ VAR MIDIR?
Kibir için giyilen elbiseye bir ölçü tayin etmek zordur. Bayağı elbiselerle insan kibre kapılabileceği gibi, çok değerli elbiselere kibir duymadığı da olabilir.
Allah Resulü, kalbinde zerre miktarı kibir olanın Cennete giremeyeceğinden haber verirken, elbise ve benzeri şeylerin güzel olması insanın hoşuna gider diyen sahabiye de, "Bunlar güzel şeylerdir: Allah güzeldir, güzeli sever. Fakat kibir, Hakkı tanımamak ve insanları hakir görmektir" buyurmuşlardır. (Muhammed ez-Zebidî, age. VN/347-48. )
Aynı anlamda Ibn Hacer, "Izarını kibirle çekene Allah rahmetle nazar etmez" hadis-i şerifini şerh sadedinde şöyle der:
Bu konudaki delillerden anlaşılan şudur ki, Allah'ı düşünerek, O'na şükrederek, kendisi gibi olmayanları hakir görmeksizin, üzerinde Alah'ın nimetini izhar gâyesiyle giydiği güzel elbiseler, son derece değerli olsalar bile, mubah olan şeyler oldukları sürece kişiye zarar vermez." (Ibn Hacer, age. XN/372.)
Nevevî de, "Hadisin zâhiri, elbiseyi kibirle çekmekle mukayyeddir. Bu da haramlığın kibre bağlı olduğunu gösterir. Şafiî de bunu böyle tasrih etmiştir" der. (Muhammed ez-Zebîdî, age. VN/347-48. )
Izz b. Abdisselâm, "Kesinlikle riyâya düşmeyeceğinden eminse, âlim ve sâlihlere has elbiseleri giymekte bir beis yoktur. Ama bu konuda endişeli ise, âlim ve sâlih olsa bile, bu özel kiyâfetleri terketmeli." (Ibn Hacer el-Heytemî, el-Fetâva'l-Kübrâ, I/265. ) derken kibrin elbise şeklinden çok, kişinin niyetiyle alâkalı olduğunu anlatır.
Ebu'1-Abbas el-Kurtubî de bu sadedde, "Kişinin nefsini beğenmesi (kibir) Rabbi'nin nimetlerini unutmak, kendisini kâmil ve güzel mülâhaza etmektir. Eğer kendini yüceltip başkasını hâkir görürse, işte mezmûm kibir budur." (Muhammed ez-Zebîdî, age VNI/346. )
Hidâye'de, "Terini, abdest ıslaklığını vb. silmek için taşıdığı mendil, bir çeşit büyüklenme ve kibirlenme olduğundan mekruhtur." dendikten sonra, "Kibir için değil de, ihtiyaca binaen taşırsa mekruh değildir." denmektedir. (e1-Merginanı, el-Hidâye, Kerâhiyât.) Kibrin olmayaşını"elbiseyi giydikten sonra da giymeden önceki psikolojik hal üzere olma" şartıyla belirlemeye çalışan Ibn Abidin ise, daha net bir sınır çizer. (Ibn Abidin, age. V/223.)
Ancak isin ifratı ve tefsiri, zanni gâlible kibre medar olacağından, ya haram ya da mekruh görülmüş ve Allah Resûlü'nün "Kim şöhret elbisesi giyerse, kıyâmet günü Allah ona horluk elbisesi giydirir; sonra da onun içerisinde ateşe atılır." (Ibn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd, I/37 ) hadisi şerifleri bu konuda delil gösterilmiştir. Selef, şöhret elbisesini en lüks ve en paspal olmak üzere işin iki ucu olarak anlamıştır. (Aynı kaynak.) Bu yüzden (hoş karşılanmayan bir beldede) yamalı elbise giymenin şer'an mekruh olduğu, bunun, zühdünü izhar için giyilmesi ve talep aracı olarak kullanılması halinde ise, haram bile olabileceği Söylenmiştir. (Sihâbu'd-Dîn el-Hafacî, age. I/590. )
Izz b. Abdisselâm, "Yenleri uzun tutmak sünnete muhalif bir bid'attır ve israftır." demiş (Süyûtî, el-Hâvî, I/113.), Kâdi Iyâz da ulemâdan naklen "Elbisede ihtiyacı ve mutad olanı aşan uzunluk ve genişlik gibi her şeyin mekruh olduğunu" söylemiştir. (Muhammed ez-Zebîdî, a.ge. VNI/347. )
Allah Resulü, elbisesini kibirle çekene Allah'ın rahmetle bakmayacağını söylerken, Hz.Ebu Bekir'in, elbisesinin sarkık olduğunu söylemesi üzerine, Resulullah "Sen bunu kibirden ötürü yapmıyorsun" buyurmuştur. (Aynı kaynak.)
24 Nisan 2011 Pazar
KERAMET VE KEŞİF
Islâm'da ilham, keşif ve keramet diye bir şey var mıdır? Varsa bunun dinî değeri nedir? Herkeste bulunur mu?
Keramet Allah (cc)'ın velî kullarında görülen, tabiat kanunlarına ve normal hallere aykırı, olağanüstü bir kerem-i ilâhîdir. Velî (evliya), imkân ölçüsünde Allah (cc)'ı ve sıfatlarını tanıyan, O'na itaatte daim olan ve isyandan kaçınan, fakat hiç isyan etmeyen anlamında değil de, tevbe etmedik isyanı bulunmayan; mubah olan lezzet ve şehvetlere dahi düşkünlük göstermeyen, yani bu konuda ihtiyacı olanla yetinip yeme, içme, şehvet vb. ni bir zevk aracı olarak görmeyen kul demektir.(EI-Beycûrî, Serhu-Cevherati't-Tevhid, 153; Ali el-Karî, Şerhu'l-Fıkhı'1-Ekber,113) Yani "velî" ma'sum değildir. Günah işlemesi ve isyanı mümkün ve muhtemeldir. Ancak bu ihtimal onda diğer insanlara göre asgariye inmiştir. Kazara yaptığı bir hatadan da hemen tevbe eder. Haram ve isyanda israr etmez. Böyle olan insanlar da Allah (cc)'ın bir hediyesi ve avansı olmak üzere bir takım olağanüstü haller görülebilir. Bir anda uzak mesafelere varır, ya da oraları görebilirler (tayy-i mekân), aynı anda birden çok yerde görülebilirler (tayy-i zaman), kabirde yatanın kim olduğunu, karşısındakinin ne düşündüğünü bilebilir.(Bu konuyu da delilleriyle birlikte (inşaallah) yazmayı düşünüyoruz) (keşf-i kubûr ve's-sudûr), havada uçar, denizde yürüyebilir... vs. Bunların olmayacağını söylemek naklen mümkün olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Bilim böyle peşin bir reddedişi onaylamaz. Her geçen gün -hatta Allah (cc)'a inanmayan insanlarda bile- olağan dışı nice vakıalara rastlanıyor ve bunların bilimsel izahları yapılmaya çalışılıyorken (telepati ve hipnotizma gibi), Allah (cc)'a inandıktan sonra O'nun dostlarını daha büyük olağan üstülüklerle ödüllendirmeyeceğini söylemek gülünç olur.
Kaldı ki, keramet kitap ve sünnetle sabit, tarihen vâki bir olgudur. Allah (cc) insanı çok çok keremli (kerametlere, üstünlüklere mazhar, mükerrem) yarattığını haber verir.(K. Isra, (17) 70) Kur'ân'da zikredilen Meryem kıssası (K. Ali Imrân (3) 37), Ashab-ı Kehf olayı (K. Kehf (18) 9. vd), Hz. Süleyman döneminde Asâfın tahtı uçurması vakası (K. Neml (27) 40 vd.), Hz. Musa devrindeki Bel'am gerçeği...(El- Beycûrî, age.175.) Hep Kur'ân'da anlatılan keramet örneklerindendirler. Hz. Ömer'in hutbe okurken ta uzaklardaki Sâriye'yi görüp ona seslenmesi, askeri taktik vermesi ve sesini ona duyurması sahih tarihi bir vakadır.(el-Beycurî, age.153) Halid b. Velid'in zehir içip etkilenmediği meşhurdur.(Ali el-Karı, Serhu'1-Fıkhîl-Ekber,113) Bu konuda ciltler dolusu müstakil kitaplar yazılmıştır.(Son devir ulemasından Yusuf en-Nebhanî'nin Cami'u-Kerameti'l-Evliyası ile Huccetti'llahi alel-Alemîn adlı eserlerini -her ne kadar çoğu nakilleri tedkike muhtaç ise de -burada örnek olarak zikredebiliriz.) Bütün ehli sünnet alimleri bu konuda ittifak halindedir ve akaid kitaplarının ilgili bölümleri "Kerâmâtü'1- evliyâi hakkun - evliyanın kerametleri hakikattır, sabittir" cümlesi ile başlar.Peygamberlere verilen mucizelerde hiç bir mü'minin şüphesi yoktur. Evliyanın kerametleri de, tâbi oldukları peygamberin mucizelerinin bir parçası olmaları itibari ile mucizelerden destek görür. Yoksa bazılarının zannettiği gibi, kerametin varlığı mucizeye muhalif olmaz. Yani mucize peygamberligi ispat eden delillerden ise, kerametin varlığı kabul edilmesi halinde delil olmaktan çıkar, çünkü mucize gibi olan kerametin de evliyanın peygamber olmasını gerektirir, denemez. Çünkü her veli kerametini o peygambere inandığı için elde etmiştir ve kendi kerameti dahi onun mucizesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla her keramet, peygamberin mucizesinin sonuç itibari ile de peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu da gösterir.(Ali el-Kârî, Serhu'1-Fıkhı'1-Ekber,113) Harikuladelik bakımından mucize ile keramet arasında bir fark olmamakla beraber, mucize şu gibi yönlerden kerametten ayrılır. l. Aralarında kaynak ve isimlendirme bakımından bir fark vardır; peygamberden sâdır olana "mucize", veliden sâdır olana da "keramet" adı verilir. 2. Mucize sahibi; mucizesini gizlemez, hatta açıklar ve onunla, davasının doğruluğu konusunda muhaliflerine meydan okur. Keramet sahibi ise kerametini gizlemeye çalışır. Kerameti veliliğinin ispati için bir delil değildir. 3. Mucize sahibinin mucizesi elinden alınmaz, o küfürden ve isyandan masumdur (korunmuştur). Keramet sahibinin hali değişebilir, kerameti elinden alınabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in de işaret ettiği ve biraz önce adı geçen Bel'am b. Bâ'ura, keramet konusunda başkalarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmişken Hz. Musa'ya ihaneti sebebiyle hayatı "sakî" olarak son bulmuştur.(el-Beycûrî, age 175) 4. Kerametin istenmesi de, izhar edilmesi de pek hoş karşılanmamış, hatta kadınlar için hayız hali ne ise evliya için de keramet öyle görülmüş ve gizlenmiştir. Çünkü keramet hedef ve gaye değildir. Az sonra göreceğiniz üzere bir delil olarak da kullanılamaz. Imam Rabbanî, kerametlerin çoğalması hastalığından yergi ile söz ederken, "Oysa bu taifenin başları olan Cüneyd, Seri es-Sakatî vb. gibilerden nakledilen ve keramet denilebilecek ondan fazla olaydan sözedilemez" der. Yine: "Keşif, keramet ve mevâcid (bir takım bulgu ve tezahürler) maksat değildirler. Belki, kendisine zor bir iş verilen çocuğun, o işi bıkmadan sonuna kadar götürebilmesi için, iş esnasında ona verilen incik-boncuk ve oyuncak kabilinden şeylerdir" diye vasıf lar.Ebu Ali el-Cûzcânî bu konuda şunları söyler: "Sen istikamet (dinde dosdoğru olma) iste, keramet isteme. Çünkü nefsin keramet için uğraşmakta, halbuki, Rabbin senden "istikamet" istemektedir." Sûhreverdî de Avârif'inde: "Bu, bu konuda önemli bir kuraldır. Zira nice gayretli âbid insanlar vardır ki, Selef-i salihine keramet ve harikuladeliklerden bir şey verilmedığını duymalarına rağmen, bir parça keramete nail olabilmek için yanıp tutuşurlar, can atarlar. Hatta bu konuda inkisarı kalbe uğrayan, olağanüstü bir hal görmediği için amelinin sihhatinden şüphe edenler bile vardır: Eğer işin sırrını bilselerdi bunu hiç önemsemezlerdi..." diye anlatır. Bunları nakleden Ali el-Kârî de der ki, "Velhasıl, insana şer'i ilimleri bilme yolunun açılması, kainatin gizli yönlerine ait ilmin açılmasından daha iyidir. Üstelik birincinin yokluğu ya da eksikliği dine zarar verir. Oysa ikinci öyle değildir. Hatta olmaması onun için bazan daha yararlıdır..."(Ali el-Kârî, age,114-115) Doğrusu sahabenin tamamından, keramet olarak sahih yollarla nakledilen olayların sayısı, iki elin parmaklarını -hatta bazılarına göre üç vakayı-öte geçmez. Halbuki, sahabenin en küçügü bile sair evliyaullah'tan büyüktür. Bu bile kerametin gaye olmadığını göstermeye yeter. Ancak cahil insanlar büyüklügü "istikamet"te değil de "keramet"te aradıkları için, büyüklerinden habire keramet gözler dururlar. Hatta başka her şeyi unutur ve bu yolda gözlerini bozarlar da normal olayları keramet gibi görmeye başlarlar. Bu da (Allah'u a'lem) bu yolun afetlerindendir ve "şeyhi müritler uçurur" sözünün muhatabı bunlar olsa gerekir. Ilmî kapasiteleri ve düşünebilme güçleri çok dar ve sınırlı olduğundan kerameti kendilerinin anladığı manâda, zahir olmayan mürşidin mürşit olamayacağını zannederler de böyle olan birisini ya terkedip giderler, ya da az önce söylediğimiz "keramet hastalığı"na yakalanırlar."Keşif' ise kerametin bir türü olmaktan başka bir şey değildir. Şöyle tarif edilir: "Sözlükte perdenin kaldırılması demektir. Istilahta ise, fizik perdeşinin ötesindeki gaybî ma'nâlara, gerçek ve var olan işlere muttali olmak, müsahede etmek demektir."(Ibn Arabî (ye nisbet edilen) el-Istilahâtu's-Sufiyye,123) Konumuzla ilgili bir de "ilham" tabiri vardır. "ilham" da yine kerametin bir nevidir ve: "Feyiz yoluyla içe doğan duyuş, kalbe gelen bilgi" diye tarif edilir.(age. 23.)Mes'elemizin bir başka yönü muşahhas (somut, objektif) bir ölçüsü bulunmayan ve keramet cümlesinden sayılabilecek keşif ve ilhamın delil olma gücü ve bağlayıcılığıdır.Tasavvuf sözlüğüne bakarsak sufilerin dışındaki ulemanın ilhamı hiçbir surette delil saymadıklarını görürüz (agk.) Yani ilham yok olan bir şeyi ortaya koymaz, bir davayı ispatlamaz. Zaten ne dört temel şer'i delil (edille-i erbaa: Kitap, sünnet, icma, kıyas), ne de en geniş tutanların kabulü ile diğer şer'i deliller arasında "ilham" diye bir şey vardır. Mustafa Sabri Efendi'nin ifadesi ile: Kelâm kitapları şu anlamdaki cümlelerle başlar: "Ilmin yolları üçtür: Sağlam duyular, doğru haber ve akıl, ilham, ehli hakka göre bilgi yollarından birisi değildir." Ve bu gerçek bir kural haline gelmiştir.(Mustafa Sabri Efendi, mevkifu'1-akl, I/268) Demek "ilham" şer'î delillerden olmadığı gibi, bilgi yollarından da değildir. Mes'ele fıkıh usulu ilminde de konu edilir ve denir ki: "Peygamberin ilhamı vahyin bir kısmı olduğu için hüccettir ve bağlayıcıdır. Ama evliyanın ilhamı öyle değildir. Şeytandan kaynaklanmış ve yanıltıcı olabilir. Bu yüzden onların ilhamı başkaları için hiç bir surette delil oluşturmaz. Kendileri hakkında da ancak şeriate uygun olursa bir delil teskil eder. Muhalif olursa kendileri için de bir şey ifade etmez".(bk. Nuru'1-Envar ve Hasiyesi Kameru'1-Ekmar, N/97-98) Aslında şeriate uygun olması halinde de delil yine şeriatın delilidir. Binaenaleyh ilham o takdirde bile bir delil değildir denebilir. Fıkıhçılarımızın biraz sert ve rasyonalist gibi görünen bu kuralları doğrusu çok isabetli ve çok hikmetli bir tespittir. Gerçi ilhamın sadık olanı ve veralardan ilahî bilgiler hûzmeleri taşıyanı elbette vardır. Ilham diye bir şey varsa bunun böyle olmaması zaten mümkün değildir. Ama o sahibinin sağlam şer'i bilgilerine -tabir caizse- bir tuz lezzeti, bir itminan ve bir ferahlık vermekten öte geçmemelidir. Aksi takdirde şeriat bilgilerine lezzeti tamamlayan tuz yerine sap da karıştırılabilir ve şeriat sofrası ifsad edilebilir. Elini fizik aleminin verasına uzatmayı başarabilen herkes, sap ile tuzu birbirinden ayırmayı başaramayabilir de. Çünkü evliya masum değildir ve şeytanın etki alanından,çıkarılmamıştır.Netice olarak: "Velînin başkasını kendi ilhamına çağırması, kendi ilhamına göre davranmasını istemesi ve sahih olarak ictihad eden bir müctehidi-kendi ilhamı ile onun içtihadının hata olduğunu bilmiş olsa dahi- ictihadı ile amel etmekten alıkoymak istemesi caiz olmaz".(Muhammed Abdulhalim el-Lüknevî, Kameru'1-Akmâr, N/98) Mustafa Sabri Efendi'nin şu ifadesi bunun sebebini açıklamaya yeter: "Çünkü akıl, Allah (cc)'ın kanunu ve insan katında O'nun resmî sefiri olmakla, Allah (cc)'tan gelecek ilhamın ilk ve tabiî uğrak yeridir. Tasavvufla elde edilen ilham ise özel bir ihamdır. Elbette Allah (cc)'ın ilhamı, kendisine muhalif olacak olan özel ilhama tercih edilecektir. Bunun anlamı şudur: (Naslara bağlı akla) muhalif olan ilham değildir..."(M. Sabri, age, I/264)Konumuz hakkında belki de en güzel ölçüyü Imam Rabbani verir. Çünkü kendisi, yine kendi ifadesi ile hem "zahir ilimler" hem de "batın ilimler"de otoriterdir."Salikin (tasavvuf yoluna girenin), işin künhüne ulaşıncaya kadar, Hak ehli alimleri taklid etmesi, bunu kendisi için gerekli görmesi, keşfine ve ilhamına da muhalefet etmesi (itibar etmesi) gerekir. Bu konuda alimlerin haklı olduğunu, kendisinin ise hata ettiğini kabullenmelidir. Çünkü alimlerin dayanağı, vahiy ile desteklenen, hata ve yanlıştan korunan peygamberlerdir. Onun kesfi ve ilhamı sabit hükümlere muhalif olması halinde hatadır yanlıştır. Binaenaleyh, kesfi alimlerin görüşlerinden önde tutmak, gerçekte onun Allah (cc)'ın indirdiği kesin hükümlere tercih etmek demektir ki bu, hûsranının ve sapıklığın ta kendisidir."(Imam Rabbanî, Mektubât. No:186 (1/313); M. Sabri Efendi, age, I/265)"Bazı meşayihten (ks) galebe ve sekir halinde sadır olan ve isabetli ehli hakkın görüşlerine muhalif bulunan bazı bilgi ve ilimlerin kaynağı keşif olduğu için onlar bunda mazurdurlar. Kıyamet Günü bu muhalif davranışlarından ötürü muaheze edilmezler diye umarız. Hatta -Inşaallah-hata eden müctehid muamelesi görür ve bir de sevap alırlar diye düşünürüz. Hakk ve doğru ise, ehli hak alimlerin yönündedir. Allah (cc) gayretlerini makbul buyursun. Zira alimlerin ilimleri, kesin vahiy ile desteklenen Peygamberlik miskatından süzülme ve alınmadır. Sufilerin bilgilerinin kaynağı ise, hatanın yol bulabileceği keşif ve ilhamdan ibarettir. Keşif ve ilhamın sahih olduklarının belirtisi, ehli sünnet vel-cemaat alimlerinin ilimlerine uygunluklarıdır. Buna göre eğer -bir tüy kadar dahi- farklılık söz konusu olursa isabet (savab) çemberinden çikılmış demektir. Işte doğru ilim ve açık gerçek budur."(Imam Rabbânî, age. No:112 (I/116)).
Keramet Allah (cc)'ın velî kullarında görülen, tabiat kanunlarına ve normal hallere aykırı, olağanüstü bir kerem-i ilâhîdir. Velî (evliya), imkân ölçüsünde Allah (cc)'ı ve sıfatlarını tanıyan, O'na itaatte daim olan ve isyandan kaçınan, fakat hiç isyan etmeyen anlamında değil de, tevbe etmedik isyanı bulunmayan; mubah olan lezzet ve şehvetlere dahi düşkünlük göstermeyen, yani bu konuda ihtiyacı olanla yetinip yeme, içme, şehvet vb. ni bir zevk aracı olarak görmeyen kul demektir.(EI-Beycûrî, Serhu-Cevherati't-Tevhid, 153; Ali el-Karî, Şerhu'l-Fıkhı'1-Ekber,113) Yani "velî" ma'sum değildir. Günah işlemesi ve isyanı mümkün ve muhtemeldir. Ancak bu ihtimal onda diğer insanlara göre asgariye inmiştir. Kazara yaptığı bir hatadan da hemen tevbe eder. Haram ve isyanda israr etmez. Böyle olan insanlar da Allah (cc)'ın bir hediyesi ve avansı olmak üzere bir takım olağanüstü haller görülebilir. Bir anda uzak mesafelere varır, ya da oraları görebilirler (tayy-i mekân), aynı anda birden çok yerde görülebilirler (tayy-i zaman), kabirde yatanın kim olduğunu, karşısındakinin ne düşündüğünü bilebilir.(Bu konuyu da delilleriyle birlikte (inşaallah) yazmayı düşünüyoruz) (keşf-i kubûr ve's-sudûr), havada uçar, denizde yürüyebilir... vs. Bunların olmayacağını söylemek naklen mümkün olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Bilim böyle peşin bir reddedişi onaylamaz. Her geçen gün -hatta Allah (cc)'a inanmayan insanlarda bile- olağan dışı nice vakıalara rastlanıyor ve bunların bilimsel izahları yapılmaya çalışılıyorken (telepati ve hipnotizma gibi), Allah (cc)'a inandıktan sonra O'nun dostlarını daha büyük olağan üstülüklerle ödüllendirmeyeceğini söylemek gülünç olur.
Kaldı ki, keramet kitap ve sünnetle sabit, tarihen vâki bir olgudur. Allah (cc) insanı çok çok keremli (kerametlere, üstünlüklere mazhar, mükerrem) yarattığını haber verir.(K. Isra, (17) 70) Kur'ân'da zikredilen Meryem kıssası (K. Ali Imrân (3) 37), Ashab-ı Kehf olayı (K. Kehf (18) 9. vd), Hz. Süleyman döneminde Asâfın tahtı uçurması vakası (K. Neml (27) 40 vd.), Hz. Musa devrindeki Bel'am gerçeği...(El- Beycûrî, age.175.) Hep Kur'ân'da anlatılan keramet örneklerindendirler. Hz. Ömer'in hutbe okurken ta uzaklardaki Sâriye'yi görüp ona seslenmesi, askeri taktik vermesi ve sesini ona duyurması sahih tarihi bir vakadır.(el-Beycurî, age.153) Halid b. Velid'in zehir içip etkilenmediği meşhurdur.(Ali el-Karı, Serhu'1-Fıkhîl-Ekber,113) Bu konuda ciltler dolusu müstakil kitaplar yazılmıştır.(Son devir ulemasından Yusuf en-Nebhanî'nin Cami'u-Kerameti'l-Evliyası ile Huccetti'llahi alel-Alemîn adlı eserlerini -her ne kadar çoğu nakilleri tedkike muhtaç ise de -burada örnek olarak zikredebiliriz.) Bütün ehli sünnet alimleri bu konuda ittifak halindedir ve akaid kitaplarının ilgili bölümleri "Kerâmâtü'1- evliyâi hakkun - evliyanın kerametleri hakikattır, sabittir" cümlesi ile başlar.Peygamberlere verilen mucizelerde hiç bir mü'minin şüphesi yoktur. Evliyanın kerametleri de, tâbi oldukları peygamberin mucizelerinin bir parçası olmaları itibari ile mucizelerden destek görür. Yoksa bazılarının zannettiği gibi, kerametin varlığı mucizeye muhalif olmaz. Yani mucize peygamberligi ispat eden delillerden ise, kerametin varlığı kabul edilmesi halinde delil olmaktan çıkar, çünkü mucize gibi olan kerametin de evliyanın peygamber olmasını gerektirir, denemez. Çünkü her veli kerametini o peygambere inandığı için elde etmiştir ve kendi kerameti dahi onun mucizesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla her keramet, peygamberin mucizesinin sonuç itibari ile de peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu da gösterir.(Ali el-Kârî, Serhu'1-Fıkhı'1-Ekber,113) Harikuladelik bakımından mucize ile keramet arasında bir fark olmamakla beraber, mucize şu gibi yönlerden kerametten ayrılır. l. Aralarında kaynak ve isimlendirme bakımından bir fark vardır; peygamberden sâdır olana "mucize", veliden sâdır olana da "keramet" adı verilir. 2. Mucize sahibi; mucizesini gizlemez, hatta açıklar ve onunla, davasının doğruluğu konusunda muhaliflerine meydan okur. Keramet sahibi ise kerametini gizlemeye çalışır. Kerameti veliliğinin ispati için bir delil değildir. 3. Mucize sahibinin mucizesi elinden alınmaz, o küfürden ve isyandan masumdur (korunmuştur). Keramet sahibinin hali değişebilir, kerameti elinden alınabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in de işaret ettiği ve biraz önce adı geçen Bel'am b. Bâ'ura, keramet konusunda başkalarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmişken Hz. Musa'ya ihaneti sebebiyle hayatı "sakî" olarak son bulmuştur.(el-Beycûrî, age 175) 4. Kerametin istenmesi de, izhar edilmesi de pek hoş karşılanmamış, hatta kadınlar için hayız hali ne ise evliya için de keramet öyle görülmüş ve gizlenmiştir. Çünkü keramet hedef ve gaye değildir. Az sonra göreceğiniz üzere bir delil olarak da kullanılamaz. Imam Rabbanî, kerametlerin çoğalması hastalığından yergi ile söz ederken, "Oysa bu taifenin başları olan Cüneyd, Seri es-Sakatî vb. gibilerden nakledilen ve keramet denilebilecek ondan fazla olaydan sözedilemez" der. Yine: "Keşif, keramet ve mevâcid (bir takım bulgu ve tezahürler) maksat değildirler. Belki, kendisine zor bir iş verilen çocuğun, o işi bıkmadan sonuna kadar götürebilmesi için, iş esnasında ona verilen incik-boncuk ve oyuncak kabilinden şeylerdir" diye vasıf lar.Ebu Ali el-Cûzcânî bu konuda şunları söyler: "Sen istikamet (dinde dosdoğru olma) iste, keramet isteme. Çünkü nefsin keramet için uğraşmakta, halbuki, Rabbin senden "istikamet" istemektedir." Sûhreverdî de Avârif'inde: "Bu, bu konuda önemli bir kuraldır. Zira nice gayretli âbid insanlar vardır ki, Selef-i salihine keramet ve harikuladeliklerden bir şey verilmedığını duymalarına rağmen, bir parça keramete nail olabilmek için yanıp tutuşurlar, can atarlar. Hatta bu konuda inkisarı kalbe uğrayan, olağanüstü bir hal görmediği için amelinin sihhatinden şüphe edenler bile vardır: Eğer işin sırrını bilselerdi bunu hiç önemsemezlerdi..." diye anlatır. Bunları nakleden Ali el-Kârî de der ki, "Velhasıl, insana şer'i ilimleri bilme yolunun açılması, kainatin gizli yönlerine ait ilmin açılmasından daha iyidir. Üstelik birincinin yokluğu ya da eksikliği dine zarar verir. Oysa ikinci öyle değildir. Hatta olmaması onun için bazan daha yararlıdır..."(Ali el-Kârî, age,114-115) Doğrusu sahabenin tamamından, keramet olarak sahih yollarla nakledilen olayların sayısı, iki elin parmaklarını -hatta bazılarına göre üç vakayı-öte geçmez. Halbuki, sahabenin en küçügü bile sair evliyaullah'tan büyüktür. Bu bile kerametin gaye olmadığını göstermeye yeter. Ancak cahil insanlar büyüklügü "istikamet"te değil de "keramet"te aradıkları için, büyüklerinden habire keramet gözler dururlar. Hatta başka her şeyi unutur ve bu yolda gözlerini bozarlar da normal olayları keramet gibi görmeye başlarlar. Bu da (Allah'u a'lem) bu yolun afetlerindendir ve "şeyhi müritler uçurur" sözünün muhatabı bunlar olsa gerekir. Ilmî kapasiteleri ve düşünebilme güçleri çok dar ve sınırlı olduğundan kerameti kendilerinin anladığı manâda, zahir olmayan mürşidin mürşit olamayacağını zannederler de böyle olan birisini ya terkedip giderler, ya da az önce söylediğimiz "keramet hastalığı"na yakalanırlar."Keşif' ise kerametin bir türü olmaktan başka bir şey değildir. Şöyle tarif edilir: "Sözlükte perdenin kaldırılması demektir. Istilahta ise, fizik perdeşinin ötesindeki gaybî ma'nâlara, gerçek ve var olan işlere muttali olmak, müsahede etmek demektir."(Ibn Arabî (ye nisbet edilen) el-Istilahâtu's-Sufiyye,123) Konumuzla ilgili bir de "ilham" tabiri vardır. "ilham" da yine kerametin bir nevidir ve: "Feyiz yoluyla içe doğan duyuş, kalbe gelen bilgi" diye tarif edilir.(age. 23.)Mes'elemizin bir başka yönü muşahhas (somut, objektif) bir ölçüsü bulunmayan ve keramet cümlesinden sayılabilecek keşif ve ilhamın delil olma gücü ve bağlayıcılığıdır.Tasavvuf sözlüğüne bakarsak sufilerin dışındaki ulemanın ilhamı hiçbir surette delil saymadıklarını görürüz (agk.) Yani ilham yok olan bir şeyi ortaya koymaz, bir davayı ispatlamaz. Zaten ne dört temel şer'i delil (edille-i erbaa: Kitap, sünnet, icma, kıyas), ne de en geniş tutanların kabulü ile diğer şer'i deliller arasında "ilham" diye bir şey vardır. Mustafa Sabri Efendi'nin ifadesi ile: Kelâm kitapları şu anlamdaki cümlelerle başlar: "Ilmin yolları üçtür: Sağlam duyular, doğru haber ve akıl, ilham, ehli hakka göre bilgi yollarından birisi değildir." Ve bu gerçek bir kural haline gelmiştir.(Mustafa Sabri Efendi, mevkifu'1-akl, I/268) Demek "ilham" şer'î delillerden olmadığı gibi, bilgi yollarından da değildir. Mes'ele fıkıh usulu ilminde de konu edilir ve denir ki: "Peygamberin ilhamı vahyin bir kısmı olduğu için hüccettir ve bağlayıcıdır. Ama evliyanın ilhamı öyle değildir. Şeytandan kaynaklanmış ve yanıltıcı olabilir. Bu yüzden onların ilhamı başkaları için hiç bir surette delil oluşturmaz. Kendileri hakkında da ancak şeriate uygun olursa bir delil teskil eder. Muhalif olursa kendileri için de bir şey ifade etmez".(bk. Nuru'1-Envar ve Hasiyesi Kameru'1-Ekmar, N/97-98) Aslında şeriate uygun olması halinde de delil yine şeriatın delilidir. Binaenaleyh ilham o takdirde bile bir delil değildir denebilir. Fıkıhçılarımızın biraz sert ve rasyonalist gibi görünen bu kuralları doğrusu çok isabetli ve çok hikmetli bir tespittir. Gerçi ilhamın sadık olanı ve veralardan ilahî bilgiler hûzmeleri taşıyanı elbette vardır. Ilham diye bir şey varsa bunun böyle olmaması zaten mümkün değildir. Ama o sahibinin sağlam şer'i bilgilerine -tabir caizse- bir tuz lezzeti, bir itminan ve bir ferahlık vermekten öte geçmemelidir. Aksi takdirde şeriat bilgilerine lezzeti tamamlayan tuz yerine sap da karıştırılabilir ve şeriat sofrası ifsad edilebilir. Elini fizik aleminin verasına uzatmayı başarabilen herkes, sap ile tuzu birbirinden ayırmayı başaramayabilir de. Çünkü evliya masum değildir ve şeytanın etki alanından,çıkarılmamıştır.Netice olarak: "Velînin başkasını kendi ilhamına çağırması, kendi ilhamına göre davranmasını istemesi ve sahih olarak ictihad eden bir müctehidi-kendi ilhamı ile onun içtihadının hata olduğunu bilmiş olsa dahi- ictihadı ile amel etmekten alıkoymak istemesi caiz olmaz".(Muhammed Abdulhalim el-Lüknevî, Kameru'1-Akmâr, N/98) Mustafa Sabri Efendi'nin şu ifadesi bunun sebebini açıklamaya yeter: "Çünkü akıl, Allah (cc)'ın kanunu ve insan katında O'nun resmî sefiri olmakla, Allah (cc)'tan gelecek ilhamın ilk ve tabiî uğrak yeridir. Tasavvufla elde edilen ilham ise özel bir ihamdır. Elbette Allah (cc)'ın ilhamı, kendisine muhalif olacak olan özel ilhama tercih edilecektir. Bunun anlamı şudur: (Naslara bağlı akla) muhalif olan ilham değildir..."(M. Sabri, age, I/264)Konumuz hakkında belki de en güzel ölçüyü Imam Rabbani verir. Çünkü kendisi, yine kendi ifadesi ile hem "zahir ilimler" hem de "batın ilimler"de otoriterdir."Salikin (tasavvuf yoluna girenin), işin künhüne ulaşıncaya kadar, Hak ehli alimleri taklid etmesi, bunu kendisi için gerekli görmesi, keşfine ve ilhamına da muhalefet etmesi (itibar etmesi) gerekir. Bu konuda alimlerin haklı olduğunu, kendisinin ise hata ettiğini kabullenmelidir. Çünkü alimlerin dayanağı, vahiy ile desteklenen, hata ve yanlıştan korunan peygamberlerdir. Onun kesfi ve ilhamı sabit hükümlere muhalif olması halinde hatadır yanlıştır. Binaenaleyh, kesfi alimlerin görüşlerinden önde tutmak, gerçekte onun Allah (cc)'ın indirdiği kesin hükümlere tercih etmek demektir ki bu, hûsranının ve sapıklığın ta kendisidir."(Imam Rabbanî, Mektubât. No:186 (1/313); M. Sabri Efendi, age, I/265)"Bazı meşayihten (ks) galebe ve sekir halinde sadır olan ve isabetli ehli hakkın görüşlerine muhalif bulunan bazı bilgi ve ilimlerin kaynağı keşif olduğu için onlar bunda mazurdurlar. Kıyamet Günü bu muhalif davranışlarından ötürü muaheze edilmezler diye umarız. Hatta -Inşaallah-hata eden müctehid muamelesi görür ve bir de sevap alırlar diye düşünürüz. Hakk ve doğru ise, ehli hak alimlerin yönündedir. Allah (cc) gayretlerini makbul buyursun. Zira alimlerin ilimleri, kesin vahiy ile desteklenen Peygamberlik miskatından süzülme ve alınmadır. Sufilerin bilgilerinin kaynağı ise, hatanın yol bulabileceği keşif ve ilhamdan ibarettir. Keşif ve ilhamın sahih olduklarının belirtisi, ehli sünnet vel-cemaat alimlerinin ilimlerine uygunluklarıdır. Buna göre eğer -bir tüy kadar dahi- farklılık söz konusu olursa isabet (savab) çemberinden çikılmış demektir. Işte doğru ilim ve açık gerçek budur."(Imam Rabbânî, age. No:112 (I/116)).
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)