15 Mart 2011 Salı

KADININ EV İÇİ KIYAFETİ

Kadın, yabancı erkeklerin görecegi yerlerde; avret olan tüm bölgelerini örten, vücut hatlarını belli etmeyen, süslü, kokulu ve çekici olmayan elbise giymelidir. Yabancıların bulunmadığı evde kadının geniş ve her tarafını örten elbise giyme zorunluluğu yoktur. Başı, kolu, bacağı açık dolaşabilir. Hele kocası istiyorsa, çarşıda pazarda görülecek en etkileyici açıklık, makyaj ve elbise ile bulunabilir. Gözleri ve ilgiyi sokaktan evine çekmek ve böylece haramdan korunmak isteyen bazıları için bunun bir ibadet olduğu da söylenebilir. Rasûlüllah Efendimizin:"Sizden birinize bir kadın câzip gelecek olursa derhal evine ve kendi hanımına gitsin; aynı şey onda da mevcuttur" buyurmalarında buna işaret vardır sanıyorum. Özellikle günümüzdeki Müslüman kadının, başka erkekler için süslenip, sokaklara çıkan, başkalarının kadınlarından daha çok süsü ve câzibeyi kendi kocası için becermesi gerekir. Bu elbette gözü harama takılıp kalma ve dışardakileri "elin tavuğu kaz..." fehvasınca ideal görme eksikliği ve problemi olan erkekler için böyledir. Yoksa kadının evinin içinde dahi, ânî bir durum sözkonusu olması halinde utanmayacağı bir kıyafetle bulunması, çıplak denecek ölçülerle dolaşıp hem melekleri utandırmaması, hem de böylece "vuslat" ile sonuçlanacak cinsel ilgiyi köreltmemesi elbette daha iyidir. "Allah utanılmaya daha lâyıktır."

KADININ ERKEKTEN AYRILDIĞI NOKTALAR

Yıkanmada

Yıkanmayı (guslü) gerektiren durumlarda kadının erkekten ayrıldıgi noktalar vardır. Âdetin ve lohusalığın sona ermesi bunlardandır. Ihtilam (rüyada şehvetle boşalma)'dan dolayı kadına da erkeğe de yıkanma gerekir. Çünkü Allah Resülû (s.a.s.): "Kim rüyada cinsel ilişkide bulunduğunu görür de uyandığında yaşlık bulmazsa yıkanması gerekmez; ama kim uyandığında yaşlık bulursa, rüya görmemiş olsa bile yıkanması gerekir" (Ibn Kutluboga, Tahrîcu ehadîsi-l Ihtiyâr 14.) buyurur. Ancak bu noktada kadın erkekten biraz farklıdır, şöyle ki; kadın rüyada cima ettiğini görür de uyandığında yaşlık bulamazsa; uyandığı andaki durumuna bakar uyandığında sırtüstü yatıyor idiyse yıkanması gerekir. Çünkü kadından gelen akıntı bu tür yatışlarda geri kaçabilir ve rüyadaki cimalarda genellikle akma olayı olur. Kadın uyandığında eğer sırtüstü yatmiyor idiyse yıkanması gerekmez. Çünkü akma olayı olmamıştır. Bu sebeple yıkanmanın kadına farz olması için menisinin fercinin dışına çıkması şarttır, çıkmazsa yıkanması gerekmez, diyenler de vardır.

Ister elle, isterse herhangi bir aletle olsun, uyanıkken şehvetle boşalma, erkeğin kamışının sünnet yerine kadar olan kısmının, kadının fercine ya da dübürüne girmesi, ölüm ve kâfirin müslüman olması gibi durumlarda yıkanmanın gerekmesinde ise kadın ve erkek eşittir.

Kadının fercine, erkeğin kamışından başka bir şey sokulması halinde, seçkin görüşe göre kadın şehvet duymuş, ya da bundan şehveti kastetmiş ise yıkanması gerekir.

Kadının menisi sarı ve berraktır, erkeğin menisi ise beyaz ve koyudur. Buna göre kadın cima edip yıkandıktan sonra fercinden meni gelirse, kesinlikle kendi menisi olduğu takdirde tekrar yıkanır, ama kıldığı namazı iade etmez, şüpheli olduğu, ya da erkeğin menisi geldiği takdirde ise bir şey gerekmez, sadece abdest alır.

Erkek, kamışına bir bez sararak organlar birbirinin sıcaklığını duymayacak şekilde kamışın ferce sokulması halinde yıkanmak, şehvet duymalarına bağlıdır. Duyuyorlarsa yıkanmaları gerekir, duymuyorlarsa gerekmez. Fakat ihtiyat olarak yıkanmalıdırlar. Ancak günümüzde korunma aracı olarak kullanılan kılıf ya da prezervatiflerle sokulması durumunda ise, şehvet duysun ya da duymasınlar, yıkanmaları gerekir. Çünkü o sıcaklığı olduğu gibi ileten ince ve hassas bir zardan ibarettir.



Kadın yıkanmada iç fercini değil, dış fercini yıkamakla mükelleftir. Buna göre parmağını fercine sokmaz.

Yıkanırken kadın, erkeğin zıddına, örük halinde saçını çözmek ve içine kadar suyu ulaştırmak zorunda değildir. Saçının dibini ıslatması yeterlidir. Ancak saçı dağınık olur, ya da tomar halde bağlı bulunursa tamamını ıslatmak zorundadır. Diplerini ıslattıktan sonra kadın sarkan saçlarını yıkamak zorunda değildir, diyenler de vardır.

Kadın yıkanırken, kullanılmakta olan küpe deliğine ve küpe atılmışsa suyun kolaylıkla girecegi küpe deliğine suyu ulaştırmak zorundadır. Ulaşmada kalbin kanaatine itibar edilir. Ancak delik kapanmış ve suyun girmesi sivri birşey sokmadan mümkün olmaz hale gelmişse bunu yapmakla mükellef değildir.

Kadının başını yıkaması kendisine zarar veriyorsa yıkanmada başını sadece meshetmekle yetinir. Yoksa bunu bahane ederek kocasının arzusunu geri çeviremez.

Dimağında ya da dudağındaki oje, ruj v.s. boyalar, suyu altlarına geçirmeyen bir tabaka oluşturduklarından ötürü yıkanmaya engeldirler. Kına ve saç boyası ise böyle değildir. Ancak dudak boyası da altına su geçirmeyen bir tabaka oluşturmuyorsa o da yıkanmaya engel değildir. Zeytinyağı gibi yağlı olması zarar vermez.

Bâkire olsun olmasın, bir kadına fercinin üzerinden cima yapılsa ve fercin üzerine akan meni rahimine ulaşsa bu kadının yıkanması gerekmez. Çünkü fercine birşey girmiş değildir. (Ama bu durumda kadın da tahrik olur ve orgazma ulaşırsa yıkanması gerekir, çünkü bu durumda kadının menisi de akar. Menisi aktıktan sonra yıkanması kesindir.)

Kadınların organlarının kendileri ya da bir başkası târafından tahrik edilmesiyle doyuma ulaşmaları hali de aynıdır. Onda da boşalma olacağından bu yolla boşalan kadının da yıkanması gerekir.

Ancak iki önceki maddede anlatılan ilişki sonucunda kadın hamile kalırsa o ilişkiden dolayı yıkanması gerektiği anlaşılmış olur, yaptığı ibâdetleri iade eder. Çünkü hamile kalmakla kadında da boşalma olduğu anlaşılmış olur.

Kadın on yaşlarındaki bir çocukla cima ederse kadının yıkanması gerekir. Çocuğun yıkanması da tavsiye edilir.

Cin geliyor, cima ediyoruz ve kocamla cima ederken duyduğum tadı onunla cima ederken de duyuyorum, diyen kadının yıkanması gerekmez. Çünkü yıkanmayı gerektiren şey idhal (girdirme) ya da ihtilamdır. Bunlar onda yoktur. (cinin yaptığı olsa olsa beynin cinsel ilişkiler merkezini uyarmak suretiyle ona cima ediyor izlenimini vermektir). Ancak boşalma (orgazm) olur ve menisi akarsa yıkanması gerekir.

Husyelerle (çekirdekler) cima yapılsa yapanın da yapılanın da yıkanması gerekir.

Yıkanmayı gerektiren iki sebepten ötürü bir yıkanma yeterlidir. Meselâ âdeti sona erdikten sonra yıkanmadan kocasıyla cima eden kadının bir defa yıkanması yeterlidir.

Ihtilam olma (rüyada boşalma) ya da eşiyle cima etme sebebiyle cünüb olan ve yıkanması gereken kadının, yıkanmadan âdet görmesi halinde yıkanmaması ve yıkanmayı âdetin sonuna bırakması câizdir.

Yıkanma ile ilgili olarak burada söylediklerimiz çoğunlukla sadece kadını ilgilendiren konulardır. Yoksa, yıkanma için söylenecekler bunlardan ibaret değildir. Her iki tarafı da ilgilendiren genel hükümler için bundan önceki "Yıkanma" bölümüne bakılmalıdır.

Abdestte

Abdestin niteliği (keyfiyeti) aslında kadın için de erkek için de aynıdır, ancak abdest için gerekli olan şeyleri de abdestten sayarsak, bir noktada erkeklerin kadınlardan ayrıldığını söyleyebiliriz. Bu nokta Islâm Fıkhında "istibra" denen eylemdir. Kelime anlamı, berati, yani kurtulmuş olmayı istemektir. Bununla, idrarını yaptıktan sonra damlama ihtimalini ortadan kaldırmak için alınacak tedbirler kastolunur ve erkekler için kuvvetli bir vaciptir. Kadınların istibra yapmalarına gerek yoktur. Çünkü onlarda idrardan sonra damlama ihtimalı olmaz.

Abdestte kadınla erkek arasında fark gibi görünen bir nokta da avreti örtme meselesidir. Kadının kolları, bacakları ve saçı da avret olduğu için o, abdestte avretini mahremi olmayanlara göstermeyeceği bir tarz ve bir yer seçmek zorundadır.

Namazda .

Kadınlar ezan okumazlar. Okurlarsa mekruh olur. Çünkü kadının sesi avret değilse de fitneye sebep olabilir. Yani aslında Allah için kıyama çağrı olan ezan, kadının okuması halinde bazıları için duyguların bozulmasına ve gıcıklamaya çağrı olabilir. Kadının okuduğu ezanı tekrarlamak bir görüşe göre güzel (müstehap), diğer bir görüşe göre ise vaciptir.

Kadınlar âdetli ve lohusa iken okunan ezana icabet etmezler. Yani, ezan okunurken, söylenecek şeyleri söylemezler. Halbuki, cünüp, ezana icabet eder.

Kâmet getirmek de kadınlar için ezan gibi mekruhtur.

Kadının avreti erkeğinkinden değişik olduğu ve avreti örtmek namaz için gerekil (farz) olduğu için bu noktada da kadınlar erkeklerden ayrılırlar. Kadının ve erkeğin avretleri aynı başlıkaltında incelendiğinden oraya bakılmalıdır.

Kadınlar âdetli ve lohusa oldukları zaman namaz kılmazlar ve bu sebeple kılmadıkları namazları sonradan kaza da etmezler. Halbuki erkekler için imkân bulunduğu sürece namaz kılmamak diye bir şey düşünülemez.

Namaza başlarken alınan tekbirde elleri kaldırma sünnetini erkekler kulaklara kadar kaldırmakla yaparken kadınlar omuzlarına kadar kaldırmakla yaparlar. Çünkü kadınların kolları da avrettir, fazla kaldırmakla bu emir yerine getirilmemiş olabilir. Ayrıca kadınlar tekbirde ellerini yenlerinden de çıkarmazlar.

Namazın kıyamında (ayakta) erkekler ellerini göbek altında birleştirip sağ elleriyle sol ellerini tutarlarken kadınların göğüsleri üzerinde el bağlamaları ve sağ ellerini sol ellerin üzerine, tutmaksızın koymaları sünnettir. Bunun sebebi de avretin böylece daha iyi bir tarzda kapatılmasıdır.

Namazın rukû'unda, erkekler dizlerini gergin tutar ve parmakları açık şekilde elleriyle kavrarken kadınların, dizlerini bükük bulundurup, ellerini, parmaklar aralıksız şekilde sadece dizlerinin üzerine koymaları ve sırtlarını erkeklerin tersine meyilli bulundurmaları ve dirseklerini yanlarına yapıştırmaları da sünnettir. Bunlar da bunun örtünmeye daha elverişli olmasındandır.

Secdede kadınlar karınlarını uyluklarına yapıştırırlar, erkekler ise ayrı tutarlar.

Namazdaki oturuşta kadınlar erkeklerin tersine, "teverrük" tarzında; sol kalçası üzerine oturup, iki ayağını birden sağ tarafından çıkararak, uylukları biraz birbiri üzerine, sağ bacak da sol bacak üzerine gelecek şekilde otururlar.

Kadın erkeğe imam olamaz. Kadının kadına imam olması da mekruh (nahoş)'tur. Buna rağmen kadın kadına imam olursa önde değil, orta yerde olmak üzere aynı safta bulunur.

Namazların sesli okunması gereken ya da câiz olan yerlerinde kadınların sesli, yani, açıktan okumaları da caiz değildir.

Sabah namazını ortalığın iyice seçileceği aydınlığa kadar geciktirme demek olan "isfâr", erkekler için müstehap (hoş) olmakla beraber, kadınlar için müstehap değildir.

Kadınların namazı cemaatle kılmak için camilere gitmeleri de hoş bir davranış değildir. Halbuki bu, erkekler için kuvvetli bir sünnettir. Kadınların camiye gitmelerinde iki sakınca vardır:

a) Fitneye sebep olmaları yani, kem göz ve kem düşüncelere konu olmaları,

b) Allah'ın "evlerinizde oturun!" (Ahzâb (33) 33.) emrine ters düşmeleri.

Allah Rasûlü: "Kadının odasında kıldığı namazı, evinde kıldığı namazından daha iyidir. Odasının gizli bir köşesinde kıldığı namazı da odasında kıldığı namazından daha iyidir." (Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ NI/131.) buyurmuştur. Yani ne kadar çok sakınırsa o kadar iyi olur demektir. Bu konuda farzlarla nafileler arasında fark yoktur. Yani teravihe gitmeleri de hoş değildir. Yalnız bazı Islâm alimleri, giriş çıkış kapıları ayrı olduktan sonra özellikle yaşlı kadınların camiye gitmelerinde sakınca olmamalıdır, demişlerdir. Ancak gitmeleri halinde onların da edeplerine son derece dikkat etmeleri, "cilbab" denen koyu ve süssüz dış elbiselerini mutlaka üzerlerine almaları gerekir. Cenaze namazı için evlerinden çıkmaları ise mekruh değildir. Çünkü cemaatle kılınmayınca onun yerini alacak bir namaz yoktur. Kadınların camiye gitme meselesini ayrıca ele alacağız.

Namaz kıldırmakta olan birisine, imamlığa niyet etmiş olsun ya da olmasın, bir erkeğin uyması ve namazı cemaatle kılmaları caizdir. Halbuki, kadına da kıldırmayı niyet etmemiş olması halinde kadın ona uyup namazı beraber kılamazlar.

Kadınların cuma ve bayram namazlarını kılmaları farz değildir, ama kılarlarsa olur.

Cemaatle namaz kılınması halinde kadınlar erkeklerin ve varsa çocukların arkasında saf tutarlar. Eğer aynı namazı beraberce kılmak şartıyla kadın erkeklerin bulunduğu safta namaza durursa, sağındaki solundaki ve arkasındaki erkeklerin namazı boşa gider (fâsit olur).

Oruçta

Oruç, sabahtan akşama kadar, yememek, içmemek ve cinsel ilişkide bulunmamak demek olduğundan, kadınla erkeğin oruçları arasında bir fark yoktur. Bu yüzden farkı sadece kadınların özel halleri ile ilgili konularda görebiliriz. Meselâ kadın, âdetli yada lohusa olduğu günlere rastlayan farz oruçlarını, sonradan kaza etmek üzere bırakır.

Kadının tutacağı nafile oruç kocasının iznine bağlıdır. Çünkü o, kocasını haramdan koruyan bir kalkandır. Bazan kocasının istekleri gündüze rastlayabilir. Bu yüzden onun müsaadesi gerekir. (Aynı şey karşı taraf için de geçerli değil midir? Bu konuda bir açıklama görmedim. Bakara Sûresi 228. âyetinde: "Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır." buyurulur. Bu âyetin ifadesine göre, kadınların da kocalarına nafile oruç için izin verme, ya da vermeme hakkıvardır, denilebilir. Fakat bu tür ani istekler ve böyle bir ihtiyaç konusunda kadınların erkekler gibi olmaması, onlara böyle bir hak verilmemesine sebep olmuş da olabilir. Mesele araştırmaya muhtaçtır.)

Ramazan,da kuvvetli ve kifâye bir sünnet olan "îtikâf" konusunda da kadınlar erkeklerden ayrılır. Itikâf, Allah'ın rızasını kazanmak niyyetiyle cuma kılınan bir camide kalmak demektir. Kadınların evlerinde namaz kılmak için ayırdıkları bir yerleri varsa ancak orada itikafa girebilirler. Böyle bir yer ayırmış değillerse onların itikafları sahih olmaz. Evlerinde itikafa girmeleri halinde de zaruri ihtiyaçları dışında dışarı çıkamazlar.

Hac'da

Hac için en az bir yolculuk (sefer) mesafesi kadar yol gitmek zorunda olan kadının yanında kocası, ya da, nikâhı kendisine ebediyyen haram olan bir mahremi bulunmalıdır. Mahreminin de güvenilir, ergin, akıllı olması, mecusî ve fâsık olmaması, kadın ihtiyar bile olsa mahreminin kadın düşkünü birisi olmaması gerekir. Kendisine hac farz olan ve böyle bir mahrem bulan kadını, kocası hacca gitmekten alıkoyamaz. Çünkü Allah'a itaat, kocasının hakkından önce gelir.

Kocasından boşanmış ya da kocası ölmüş olan kadının hacca gidebilmesi için iddetinin bitmiş olması gerekir. (Iddet bahsine bak.) Bunun için kendi memleketinden hacca gidenlerin ayrılış tarihleri geçerlidir. O anda iddeti sona ermeyen kadın o sene hacca gidemez.

Kadının, bir mahremiyle hacca gitmesi halinde mahreminin masraflarını da karşılamak da ona düşer.

Kadınlar ihrama kendi elbiseleri içerisinde ve sadece niyyetle girerler, erkekler gibi iki parça bez kullanmaları ve dikissiz elbise giymeleri şart değildir.

Ihrama girdikten sonra söylenecek "telbiye" cümlesini erkekler yüksek sesle söylerken kadınlar içlerinden okurlar.

Hac eylemleri sırasında kadınlar, erkeklerin aksine başlarını örtmek zorundadırlar.

Mina'dan Mekke-i Mükerreme'ye inildiginde yapılan ve "veda tavafı" da denen, taşralı için vacip tavafta, kadınlar âdetli bulunurlarsa bu tavaf onların üzerinden düşer.

Haccın asıl unsurlarından (rükünlerinden) olan "ifâda tavafi" da denen Ziyaret tavafında kadınlar, erkekler gibi, "iztiba" denilen eylemi yapmazlar. "iztiba" erkeklerin tavafa başlamadan önce omuzlarına almış olduklan örtülerin birer ucunu sağ koltuklarının altından alarak sol omuzlarının üzerine atmalarıdır.

Kadınlar yine ziyaret tavafının ilk üç dönüşünde (savt), erkekler gibi "remel" de yapmazlar. Remel; adımları kısaltıp, omuzlan silkerek çalımlı bir sürat gösterişi yapmaktır.

Safâ ve Merve tepeleri arasında sa'y yaparken erkekler için gerekli olan iki yeşil direk arasında koşmak, kadınlar için gerekli değildir.

Cihadda

Cihad'ın kelime anlamı yorucu gayret ve çaba demektir. Bir yorum yapılmadan ve bir nitelik belirtilmeden tek başına cihad dendiğinde, Allah'ın dinini yüceltmek amacıyla dine karşı olanlarla yapılacak sıcak savaş anlaşılır. Fıkıh kitaplarımızın hepsi, bu anlamdaki cihadın, çok kuvvetli bir farz olduğunu söylerler. Farz oluşu en güçlü delillerle sabit olduğu için cihadı kabullenmeyenlerin kâfir olacaklarında söz birliği ederler.

Yine Islâmî kaynakların ittifakına göre cihad toptan savaş emri verildiğinde herkese farz olur. Böyle bir seferberlik bulunmadığı zamanlarda ise sadece savunmaya yetecek kadar kişiye farz olur.

Bu açıklamalarla cihadın bir güç ve kuvvet işi olduğu anlaşıldığına göre o öncelikle erkekler üzerine bir farz olmuş olur. Ancak sözü edilen seferberlik durumunda kadınlar da cihada çıkmakla yükümlüdürler. Bizim Istiklâl (kurtuluş) Harbimizde kadınların çok büyük rolü olmuştur. Bu savaşta tırpanıyla, baltasıyla savaşan, cephelere omuzunda mermi taşıyan Nene Hatun'lar, Kara Fatma'lar dünyaca meşhur olmuşlardır. Inançlarının ve namuslarının simgesi olan örtülerini Moskofa, Yunan'a çiğnetmemek için çoğu erkeklerden daha erkek olmuşlardır. Işte bu genel durumda, kadın da cihad'a çıkar ve bunun için kocasının iznine gerek duymaz. Ama böyle genel durumlar söz konusu olmadığında kadın evinin kraliçesi olarak kalır. Savaşa çıkmaz.

Ancak her savaşta kadınların da bulunması ve özellikle geri hizmetlerinde, tedavi ve pansuman işlerinde görev almaları caizdir. Peygamber Efendimiz'in savaşlarında kadınlar da bulunmuştur.

Düşman tarafta bulunan deli, çocuk, âma, kötürüm, kesik kollu ve ihtiyar öldüiülmediği gibi kadın da öldürülmez, hakaret edilmez. Ama bunlar da fiilen savaşa katılır veya komutan olarak bulunurlarsa müstesna.

Kadınların cihad'a çıkmaları müslümanların kamu yararına zarar getirecekse çıkmalarına izin verilmez.

Süngü harbi gibi yakın savaşta kadınların vurucu güç olarak çıkmaları uygun değildir. Düşman eline geçme ihtimalı olabilir, ya da mahremiyetlerine zarar gelebilir. Aynı sebeple genç kadınların ve kızların savaşa katılmaları da uygun görülmemiştir.

Kadının bu konumundan ötürü, "Kadınlara da cihad var mıdır?" diye soran Aişe annemize, Peygamber Efendimiz, "Kadınların cihadı öyle bir cihaddır ki, onda vuruşma ve çâtışma yoktur. Evet kadınların cihadı, şartlarına uygun olarak yapılmış hacdır" buyurmuştur. (Buharî, cezâu's-sayd 28; Nesâî, menâsik 4.)

Bir başka hadislerinde de Efendimiz: "Erkekler cihad yapıp fazla sevap alıyor, bize cihad yok mu?" diye soran bir kadına, "Kadınların cihadının, kocalarının hakkına riayet etmek, bu arada, bir zorunluluktan ötürü, birden fazla kadınla evlenirlerse buna tahammül etmek olduğunu bildirmiştir. (Suyûtî, el-câmiu's-sağîr (Feyzu'I-Kadîr ile) I/71 (Taberânî'den).)

Gerçekten de erkeklere farz olan cihadla, kadınların üzerine evlenmek arasında büyük benzerlikler vardır. Öncelikle her ikisi de katlanılması çok zor olaylardır. Cihad'da erkek, canını pazara sürmüş durumdadır. Çok evlilikte de kadın buna yakın duygular yaşar. Cihad'la çok evlilik arasındaki bir yakınlık da, çok evliliğin genellikle erkeklerin şehit olduğu ve azaldığı cihad dönemlerinde gündeme gelmesidir.

KADININ HAKLARI

"Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir..." (Kur'ân-ı Kerîm 16 (en-Nahl)/58 ) Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki, "Allah diledigine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar." (Kur'ân-ı Kerîm 42 (es-Sûrâ)/49)

Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimizin vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve "üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, Cennette kendisiyle beraber olacağını" (Ibn Mâce, edep3) duyurur. Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, "Şükür" olarak "akîka" kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır. Kur'ân'da ve Sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş. haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde "müctehid" olan kadınlar yetişmiştir. (Meselâ Resûlüllah'ın (s.a.) zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.)



Kadın hiçbir konuda erkekten ayrı tutulmadan büyütülmüş ve yetiştirilmiş, sıra evlenmesine gelmiştir. Damat adayını görmesi bir hakkı ve aynı zamanda bir sünnettir. Beğenmezse reddeder, velîlerin ve damat adayının ısrarı hiçbir şeyi değiştirmez.

Evlenirken ağırlığını koyar, damat adayından istediği kadar "mihir" alır. Mihir onun Allah'ça belirlenmiş en tabii hakkı ve hayat garantisidir. Harcama sahası, meşru çerçevede tamamen kendi iradesine bağlıdır. Mihrini, ya da varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi ticarî işletmelerde kullanabilir, şirketler kurar, şirketlere hisse senetleriyle ortak olur, kazanır ve kazandığını da istediği yerde harcar. Çünkü kendi sosyal güvenliği, kocaya varmakla garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûri harcamalar erkeğin sırtınadır. Erkek, elbiseni ya da süs malzemeni kendi kazancınla al, diyemez. Kendi varlığı ölçüsünde kadının nafakasını sağlamak zorundadır. Sağlayamayacaksa evlenemez. Evlendikten sonra sağlamazsa kadının boşanma talebi olumlu sonuçlanır.

Kocası onu tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, darılıp evinde yalnız bırakamaz. Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır. (Bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68)

Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.

Kadının hak-hukuk tanımayıp isyan etmesi dışında, sudan bahanelerle erkek karısını dövemez, (Karının dövülmesi konusunda Kur'ân-ı Kerîm 4 (en-Nisâ)/34 âyeti ve tefsirlerine bakılabilir. Örnek olarak bk. Ibn Kesîr N/257; Kurtubî NI/170,172,173; Elmalı N/1351; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Müslim hac 147; Tirmizi, Rada'11; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Halebî Sağîr s. 395; Halebî Kebîrs. 621; Canan, Terbiyes. 391;) hastalık kıskançlığından kaynaklanan şüphesinden ötürü karısını anî baskınlarla rahatsız edemez. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadîslerinde ailesinden uzun zaman ayrı kalan birisinin, haber vermeden gece ansızın eve gelmesini yasaklamıştır. Bunda ayrıca koltuk altı, etek tıraşı ve süslenip taranmayla kocasına hazırlık yapabilme imkânı bulması da, sebep olarak zikredilmiştir. (Bu konuda bir hadîs-i şerîfin meâli şöyledir: "(Uzaklardan) geceleyin geldiğinde hanımmn yanına girme ki, bıçak kullanıp tıraş olsun, dağınıksa tarasın. (gelişine hazırlansın)" Buhârî, nikâli 121,122; Müslim, radâ' 58, imâret 181,182; Dârimî, nikâh 32, cihâd 163; Müsned NI/298. Hadîs şerhleri buna sebep olarak bir de, eve geceleyin aniden girmesinin, hanımının ihanetinden şüphelendiği anlamına gelebileceği ihtimalini gösterirler.)

Kocanın karısını cinsel yönden tatmin görevi de vardır. Peygamberimiz, karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir. (Deylemî'den, Gazâlî, Ihyâ N/52 (Terc. N/129); Ayrıca bk. Suyutî, el Camiu's-sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) VI/323) Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir. Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

Evlendikten sonra bir yıl içerisinde hiç cinsel ilişki yapamayan erkekten kadının ayrılma hakkı vardır. Kadın "peşin mihrini" almadan kendisini erkeğe teslim etmeyebilir.

Kadının nafakası gibi, tedavisi ve ilâç harcamaları da kocaya aittir. Kadın ekmek yapamayan birisi ise, erkek hazır ekmek almak zorundadır. Süslenmesini istiyorsa, süs malzemeleri ve koku masrafi erkeğe aittir. Yılda yazlık ve kışlık olmak üzere iki takım elbise erkeğe aittir. Anlaşmazlik söz konusu olursa elbisenin nitelikleri mahalli idarelerce tesbit edilir. Kadın, kocası sefere çıkarken, gelmediği günler için nafakasına, ondan kefil alabilir. Âdetli günlerinde kocasından ayrı yatmak isterse, ayrı bir yatak istemek hakkıdır.

Durumuna göre kadın kocasından hizmetçi isteyebilir. Hizmetçinin ücreti kocasına aittir. Örfe göre kadınların yapmaması ayıplanan ev işleri dışında kadın, hiçbir iş yapmak zorunda değildir.

Ihtiyaç duyarsa kocasıyla aylık nafaka miktarında anlaşırlar. Yetmediğini anlarsa artırmasını ister, koca kabul etmezse mahkemeye başvurabilir.

Kadın kocanın yakınlarını istemediği takdirde, kocası onu müstakil bir evde oturtmak zorundadır. Buna sebep olarak, kocasıyla oynaşmak ve yararlanmak arzusuna, onların bulunmasının engel olacağı gösterilmiştir. Hattâ cinsel ilişkiyi bilmeyecek kadar küçük olan çocuğu dışındakiler için de aynı sebeble ayrı odalar istemek, kadının hakkıdır.

Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkıvardır, erkek buna engel olamaz.

Erkeğin haklarına bir zarar vemeyen meşru işlerde; kadının meşru çerçevede çalışmak hakkıdır.

Âdet ve lohusalıktan ötürü hamama gitmek istediği takdirde, hamam parasını erkek verir, ancak hamamda avret yerlerinin açılmamasına riayet edilmediği biliniyorsa, kadın hamama gönderilmez.

"Ric'î" (dönülebilir) ya da "bâin" talakla boşanan karısının her türlü nafakasını, iddeti içerisinde erkek verir.

Bu söylediklerimiz bütün fıkıh kitaplannda kadının erkek üzerindeki hakları sayılırken açıklanan konulardan sadece birkaç örnektir. Sonra bunlar birer tavsiye niteliğinde değil, yaptırımı olan kanûni haklardır. Karadeniz'de, Anadolu'da. şurada-buradâ kadınlar çalıştırılıyor ve ancak erkeğin yapabileceği zor işler altında eziliyorlarsa, bunun suçu İslam'ın değil, Islâmı onların hayatından uzaklaştıranların olsa gerektir.,

Bir seçim sözkonusu olduğunda kadının seçme hakkının bulunduğunu çoğu Islâm bilginleri söylemişlerdir. Çünkü onların böyle bir hakkının olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki seçme, "bey"at"tan ibarettir. Halbuki, Peygamberimiz kadınlardan da bey'at almıştır. (bk. Kur'ân-ı Kerîm 60/12 âyeti ve tefsirleri.) Hz. Ömer'den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.(bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112 (Ibn Kesîr'den nakil))

Nihayet kadın öldüğünde kefeni de kocasına aittir. (Özet olarak sunduğumuz bu maddelerin daha geniş bir açıklaması için bk. Ibn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, Mısır 1380 (1960) NI/571 vd. Ayrıca bütün fıkıh kitaplarının nafaka bölümleri ve özellikle Serahsî, Mebsût V/180 vd.)

Görüldüğü gibi kadın geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insandır. Ve bütün bunlar bir anlaşmazlık sözkonusu olduğunda mahkeme kararı ile belirlenecek olan kanunî haklardır. Yoksa Islâm'da karı-koca birbirinden devamlı hak koparmak için çekişip duran iki düşman kutup değildirler. Birbirlerini tamamlayan, birbirlerine yardım eden, destek olan, huzur ve moral kaynağı oluşturan, bir bütünün iki yarım parçasıdırlar. Tıpkı Peygamberimiz'in ev işlerine yardım etmesi, Hz. Ali ile eşi Fatıma arasında iş bölümü yapması gibi.

KADININ, ERKEK DİNLEYİCİLERE HİTAP ETMESİ, KONFERANS VERMESİ CAİZ MİDİR?

Konunun birden çok yönü vardır. Kadının sesinin avret olup olmaması bunlardan birisidir. Bazı Hanefiler kadının sesinin de avret olduğunu söylerler.'Gizledikleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar"(24/31) mealindeki âyet-i kerime ile ilgili olarak Cessâs der ki: "Bu âyetten anlaşıldığına göre kadının sesini yabancı erkekler duyacak şekilde yükseltmemesi gerekir. Çünkü kadının sesi fitne uyandırmakta halhal'dan daha etkilidir. Bu yüzden imamlarımız kadının ezan okumasını mekruh görmüşlerdir."( Cessâs, Ahkâm NI/393) Namazda ikaz için "tekbir erkekler, ellerini birbirine vurmak da kadınlar içindir." (Buhârî, el-amel fi's-salât 5, ezan 48; Müslim, salât 107; Ebû Dâvud, salât 169) hadîsi de bunu gösterir. Seslerini yükseltmeleri mahzurlu olmasaydı, onlar da sesle ikaz ederlerdi, derler. Kadının güfteli ve makamlı tegannisinin yabancı erkekler için haram olduğuna ise hemen hemen ittifak vardır. Çünkü bundan ancak erkeklik fıtratında bir arıza olanlar etkilenmezler. Ancak Hanefilerde genel kabul gören görüşe ve Şâfilere göre ise kadının bizzat sesi avret değildir. Çünkü kadınlar seslerini erkeklere duyurmasınlar, diye bir nas yoktur. "Kırıla döküle konuşmayın", (33/32) meâlindeki âyet vardır. Hattâ kadının kocanın dışındaki erkeklerle sertçe konuşması, hem cahiliyye döneminde hem de Islamda onun güzelliklerinden sayılmıştır.(bk. Âlûsî XXN/5) Demek ki yasak olan, kadının sesini duyurması değil, kadınlığı ihsas ettirecek tarzda konuşmasıdır. Sonra kadınların alım-satımı, mahkemede şahidlik yapmaları haklarıdır ve bu herkese göre câizdir. Saâdet asrında kadınların erkeklere (konuşma anlamında) hitap ettikleri; hattâ Halifenin hutbesine müdâhale ettikleri vâkîdir.Meselenin diğer bir yönü ise, bakmak ya da bakışmakla ilgilidir. Bilindiği gibi kadınlara da erkeklere de bakışlarını "kısmaları" emredilmiştir. (24/30-31) Rasûlüllah Efendimiz (s.a.s.)"Bakışı bakışa ekleme"(Ebû Dâvûd, nikâh 43; Timizî, edep 28; Dârimî, rikâk 3; Müsned V/351, 353, 357) buyurmuşlardır. Cumhur (fıkıhçıların çoğunluğu) kadının yüzünün de avret olduğu görüşündedirler. Hanefilerin çoğunluğu kadının ellerinin ve yüzünün avret olmadığını, ancak fitne söz konusu olduğunda örtmesi gerektiğini söylemişlerdir. Bir kısım Hanefiler ise cümhûra uyarak kadının ellerinin ve yüzünün de avret olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Meselâ Aliyyu'1-Kârî bunlardandır. Görüldüğü gibi fitne söz konusu olduğunda kadının ve özellikle genç kızların yüzlerini dahî kapatmaları konusunda ittifak vardır. "Fitne" onun, karşı cinsten olmaklığına duyulan cinsel arzudur.Bu bağlamda meselenin bir yönünden daha söz edilebilir ki, bu da "teberrüc" yasağıdır. "Teberrüc" kadının, elbise ya da vücudundaki güzelliklerini yabancı erkeklere arzetmesi demektir ve âyet-i kerime ile yasaklanmıştır. (33/33) Süslü bir başörtüsü, alınmış kaşlar, allanmış yanaklar hep "teberrüc" cümlesindendir. Imdi bütün bu durumlara göre: Kadın, sesini kırıla döküle kullanmazsa, dış elbisesi dahi, müteberrüc olmazsa, dinleyenlere sürekli bakış imkânı sağlamakla fitneye (şehvetli bakışlara) sebep olmazsa, erkeklere hitap etmesi, konferans vermesi vb. caizdir denilebilir. Ancak bir sürü erkeğin huzurunda, hem de genç bir kadının, göz göze, yüz yüze uzun süre konuşması halinde bu şartlar gerçekleşmiş olur mu? Olsa bile bunu yapmaya ve yaptırmaya gerek var mıdır? Bunu da ayrıca tartışmak gerekir. Şahsen ben ne mümkün olduğuna ne de gerek bulunduğuna inanıyorum. Şâir Ahmed Sevkî'nin dediği gibi:


"Bir bakış, bir gülüş ve selamlaşma...Derken konuşma randevu ve buluşma."Bütün bunlar işin fetva denemeyecek genel boyutlarıdır. Sözkonusu olacak zaman ve mekanla alâkalı olarak mesele fetvâ boyutlarında düşünüldügünde, değerlendirmeye başka şeyler de alınır. Meselâ; cinsel fitnenin ötesinde başka bir fitne, mevcut şartlarda genel olarak ülke müslümanlarının maslahati, özel olarak, olay mahallindeki insanların idarecilerin maslahati, meselenin daha sonra aynı okullarda kapalı olarak okumak isteyen kızları ilgilendirme biçimi vb... Bütün bunlar hesaba katılırsa, bendeniz kanaat olarak şunları söyleyebilirim: Bu olayın, faraza, bir ilâhiyat fakültesinde olacağını düşündüğümüzde; meselâ kız konuşmacıyı dinleyen bir delikanlı, uzun süre göz göze gelmenin etkisiyle, konuşma sonrası bu seyrettiği kızcağızı gayr-i ihtiyarı takip edecek ve kendi sınıfını şaşırıp yanlışlıkla onun sınıfına girecek kadar psikolojik dengesini kaybediyorsa, böyle bir düzenleme, velevki fanatikler tarafından olsun, gürültü çıkarmaya vesile ediliyor, böylece idarenin başı derde sokuluyor, neticede de daha üst çevrelerin müdahalesi davet edilerek, bu okula ileride daha az kız talebenin alınma planlarına yardımcı olunuyorsa, bunlara benzer başka mahzurlar doğuyorsa, fetva için lokal bir olumsuzluk var ve bu iş, orada müslümanların maslâhâtıyla çatışıyor ve o noktada câiz değil demektir. Kızların da sosyal ilişkilerde gelişmesi, konuşma kabiliyeti kazanması maslahatlarına ise, o takdirde bunu, kendi hemcinslerinden oluşan bir sınıfta yapmalıdırlar.

KADINLA TOKALAŞMANIN CAİZ OLDUĞUNU VE HARAM OLDUĞUNA DAİR BİR ŞEY VARİD OLMADIĞINI SÖYLÜYOR. BU HUSUSU AÇIKLAR MISINIZ?

Yabancı kadınla tokalaşmak caiz değildir. Bu hususta ihtilaf da yoktur. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Kendisi için yol olmadığı halde bir kadının elini elleyen (tokalaşan) kimsenin eline kıyamet günü bir kor konulacaktır. Bu durum mahlukat arasındaki hüküm bitinceye kadar devam edecek."

Ancak Hanefi mezhebinde arzu edilmeyecek kadar yaşlı olan kadınla tokalaşmakta beis yoktur. Zira hz. Ebu bekir (ra) halife olduğu sırada sütannesinin mensub olduğu kabilelere gider ve yaşlı kadınlarla tokalaşırdı. Hz. Zübeyr (ra) de mekke'de hastalanınca kendisine yardım edip işini görmek için yaşlı bir kadın hizmetçi tutmuştu. O yaşlı kadın ayaklarını ovalar, saçı bitlenmesin diye onu kontrol edip ayıklıyordu (Serahsi).

Kadın yaşlı olmadığı takdirde onu hizmetçi veya sekreter olarak çalıştırıp onunla yalnız kalmak caiz değildir, haramdır. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Bir erkek kendisiyle mahremiyeti olmayan bir kadınla beraber kalmasın. Onların üçüncüsü mutlaka şeytandır" (Serahsi).

KADININ, ADETLİ İKEN KESTİĞİ YENİR Mİ?

Müslüman, ya da ehli kitap olması ve boğazlama şartlarına riâyet etmesi halinde kadının (câriye de dahil) kestiği yenir.

Bunda temiz olma, abdestli olma, âdetli, nifaslı vb. olmama gibi bir kayıt sözkonusu değildir. Yeter ki boğazlamayı bilebilsin ve bunu cesaretle yapabilsin. Zaten kadının boğazlaması sözkonusu olduğunda bazılarının aklına gelen olumsuzluk, sadece merhamet (acıma) duygusu erkeğe göre fazla, cesareti ise erkeğe göre az olan kadının bu işi becerip beceremeyeceğinde tereddüt etmelerinden dolayıdır. Bunu becerebiliyorsa mesele yoktur. Bu anlamda bazı erkekler de bu işten ürperti ve tiksinti duyar; boğazlamaya cesaret edemezlerse aynı olumsuzluk onlar için de geçerlidir.

Bir câriye, ölmek üzere olan bir koyuna yetişip onu bir taşla boğazlamış; durum Rasûlullah'a anlatılınca da onun boğazladığının yenilmesini emretmiştir.( Buhâri, zebâih 18,19; Ibn Mâce, zebâih. 8) Câbir b. Abdullah; "Rasûlullah'la beraber Ensâr'dan bir kadına gittik, o da bize bir koyun boğazladı." demiş ve hep beraber yediklerini anlatmıştır.

KADININ ERKEK DOKTORA MUAYENE OLMASI

Tedaviye, dolayısı ile sağlıga İslam'ın çok çok önem verdiği bilinen bir gerçektir. Çünkü insanın yaratılış gayesi "ibâdettir" ve ibâdet ancak sağlıkla yapılabilir.Meselâ fıkıh kitaplarının abdest ya da namaz bölümlerinde, "sargı üzerine mesh" diye bir başlık bulunur ve bu başlıkaltında abdest uzuvlarından birinde ya da bir kaçında yarası bulunup, üzerini sargı vs. ile bağlayan birisinin nasıl abdest alması gerektiği açıklanır. Bu açıklamalara bakan, bu konudaki bütün görüşlerin, yaranın tedavisinden ve sağlıktan yana olduğunu görür. Bunun, sanıyorum hiç bir istisnası yoktur. Hattâ üzeri sarılan bir yara, açılması ve su değmesi hâlinde zarar görecekse, yıllarca sarılı kalsa dahi açılıp o uzvun yıkanması istenmez ve sargının üzeri meshedilir. Burada iyileşmenin sadece gecikmesi dahî zarar sayılır.


Bunu böylece belirledikten sonra; kadının erkek doktora, erkeğin de kadın doktora muayene olmasında da hemen hemen , aynı toleransı görürüz. Doğrusu ben şu ana kadar bunu yasaklayan bir nas görmedim. Hattâ Rasulüllah zamanında dahi kadınlar erkek gazileri, yaralandıklarında tedavi ediyorlardı. Bununla ilgili olarak Rasulüllah Efendimizin (s.a.s.) mahremiyeti söz konusu ettiğini bilmiyoruz. ‚Bunun için her iki cinse veya birine, bir yaş sınırı getirildiğini de bilmiyoruz.

Ne var ki, bunun olağan dışı bir zaruretin gereği olarak bulunduğunu da bilmemiz gerekir: Çünkü yabancı erkek ve kadınların birbirlerini görebilecekleri mikdar hadislerle gösterilmiştir. Mahremlik konusunda "bakılması haram olan yerin tutulması ve ten teması da haramdır." diye bir kâide vardır. Bunâ göre, zaruret olmadıkça, bir doktor, karşı cinsten olan birisini, bakılması haram bölgelerini, yani avretini, görecek ve tutacak şekilde muayene edemez. Bu durumda ve eşit şartlar altında kadın kadın doktora, erkek de erkek doktora muayene olacaktır. Rastgele gidip karşı cinse muayene olması mahzûrlu olur. Çünkü "Zarûretler mahzurlu olanı mübah kılar." diye bir fıkıh kaidesi bulunmakla beraber, bunun hemen yanıbaşında "zarûretler kendi miktarınca takdir olunur" diye ikinci bir kâide daha var dır. Bunun anlamı şudur: Hiç bir zaruret yokken bir hasta karşı cinse muayene olamaz.Karşı cinse muayene olmasını gerektiren bir zaruret varsa o da kendi miktarını aşamaz. Yani kendi cinsi ile halledemediği hastalığı ve uzvu ne kadarsa, karşı cinsten olan doktora onun ötesini açamaz; gidemez.

Ama şunu da itiraf etmeliyiz ki, bütün bunların sınırları fıkıh kitaplarında net bir şekilde çizilmemiştir. Bu bakımdan aynı hastalığın hem kadın hem de erkek doktoru bulunmakla beraber, erkek daha mahâretli ve daha uzman ise, kadının ona muayene olabilmesi için bir sebep var demekdir ve bu durumda kadının erkek doktora gitmesine mâni bir görüş bilmiyoruz. Hattâ parasız muayene eden klinik ya da hastanede erkek doktor varken kadın doktora özel muayene olacak imkânı olmayan bir bayanın o erkek doktora ya da aynı durumdaki erkeğin, kadın doktora muayene olmasını yasaklayan bir ibâre de bilmiyoruz. Güzellik (estetik) operasyonları dışında, yine tedavi ile ilgili, diş sağlığı,, röntgen ve film, ultrason, tahlil test vs. gibi her türlü ameliye de muâyene ve tedavî hükmündedir. Bunlar için de aynı şeyler söylenir. Hattâ doktor müslüman dâhî olmayabilir.Bütün bu konular şâri (şeriat koyucu) tarafından sanki biraz da insanların anlayışına ve takvâsına bırakılmış gibidir. Bunu biraz daha açarsak şöyle diyebiliriz: Mesele tedâvi meselesidir deyip en ufak bir sebeple karşı cinse muayene olan belki haram bir iş işlemiş olmaz, günah almaz ama, bu konuda özel bir gayret gösterip kendi cinsini ve daha ihtiyatlı yöntemi aramayışı onu bir gün bir mahzura düşürebilir. Diğer yönden bu konuda titiz davranıp sağlığına zarar vermeyecek şekilde kendi cinsine muayene olmaya ve şüpheden kaçınmaya çaba gösteren birisi, bu çabası ile ibâdet sevâbını alır. Ayrıca bu çabalar sonunda bir düşüncenin sistemleşmesine ve müesseseleşmesine doğru gidişi kolaylaştıracağından, bu açıdan da bir ibadet sevâbı kazandırır. (Allahu a'lem )( bk. Muhammed el-Hatîb es-Sirb"înî, Mugni'1-Muhtâc I/35)

KADININ DIŞARIDA NAMAZ KILMASI

Kadınların dışarıda namaz kılması doğru mudur?

Avretlerini hakkıyla örtmek şartıyla câiz olmasına câizdir. Ancak kadınların namazlarını evlerinde kılmaları daha sevaptır. Gaye sevâp almaksa, evlerinde kılmaları daha uygundur. Allah Rasûlü Efendimiz : "Onların evleri kendileri için daha hayırlıdır" buyurmuşlardır. (Bu konudaki hadîsler için bk. Hindî VN/676 vd. XVI/413-18) Hatta evinde bile en tenha köşeyi seçmesi öğütlenmiştir.

KADININ ERKEĞE SELÂM VERMESİ

Bu konuda Hanefi bilginleri; kadının erkeğe, erkeğin de kadına selâm verebileceğini, ancak erkeğin genç kadına, genç kadının da erkeğe selâm vermesinin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Selâm veren kadın yaşlı ise, erkek onun selamını duyacağı şekilde sesli olarak alır, genç ise içinden alır. Erkeğin selâm vermesi halinde de selâm verdiği kadın gençse, selâmı içinden, yaşlı ise sesli olarak alır. Yine erkek aksırdığında kadın "yerhamükellah" diye "tesmit" te bulunursa, kadın genç ise erkek onu içinden, ihtiyar ise sesli olarak cevaplar, denmiştir. (Bu konuda bk. Halîl Ahmed, Bezlü'l-mechûd XX/l4O; Aynî XVNI/299; Ibn Abidîn VI/369)

KADININ CENNETTE CİNSEL ÖZGÜRLÜĞÜ

Önce "Cinsel Özgürlük" kavrammn lastikli bir ifade olduğunu; sınırsız anlamda erkeğin de, ne dünyada ne de cennette, cinsel özgürlüğe sahip olmadığını söyleyerek başlayalım. Erkeğin de kadının da eşinden ne ölçüde yararlanabileceğini bize dinimiz öğretmiştir: Cinsellikle ilgili helâller çerçevesi içerisinde ikisi de özgürdür. Sınırı aşmada ikisi de özgür değildir. Cennete gelince: Önce onlar Cennetin varlığına inanıyorlarsa, Allah'a da inanıyorlar demektir. Çünkü Cennetin varlığını bize o haber veriyor. Allah'a inanan, elbette O'nun "herşeye güç yetirebildiğini", "Hakîm, yani her yaptığının yerli yerinde olduğunu"; "yaptığından hesap sorulamayacağını, onun herkesten hesap soracağını" vb. de kabul etmiş demektir. Artık inanıyorsa O'nu yargılaması haddi aşmışlık olur. Inanmıyorsa onunla Cennetten önce Allah'ın (c.c.) varlığını tartışmalıyız. Çünkü işin başı odur. Bu, onların mantığınca işin diyalektiğidir. Öbür yönüne gelince:

I-"Cennet" de Islami bir kavramdır ve O Kur'an'ın tanımladığı gibidir: "O gün cennet halkı sevinç ve mutlukuk dolu bir meşguliyet içindedirler. Kendileri de eşleri de gölgeliklerde tahtlar üzerinde yaslanmışlardır. Orada taptaze meyveler onların ve istek duydukları her şey onlarındır..."( Yasin 36-55)

Demek ki, kadın olsun erkek olsun, orada her istediklerini elde edeceklerdir. Bu bakımdan aralarında fark yoktur.

2- Kadınlar cennette "yeni bir insan, yani yeni bir yaratılışla yeniden yaratılacaklar. Eşlerine sevgiyle tutkun ve hep aynı yaşta"(Vakia 56) olacaklardır. Bizler o yeni yaratılışın ihtiyaçlarını, arzu ve isteklerini bilemiyoruz. Eğer onlar kocalarından başka erkek istemeyeceklerse, bundan tiksineceklerse onlara bir sürü erkekle beraber olmalarının mümkün olduğunu müjdelemek onlar için bir özgürlük ve lütuf değil, onlara azap ve zulüm etmek olur.

KADININ ÇOK ERKEKLE EVLENMESİ MÜMKÜN MÜDÜR?

Son zamanlarda bazı basın organlarında kadının da birden çok erkeği sevebileceği ve birden çok erkekle evlenebileceği yolunda yazılar çıkıyor, benzer konular işleniyor. Bu mesele için neler söyleyebilirsiniz?

1- Bu iddiaları ortaya atanlar, önce kendileri buna inanıyor değillerdir. Ya psikolojik hastadırlar, (iyi bir psikiyatriste muayene olsunlar göreceklerdir) ya dine olan yönelişi, vatanı belirsiz patronlarının isteği üzerine durdurmaya çareler üretmektedirler, ya "vahşi kapitalizmin" ve inançsız teknolojinin sıkıcılığı ile stres, anomi, nihilizm ve ruhi anarşizm nöbetleri geçirmektedirler, ya da birşeyleri dile dolamakla iyi para kazanıldığını gördüler. Yoksa onlar da biliyorlar ki:

2- Kadın ile erkeğin bir araya gelmelerinden gaye, insan neslinin sürdürülmesidir. Sevgi, karı ile kocanın birbirlerini tamamlamaları, birbirlerinden huzur bulmaları, ilişki ve ona götüren öncüllerden zevk almaları hep o nesli sürdürme için yolu açma, avans verme kabilinden şeylerdir. Hâl böyle olunca düşünelim: Erkeğin birden çok kadınla evlenmesi, neslin sürdürülmesine açıkça olumlu etki eder ama, kadının birden çok erkekle evlenmesinin bu açıdan herhangi bir faydası var mıdır?

3- Önyargısız her psikologun söyledigi üzere, erkeğin ihtiyaçları arasında "o benimdir" duygusu bulunmasına karşılık, kadının ihtiyaçları arasında "ben onunum" duygusu hakimdir. Bu duygu kadının başını erkeğin bağrına koyması, onun da bağrına basması ile kendini gösterir. Bir baş birden çok bağra konulmaz, ama bir bağra birden çok baş basılabilir.

4- Birden çok koca ile evlenen kadından doğan çocuk kimin olacaktır? Onun ihtiyacı olan baba şefkatini hangi koca gösterecek ve hangi baba onunla çocuğunu kucaklayıp okşama duygusunu yaşayacaktır? Bakımını, nafakasını hangi baba üstlenecek, o hangi babanın mirasını alacaktır? Aynı belirsizlikler "Teaddüd-i zevcât" ta mevcut mudur?

5- Erkekteki "o benimdir" duygusu, böyle birşeyin pratikte olmasına imkan verir mi? Tarih boyunca böyle birşey olmuşmudur?

Hatta erkeklik psikolojisi bu noktada genellik arzetmiyor mu? Horoz, koç, boga vb. isteyerek ortak kabul ederler mi?

6- Bu iddiaları ortaya atan insanlar önce çok kadınla evlenmeye karşı idiler. Bir süre onun aleyhinde spekülasyon yaptılar. Acaba onda bir şey tutturamadıkları için mi şimdi de bu konuya el attılar? Aynı itiraz şimdi onlara yapılamaz mı? Erkeğin birden çok evlenmesi kadına hakaret olurdu da kadının birden çok erkekle beraber olması erkeğe hakaret olmaz mı? Onların hangi dediklerine inanacağız? Kadına böyle bir hak verilirken erkeğe verilmemesi haksızlık olur. Öyleyse ikisine birden verilmeli, diyorlarsa bunun pratikteki faydası nedir? Sadece bir merak gidermek mi?

7- Böyle bir uygulama günümüzde olmadığı gibi, hukukî anlamda tarih boyunca da olmamıştır. Olabileceğini iddia edenler fedakarlık edip bunu önce kendi karılarında ispatlamalıdırlar. Bakalım birden çok kocaya karılık yapabilecekler mi? Yok eğer bundan sadece yatmayı kastediyorlarsa bunu fahişeler fazlası ile yapıyorlar. Kendi karılarında yapamıyorlarsa ve buna rağmen başkalarını teşvik ediyorlarsa demek ki dillerinin altında bir bakla var ve bizler -elhamdülillah- onun ne olduğunu çok iyi biliyoruz.

KADININ CAMİYE GİDİP CEMAATLE NAMAZ KILMASI CAİZ Mİ?

Peygamber (sav)'in zamanında erkekler camiye gidip cemaatle namazlarını kıldıkları gibi kadınlar da camiye gidip namazlarını kılarlardı. Ümmü Atiyye'den rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) genç, başkasına kendini göstermeyen örtülü ve hayızlı kadınları bayram namazı yerine götürürdü. Ancak hayızlı kadınlar namaza iştirak etmemekle beraber diğer hayır işleri ve müslümanların davetine katılırlardı.

Peygamber (sav) Allah'ın kulları olan kadınların camilere gitmelerine engel olmayınız, buyurmuştur (Ebu Davud).

Yalnız Şafii mezhebine göre kadının evinde cemaatle kıldığı namaz, camide cemaatle kıldığı namazdan daha üstündür.

Hanefi mezhebine göre ise yaşlı müstesna, kadının camiye gitmesi doğru değildir.

KADININ CAMİYE GİTMESİ

Kadınların, Peygamberimiz döneminde camiye gittikleri bir gerçektir. Hattâ bütün fıkıh kitaplarımızda, cemaatle namaz kılındığında, saf düzeninin nasıl olması gerektiği anlatılırken, "erkekler-erkek çocuklar-kadınlar" sırasından söz edilir.

Ancak Efendimiz bir hadîslerinde, erkeklerin saflarının en hayırlısı ön safları, kadınların saflarının en hayırlısı ise son saflarıdır, buyurur. (Müslim, salât 132; Ebû Dâvûd, salât 97; Tirmizî, mevâkit 52; Nesâî, imâmet 32; Ibn Mâce, Imâmet 52: Dârimî, salât 52; Müsned N/485.) Bir diğer hadîslerinde, kadınların evlerinin en gizli köşesinde namaz kılmaları, herkese açık yerinde namaz kılmalarından daha iyidir. Evlerinin herkese açık yerinde kılmaları da, camide kılmalarından daha iyidir; onların evleri, kendileri için daha hayırlıdır, buyurur. (Beyhakî, Sünen-i Kübrâ NI/31.) Âlimler her iki türlü hadîsleri hesaba katarak, kadınların camiye gitmelerinin hoş olmayan yönünün, kötü duyguları uyandırma sebebi olduğunu açıklamışlardır. Bu yüzden, yaşlı olmayan kadınların camiye gitmeleri uygun değildir; yaşlılar da sadece sabah, akşam ve yatsı namazları için camiye giderler, gündüz namazlarına gitmezler, diye fetvâ vermişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed ise, yaşlılar her vakte gidebilirler demişlerdir. (Müsned N/76, 77.)

Görüldüğü gibi, kadınların camiye gitmeleri, her hâlükârda kesinlikle haramdır denmemiş, fitne endişesinden söz edilmiştir. Buna dayanarak günümüz âlimlerinden bazıları: Kadının, dinî konuları ve namazın kılınış biçimini evinde öğrenme imkânı yoksa; avretini örtme emrine ve yollarda süslü-püslü, kınla döküle yürüme yasağına hakkıyla uyarlarsa; kokulu elbiselerle çıkıp, hem yollarda, hem de camide dikkatleri üzerlerine çekmezlerse; cami, kadınların erkeklere karışmamalarına elverişli ise; camide de ses ve hareketlerle dikkatleri çekmezlerse, dış elbiseleri yani "cilbabları" ile beraber iyi niyetle camilere gidip namazlarını oralarda kılmalarında ve sağlam olarak veriliyorsa, dinî bilgileri dinlemelerinde sakınca olmamalıdır, demişlerdir. (bk. Fetâvây-i Hindiyye V/346.) Çünkü kadın çok hassas ve nazik bir yaratılıştadır. Bu konuda çok dikkatli olmak gerekir. Peygamberimiz onları billûr kâselere benzetmiştir? (Buhârî, edep 90,111,116; Müslim, fedâil 70, 72; Dârimî, isti'zan 65; Müsned NI/107,117,186, 227, 254.) Gözleri çok çabuk kamaştırabilirler ve Allah'la başbaşa, O'nu düşünmek için camiye giden insanların düşünceleri başka yönlere kayabilir. Ya da kötü ve kemgözlü insanlar, onların duygularını bozabilirler.

13 Mart 2011 Pazar

Kuşandım Aşkını - Ömer Karaoğlu

KADININ ARABA KULLANMASI

Bu konuyla ilgili olarak fıkıh kitaplarımızda öyle ya da böyle bir bilginin bulunmaması normaldır. Bilebildiğimiz kadarıyla bugünkü Suud Hükümeti bir iki hadîs-i şerife ve daha çok da kamu maslahatına (maslahat-i âmmeye) dayanarak kadınlara sürücü ehliyeti vermemekte ve onların araba kullanmalarını yasaklamaktadır. Sözü edilen hadisler sunlardır:

"Eğer üzerindeki dişilere Allah lanet etsin."

"Rasûlullah kadınları eğere (ata) binmekten yasakladı." Önce, bu her iki hadis de, sahih hadis kaynaklarının hiçbirinde geçmez ve son derece zayıftırlar. Yani bunlar üzerine fıkhı bir hüküm bina etmemiz mümkün değildir.

Ikinci olarak, sahih olacakları farzedilse bile, bunlardan kadının araba kullanamayacağı hükmünü çıkarmak zordur, zorlamadır. Çünkü Rasûlullah zamanında at daha çok harp âletiydi, normal binek değildi. Kadınlar da ata binmek ihtiyacından ötürü biniyor olamazlardı. Olsa olsa fiyaka ve çalım satmak için binebilirlerdi. Bu ise kadın onuru ve edebine yakışmadığı gibi, saf gönülleri ifsat edebilir ve başka duygu ve takiplere sebep olabilirdi. Aynı gayeyle elbette erkeğin ata binmesi de caiz olmadığı gibi, hem erkeğin hem kadının araba kullanması da caiz değildir: Ne var ki, kadının caka satarak araba kullanması, aynı şekildeki erkekten daha ifsat edicidir. Dolayısı ile hükmü de daha ağır olur. Hele böyle gösteriş meraklısı bir kadının yalnız başına ve biraz da şehirden uzak yerlerde araba kullandığını düşünün... Işte Suud Hükümeti bu ve benzeri muhtemel tehlikeleri önlemek maksadıyla kadınların araba kullanmalarını yasaklamış olmalıdır. Ama tahrik edici hareket, çalım ve görünümlerde bulunmayan kadınların araba kullanmalarında dinen bir mahzur olmadığı gibi bu bazen lüzumlu da oluyor. Mahzur ancak tesettür ve mahremiyet hükümlerine riayet edilmeyen şoförlük imtihanı ve imtihan öncesi muameleleri yüzünden olabilir.

KADIN VE SPOR

Dinen kadın spor yapabilir mi yapamaz mı? Ya da yapmalı mıdır, yapmamalı mıdır? Görüyorsunuz epeyce mesafe aldık ve işi buraya kadar getirdik. Önce spor niçin çıkmıştır, niye yapılır? Bir ihtiyaç mıdır? Bedensel bir ihtiyaç mıdır, ruhi bir ihtiyaç mıdır? Yoksa insanın kendi idaresi i1e kullandığı bir avuntu, bir yalancı emzik midir? Ya da bir din midir? Kitleleri uyuşturan bir afyon mudur? Veya bunların hepsi midir?

Herhalde yerine ve zamanına göre spor bunlardan herbiri olabilir. Meselâ: Vücudu hantallaşan birisi, yaşaması için gerekli eylemleri yapamaz. Kazanamaz, koşturamaz, getiremez, işini takip edemez. Hattâ ibadet yapamaz. Eğilemez, kalkamaz, namaza uyanamaz, camiye gidemez, nihayet cihada çıkamaz. Bunların hepsi beden sihhatini ve cevvallığı, dinçliği gerektirir. Bunun kazanılmasının yollarından biri de vücudun hareketliliğidir, ya da -eksik bir ifade de olsa- spordur. Demek spor bedenî bir ihtiyaç olabilir.Hareketsiz ve hantal insan sağlıklı değildir. Vücûdundaki zararlı salgıları atamadığından sinir sistemi düzgün çalışamaz. Morâlman güçlü değildir. Karamsardır, ümitsizdir: Istikbalin güzel dünyasını kurmaya talip değildir. Moralsizlik inançsızlığı güçlendirir. Inançsızlık ise Cehennemdir. Demek spor ruhî bir ihtiyaç da olabilir.


Ihtiyaçlar sadece maddi değildir. Tıpkı insan sadece madde olmadığı gibi... Onun maddî olmayan yönünün de en az maddî yönü kadar ihtiyacı vardır. Ruh Allah'ın birçok vasfının tecelli ettiği sahadır.Nice ilâhi vasfın kokusunu ve rengini taşır. Bu yüzden ihtiyaçları da manevîdir. Allah'la(c.c.) irtibat kurmayan, ihtiyaçları manevî gıdalarla giderilmeyen ruh avuntulara bile muhtaç olur, tatmin arar.Onda da bedendeki acıkma ve susama hissi gibi bir his doğar. Insan bir takım hoplama ve zıplamalarla bu hissi doyurmaya uğraşabilir. Tıpkı yemek bulamayan bir insanın çakıl taşlarıyla karnını doldurması ve bir anlık doyum hissi duyması gibi. Spor bu amaçla yapılırsa bir avuntu ve bir yalancı emzik olmuş olur. Sporun böyle sürekli avuntu olarak kullanılması, bir yerde bağışıklık yapar, vazgeçilmez olur ve artık bir din halini alır.Vatandaşların manevî tatminlerini gidermeyi düşünmeyen rejimler ve onların, iktidarlarını sürdürmek isteyen hakim kadroları, zaman zaman sporu halklarına cazip ambalajlarla sunarlar, sporu teşvik ederler, onu bir uyuşturucu olarak kullanırlar ve bu yolla iktidarlarını sürdürmeye çalışırlar. Tıpkı Franko gibi... Bu durumda da spor bir afyon olur, uyuşturucu görevi yapar.Şimdi tekrar başa dönersek, müslüman kadının bunların hangisi için spor yapacağı önemlidir. Kadının spor yapmasının dini hükmünü, niçin ve nasıl spor yapıyor? sorusuna verilecek cevaba göre düşünebiliriz.Ama ondan da önce ilginç bir durumu tespit edelim: Ne âyet ve hadîslerde, ne de fıkıh kitaplarımızda, spordan spor olarak söz edilmemektedir.Kur'ân'da: "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın..." (8/60) denmekte ve sebep olarak da "Bununla Allah'ın düşmanını ve sizin düşmanınızı ve daha Allah'ın bilip te sizin bilmediklerinizi korkutup caydırasınız" diye belirtilmektedir. Beden kuvveti birinci derecede bir kuvvettir.

Hadîslerde dolaylı ifadeler vardır: "Güçlü mü'min zayıf mü'minden hayırlıdır"(Müslim- Kader) "Eğlence ancak üç şeyde olur:Adamın atını eğitmesi, ehliyle oynaşması, oku ve yayı ile atış yapması. Bunlar gerçektir ler"."Yarışa ücret ancak çift tırnaklı hayvanlarla; tek tırnaklı hayvanlarla ve okla olan yarışmada olur." Rasûlullah Efendimiz Rukâne adında birisi ile güreşmiş ve onu yenmişlerdir.

Gaye Rukâne gibi bir pehlivana iman gücünü göstermek ve onun müslüman olmasını sağlamaktır.

Âişe vâlidemizin anlattığına göre: "Bir defasında Rasûlullah'la koşu yarısı yaptık ve ben onu geçtim. Aradan zaman geçti, ben şişmanladım: Tekrar yarış yaptığımızda o beni geçti ve bu öncekinin rövanşıdır, buyurdu." Rasûlullah'ın Aişe validemizle ilk yarışını kadına değer verme ve gönül alma olarak yaptığına ve orada yenilmeyi tercih ettiğine, şişmanladığında da onu geçtiğine göre, onun şişmanlamasını hoş karşılamamış demektir.Bütün bu haberlerde dikkati çeken en önemli nokta, sporun -erkek için olsun kadın için olsun- bir gaye olarak değil, vasıta olarak yapılmasının istenmiş olmasıdır. Yani spor yapma diye bir meşguliyet yoktur. Ama maddî ve manevî düşmanlara karşı her an güçlü ve caydırıcı olmak gerekir: "Bir vacibin yerine getirilebilmesi için gerekli olan şey de vaciptir." Işte spor anlamı taşıyan oyunlar "düşmana karşı hazırlık sayıldığı için mübah olmuş, hattâ mescidlerde bile oynanması tecviz buyurulmuştur."

"Kuş yarışı, güvercin uçurma ve bunlara benzeyip, savaşa hazırlık ve cihad eğitimi özelliği olmayan şeylerle yarış, yani spor olmaz, mahzurludur."Görüldüğü gibi spor sadece bir araçtır, şartların dışında yapılması malâyâni ya da haramla meşgul olmak olacağından uygun görülmemiştir. Gaye olmadığı için de bu konuda kadınla erkeği birbirinden ayıran sadece avret ve mahremiyet sınırları olabilir.Fetâvâ-yı Hindiyye'de: "Kadının kocası için beslenip semirmesinde mahzur yoktur" denir. Buna göre zayıflamak için rejim ya da,spor yapmanın da sakıncası olmamalıdır. Demek ki kadının spor aracını kullanmasını gerektirecek gayelerden birisi budur.Bir hadîste, Allah'ın göbekli ve şişman insanları sevmediğinden söz edilir. Buna göre, her nasılsa göbek ve yağ bağlamış bir erkek ya da kadının bu sevimsiz halden kurtulmak için spor yapması belki sevap bile olabilir. Ancak diğer yönden de elbette şişmanlayacak biçimde aşırı ve yasaklanan ölçüde yemek yememesi gerekir. Bunlara dikkat eden, sabah namazlarına hattâ teheccüde kalkan; pazartesi ve perşembeleri oruç tutan bir kadın (ve de erkek) daha az eforla (gayretle) hem en güzel ibâdetleri yapmış olur; hem de şişmanlamaktan kurtulur,Yukarıdaki Âişe hadîsi ile ilgili olarak Sevkânî şöyle der:"Bu hadîste kadınlarla, onların mahremi olan erkekler arasında yarışma yapılabileceğine, bunun vakar, şeref, yaş, ilim ve fazîletle çatışmayacağına işâret vardır." Buradan da kadının kocası ile helâl tarzda eğlenebileceğini, bu amaçla spor yapabileceğini söyleyebiliriz.

Diğer yönden kadının mahremi olan ve olmayan erkeklere, hattâ kadınlara karşı gösteremeyeceği yerlerinin, elbise biçiminin, hattâ yapamayacağı hareketlerin olduğunu da bilmemiz gerekir. Onun dikkat çekme gayesi ile ayağını yere vurmasının dahî yasaklandığını hatırlamalıyız.Ayrıca vücudunu güçlendirmeye, eşinin gönlünü almaya yaramayan, böyle olsa dahî bir meslek gibi sürekli hale getirilip başka işlerin yapılmasına engel olan her türlü sportif faaliyetlerin de câiz olamayacağın söylemeliyiz.Ama bütün bunlar meselenin fıkıhla karışık bir açıklaması sayılabilir. Işin pratiğine baktığımızda, müslüman bir kadın için spordan hasıl olacak meşru gayeleri dahi yakalamayı düşünecek kadar ileri seviyelerde olan bir kadının, spor yapmasına zaten gerek kalmayacağı rahatlıkla söylenebilir. Öyle ya, şehirli ise ev temizliği, mutfak işi, çamaşır ve benzeri işler, köylü ise bunların yanında bağ-bahçe, tarla hayvan işleri aynı zamanda sporun gayesini de gerçekleştirmiş olurlar. Elbette kadın hukuken (fıkha göre) bunları yapmak zorunda değildir. Ama silicinin günlügü için kocasına 30-40 bin lira verdirip, televizyonun karşısına geçerek orada gösterilen hareketleri tekrarlamak, ya da tıka basa yiyerek yüzlerce bin liraya satın alınan kondisyon aletlerinde ter dökmek, İslam'ın, oh ne iyi yapıyorsun, diyeceği davranışlar olamaz. Sporu gaye olarak değil de, meşru gayelere vasıta olarak yapıyorsa, yapacağı rutin işlerle kadın hem sporunu yapmış, hem de iş başarmış olabilir. Özetlersek:

1- Spor Islâm'da bir gaye değil, ancak meşru hedefler için bir araç olarak kullanılabilir. Bu konuda kadın erkek ayırımı olmaz.

2- Spor gaye haline getirilip meslek yapılamaz, faydasız ve meşru olmayan sporlarla meşgul olunamaz.

3- Kadının zindelik ve dinçlik kazanmak, fazla kilolarını atmak, kocasıyla oynaşmak için avret ve mahremiyet sınırlarına riâyet ederek spor yapması caizdir, yerine göre hoş ve sevap bir davranıştır.

4- Vücût geliştirme ve kendilerine güven duyma gibi makul bir faydası olan karate, taekvando vb. sporları kadınların, erkeklerin muttali olamayacağı kapalı bir yerde, farz görevlerini aksatmayacak ve meslek edinmeyecek biçimde icra etmelerinde beis yoktur.

Ancak buna gerek olup olmadığı iyi düşünülmelidir. Bu gerek, silme süpürme .gibi faydalı bir işle elde edilebiliyorsa, onunla sağlanmalıdır.

5- Hz. Fâtıma'nın evde değirmen çevirmekten elinin yara olduğu düşünülmeli, günlük ibâdetlerini ve rutin işlerini -hukuken mecbur olmadığı halde- bir ibâdet olarak yapan, yemek için yaratılmadığını bilen düzenli bir kadının spor yapmaya nadiren ihtiyaç duyacağını bilmelidir.

KADIN ÜCRET MUKABİLİ YABANCI BİR ERKEĞİN YANINDA ÇALIŞABİLİR Mİ?

Bir kadının yabancı bır erkeğin evinde veya iş yerinde çalışması İslam'ın emrettiği şekilde olursa, yani birkaç kadın ile birlikte veya açık bir yerde çalışırsa beis yoktur. Ama, kapalı bir yerde yalnız yabancı bir kimse ile birlikte kalacak olursa halvet olduğundan haramdır (el-Fıkıh 'ala'l-Mezahib el-Arbaa).

KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ. BU KONUYU İSLAMİ BAKIŞ AÇISINDAN NASIL DEĞERLENDİREBİLİRSİNİZ?

İslam dini, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi erkek ile kadını eşit tutuyor ve fıtratan zayıf olduğundan, erkekten ziyade ona eğiliyor. Peygamber (as) Haccetelveda hutbesinde: İki zayıf olan yetim ve kadın için Allah'dan korkunuz, diyor. Ancak bir takım hikmetlere istinaden bir kaç husus istisna ediliyor.

1. Şahitliktir: Bu babta iki kadın, bir erkek mukabılinde kabul ediliyor. Hikmet, genellikle kadınlar ev işi ile ve çocuk bakımıyla daha fazla uğraştıklarından başka şeylerle pek alakadar olmuyor ve bu sebeple meseleleri unutulabiliyor.

2. Mirastır. Bu hususta da baba ve kardeş gibi mirasçılardan kalan mirasta erkeğe iki, kadına da bir hisse veriliyor. Hikmeti de normal olarak her kadın evleniyor. Hayatta muhtaç olduğu her şeyi kendisine değil kocasına yükleniyor. Böylece kendisi için geçim sıkıntısı söz konusu olmuyor. Demek, bir cihetten kendisi için kısıntı yapılmış ise de başka bir cihetten telafi edilmiştir.

3. Devlet Başkanlığı. Devlet başkanlığında kadının daha cok duygusal olması fıtraten erkek den daha zayıf olması bazı küçük olaylar karşısında bile heyecan ve telaşının erkeğe nisbetle daha fazla bulunması devlet başkanlığının erkekte olmasının daha hayırlı olacağını bildirir.

KADIN VE HAMAM

Islâm'da temizlik esas olmakla beraber, avretine ve mahremiyetine dikkat etmek de önemlidir. Eğer bir helâl, bir haram işlenmeden yapılamıyorsa, o helâl da terkedilir.

Kadınların da erkekler gibi vücutlarını hem maddi hem de manevî pisliklerden temizlemeleri şarttır. Ancak kadınlar da, yine erkekler gibi, avret yerlerini yasaklananlara göstermemek zorundadırlar.

Umumi hamamlar, yıkanma ve temizlenme yerleridir. Havasi ve suyu sıcak ve şartları, evlerdekine göre genellikle daha elverişli olduğu için, oralarda daha rahat ve daha hoşa gider biçimde yıkanılır. Ayrıca tellaklar da bulunduğundan, insan hamamlarda vücudunun rahat uzanamayacağı yerlerini keselettirebilir. Bazı rahatsızlıklara sıcak duş ve terleme iyi gelebileceği için hamamlar bu bakımdan da tercih edilebilir. Bunlar hamamın iyi yönleridir ve herkes için helâldir ve tabiî olandır. Ancak helâl olan bu nimetlerden harama bulaşmadan yararlanıyorsa, bunlar terkedilir ve evindeki imkânlar ölçüsünde yıkanılır. Su ısıtacak banyosu ve şofbeni olmayanlar, güğümle su ısıtır, öylece yıkanırlar. Zaman zaman keselenme ihtiyacı duyulduğunda da, karıkoca bir birbirlerini keselerler. Çünkü hayâ ve utanma duygusu, etkisini günümüzde geçmişten çok daha fazla yitirmiştir. Bu duygu silindikten sonra insanın herşeyi yapabileceğini Peygamber Efendimiz haber vermiştir.(Buhârî, enbiyâ 54, edep 78; Ebû Dâvûd, edep 6; Ibn Mâce, Zühd 17) Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah kadını erkeğe eş olarak yarattı ki, onda huzur bulsun" denilir. (Rûm (30) 21) Demek ki, evlenmenin bir gayesi budur. Peygamberimiz bir hadîslerinde, "Evlenin çoğalın, çünkü ben kıyâmet günü ümmetimin çokluğu ile övünürüm" buyurmuştur. (Nesâî nikâh 11; Ibn Mâce, nikâh 8; Müsned Ill/158) Demek ki evlenmenin bir gayesi de çocuk dünyaya getirmektir. Bir diğer hadîslerinde gençlere evlenmeyi öğütler. "Çünkü o, gözü harama bakmaktan ve insanı zinadan korur", buyurur. (Buhâri, savm 10; Mûslim, nikâh 1, 3; Ebû Dâvûd, nikâh 1) Demek ki, bir gaye de budur. Öyleyse evlilik bu gayeleri gerçekleştirdiğinde ibâdet olmuş olur.

Evlenmenin tek amacı çocuk yetiştirmek olmadığı için, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bazı hadîsleriyle "azıl" yapılmasına izin vermiştir. (Örnek olarak bk. Ebû Dâvûd, nikâh 48; Nesâî, nikâh 55) "Azıl", cinsel ilişkide erkeğin menisini dışarı boşaltması demektir. Ancak Peygamberimiz "azli" teşvik etmemiş, ona izin vermiştir. Hattâ bazı hadîslerinde "azıl" yapmanın kötülüğüne de işaret etmiştir. Ama Hanefi bilginleri, kadının izni olması halinde "azlin" câiz olduğu görüşündedirler. (Ibn Abidîn VI/374)

"Azil" korunma yollarından sadece bir tanesidir. Bugün ilkel ve modern usullerle uygulanan daha bir sürü korunma metodu vardır. Bu korunma yollarının bazıları, çocuğu olma özelliğini sürekli ortadan kaldırır ve artık bu uygulamaya konu olan kadın, ya da erkeğin çocuk yapma kabiliyeti kalmaz. Kadının yumurtalıklarının alınması, erkeğin hadımlaştırılması ve (x) ışınları ile kısırlaştırma, bu tür yöntemdir. Bu insan fıtratına aykırı bir uygulamadır. Peygamberimiz aynı sonucu veren uygulamaları yasakladığından; Islâm âlimleri bunun câiz olmadığına sözbirliği halindedirler. Ancak her konuda olduğu gibi, bu konuda da zorunlu haller haramları ortadan kaldırır.

Ameliyatla tohum yollarının bağlanması da, hüküm olarak kısırlaştırma gibi olmalıdır. Çünkü buda fıtrata müdahale etmek demektir ve bu yöntemde de kısır kalma tehlikesi yüksektir.Kadınların kendi kendilerine kullandıkları ilkel yöntemlerin hemen hepsi zararlı olduğunu, çoğu zaman da bu yöntemlerin gebeliği önlemediğini, hattâ sakat ve özürlü doğumlara sebep olduğunu tıp uzmanları söylemektedir. Bu yolla bulaşan mikroplar ve yapılan tahrişlerle doğan rahim hastalıkları da işin cabasıdır. Islâm, adil tıbbın zararlı dediği uygulamaları, o konuda bir hüküm olmadıkça haram sayar.

Takvim usülünü uygulayıp, kadının gebe kalma ihtimali az olan günlerde ilişki yapmak suretiyle korunmanın haram olduğunu söyleyen birisi, ya da gösteren bir belirti yoktur. Ancak bu da ihtiyaca dayalı ilişki esasına aykırı bir yöntemdir.Erkeğin kılıf kullanması, "azil" den daha hafif olduğu için, "azil"e câiz diyenlerin ona da câiz diyeceği açıktır. Çünkü "azil" de kadının isteğinin tamamlanmama ihtimalı daha çoktur. Halbuki, Islâm, ilişkide kadının da tatmin edilmesine çok önem verir. Erkeğin kılıf kullanması halinde bundan kadın zaman kazanacaktır.

2 Mart 2011 Çarşamba

KADIN NAMAZ KILARKEN ÇORAP GİYMESE NAMAZI OLUR MU?

Âyet ve hadîsleri Hanefi'lerin anlayışına göre kadının ellerinin ve yüzünün avret olmadığını, elleri ve yüzü açık namaz kılabileceğini, fitne sözkonusu değilse böylece gezebileceğini başka münasebetlerle söylemiştik.

Ayaklarına gelince: Hanefi mezhebinde kadının ayaklarının (bacaklarının değil) avretliği konusunda ihtilaf vardır. Kur'an ifadesi ile kadınlar "Kendiliğinden açılan zinet yerlerinden" ötürü mes'ul değildirler. (K. (24) 31) Ama ayak zînet yeri midir? Zinet yeri ise "Kendiliğinden açılan" kısma dahil midir? Bazılarına göre; istisna zinet yerlerindendir, ayak ise zînet yerlerinden değildir. Çünkü halhâl takılan yer ayak değil bacaktır, bacağın avret olduğunda ise ihtilaf yoktur. Ayakta, yani kasık kemiklerinden aşağısında zînet bulunmadığına göre ayaklar istisna edilmemiş, yani avret olarak kalmış olur. Binaenaleyh, namazda da açık kalmaları câiz olmaz.(Ibrâhim Halebî, Halebî Kebîr 211)


Ebû Davud ve daha başka kaynaklardaki bir hadis-i şerif de bu görüşü destekler "Ümmü Seleme Vâlidemiz Rasûlüllah'a sordu: Kadın, izârı (etek ya da altlığı) yokken bir entari ve bir başörtüsü ile namaz kılabilir mi? Buyurdular ki, entari ayaklarının üstünü örtecek kadar kuşatıcı ise kılabilir" (Zeylaî, Nasburrâye I/299 (Ebu Dâvud, salât 83; Beyhakî N/232; Hâkim, Müstedrek I/250. Aynı yerde Buhârî nin şartına uygundur, der, Zehebî de onu destekler, ancak Ibnü'1-Cevzi ve daha başkaları hadîsin sıhhati hakkındaki şâibeleri zikrederler (Zeylâi agk); Ayrıca bk.. el-Menbecî, el-Lübâb I/241)Ancak Ebu Hanîfe'ye ve Imam Kerhi'ye göre kadının ayağı avret değildir.(Ekmeleddin el-Bâberti, el-Inâye I/259) Binaenaleyh, namazda asık kemiklerinden aşağısının açık kalması namaza mani değildir. Hidâye sahibi Mergînânî en doğru (esah) olan görüşün bu olduğunu söyler.(agk.. (Metin)"Ihtiyar" sahibi Mavsilî ise bu konuda iki rivayet olduğunu söyledikten sonra, sahih olan kadının ayağının namazda avret olmaması, dışarıda, yani yabancı erkeklere göre ise avret olmasıdır, der.Mavsilî, el-Ihtiyâr (Ist.) Ancak bu ayırıma bir delil zikretmez.Özetlersek; namaz kılarken kadının ayaklarının açık kalması namazına mani değildir. Sahih görüş budur. Çünkü ayak (aşık kemiklerinden aşağısı) ya "göstermesinler" emrinden istisna edilen "zâhir zînet" yani kendiliğinden açılan zinet yerleri cümlesindendir, ya da kadının ayağını açmasında zaruret vardır. (Ibrâhim el-Halebi agk.) Ancak kadınların hem namazda, hem namâz dışında ayaklarını kapatmaları, güzel ve cumhura uygun bir davranış olur.

KADIN PEYGAMBER

Kadından peygamber olması caiz midir? Ya da kadın Peygamberler gelmiş midir?

Bu konu hakkında, bazı ayet ve hadislerin işaretlerinden anlaşılan manalara göre, az farkla da olsa, değişik anlayışlar ortaya çıkmıştır.

I- Bir ayet-i kerimede: "Senden önce rasûl (Peygamber) olarak gönderdiklerimiz, ancak şehirlilerden kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerdi"( K. Yûsuf(12) 190; Benzer ayetler için bk. Nahl(16) 43; Enbiyâ (21) 7) buyrulur. Yani kadından, cinden ve melekten rasûl (peygamber) yoktur... Âlimler "Rasûl" olabilmenin şartlarından olarak, erkek, âdemî ve şehirli olmayı da saymışlardır.( Kurtubî IX/274)Hemen farkedileceği gibi burada sözü edilen peygamberlik "Rasûl" olma vasfında bir peygamberliktir.

2- Hz. Meryem'le ilgili bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulur. "Hani melekler de: Ey Meryem, Allah seni seçkin kıldı, seni arındırdı ve alemlerin kadınları üzerine seçti; demişlerdi" Yani melek ona, Allah'tan vahiy getirmişti.


Değişik izahlara göre onun arındırılması küfürden, diğer kirlerden, hayızdan, nifastan vb. şeylerdendir.Bununla ilgili olarak Buhari ve Müslim'deki bir hadiste: "Erkeklerden kemâle erenler çoktur. Kadınlardan ise Meryem bnt. Imrân ile Firavun'un karısı Âsiye'den başka kemâle eren yoktur..." denir. Buna göre ayetteki "seçme" ve hadisteki "kemâle erme" nübüvvet (peygamberlik) ise hem Meryem'in, hem de Âsiye'nin nebî olmaları gerekir. Mâmâfih bu fikirde olanlar vardır. Ama sahîh olan sadece Meryem'in nebî olduğudur. Çünkü Allah ona, diğer nebilere olduğu gibi melek vasıtası ile vahiyde bulunmuştur, Âsiye'nin nebi olduğuna dâir ise açık bir delil yoktur.

3- Gerçi bir âyet-i kerimede Hz. Musa'nın annesine de vahyedildiği söylenir: "Hani annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik ki, onu sandığın içine koy ve onu suya bırak:.."Ama buradaki vahyin "ilham etme" tarzında bir vahiy olduğu söylenmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de arı'ya ve yeryüzü'ne de vahyedildiği söylenir.

4- Mâide 75. ayetinde Meryem'e "sıddîka" dendiği için onun nebi değil sıddık olduğunu söyleyenler olmuşsa da onlara, bir insanın sıddîk olmakla beraber nebî de olabilmesi mümkündür, diye cevap verilmiş ve Hz. Ibrahim ve Idris peygamberler için Kur'an'da hem "nebî" hem de "sıddîk" tabirleri kullanıldığı söylenmiştir.

5- "Kadınlardan dört tane nebiyye (nebî, peygamber) vardır; Havvâ, Âsiye, Musa'nın annesi ve Meryem" anlamındaki sözün sabit bir hadis olmadığı söylenmiştir. Bu zaten yukarıda zikrettiğimiz "kemâl" hadîsine de zıttır.

6- Diğer yönden Imam Eş'âri kadın peygamberleri (nebiyye) altıya çıkarırken -Havvâ, Sâre, Musa'nın anası, Hâcer, Âsiye, Meryem- Kirmânî de kadınlardan peygamber gelmediğinde icma vardır, demektedir. Kirmâni'nin görüşü Mâtüridi'lerin görüşüdür. Bu mesele bu iki itikadı ehli sünnet mezhebi arasındaki farklardan birini teşkil eder.

Sonuç olarak:

Ibn Hazm bütün bu tartışmalara açıklık getirerek der ki:

"Erkeklere verilip kadınlara verilmeyen, risâlettir (şeriatı, kitabı ve tebliğ görevi bulunan peygamberlik), nübüvvet (sadece vahiy alan, teblig görevi olmayan peygamberlik), değildir. Allah, birisine henüz olmamış bir şeyi ve bir takım emirleri, gerçek ve Allah'tan olduğu kesin bir şekilde bildirmişse buna "nübüvvet"den başka bir ad verilmez... Allah Musa'nın annesine çocuğunu suya bırakmasını bildiriyor. Biz basit bir akıllâ anıyoruz ki, o bu vahyin doğruluğunu ve Allah'tan olduğunu kesinkes bilmeseydi, çocuğunu suya bırakması delilik ve ahmaklık olurdu..."Buna göre, o, Hz. Musa'nın, ayrıca Hz. Ishak'ın annelerini de "nebiyye" kadınlardan saymış oluyor.

Kısaca "risâlet" görevi üstlenen kadın peygamber yoktur. Zîrâ kadınlık halleri, her an tebliğle görevli olacak peygamberliğe manidir. Ancak kendisine Allah'ın vahyettiği, bir nebe "nebe"yani bir haber verdiği "nebiyye" peygamber kadınlar vardır ve meselâ Kurtubi ye göre Hz. Meryem'in böyle olduğu sahih ve tartışmasızdır.Fakat mutlak anlamda kadın peygamber bulunmadığı konusunda ümmetin "icmâ" (ittifâk) ettiği nakledilmiştir

KADIN LA ERKEĞIN EŞİT OLMADIKLARI KONULAR

Özet olarak söyleyeceklerimize şu soruyla başlayalım: Eşitlik mi yoksa adalet mi tercih edilir? Kadın erkeğe eşit değildir, denilince niçin bundan, erkeğin değil de kadının aşağılandığı anlamı çıkarılıyor? Iki şeyin birbirine eşit olmadığını söylemek, birinin diğerinden üstün olduğu anlamına mı gelir? Böyle olmadığı halde bundan kadının aşağılandığı anlamını çıkaranlar aslında bu tavırlarıyla eşitsizliği kabullenmişler demektir.

Vida somuna eşit değildir. Ama hangisi daha üstündür? Bir hüküm verilebilir mi? Ya da ikisinin görevi de aynı mıdır? Inek boyunduruğa koşulursa haksızlık edilmiş olunmaz mı? Burada eşit davranmak mı daha akıllıcadır, yoksa adaletli davranmak mı? Kadının, hayatın zorluklarına tahammül edecek, ağır işleri görecek, makineleri ve yükleri indirip bindirecek gücü var mıdır? Bu işler kadına yaptırılırsa, fıtrata, yani tabiî ve doğal olana karşı çıkılmış olunmaz mı? Batılı bir düşünür: "Tüketim uygarlığı kadınları ikiye bölüyor, gittikçe de daha fazla bölecek: Tüketen kadın. üreten kadın. Birincisi kadınlıktan, gün geçtikçe dişiliğe, ikincisi kadınlıktan gün geçtikçe erkekliğe doğru kayıyor." diyor. (Attılâ Ilhan, Yanlış Erkekler, Yanlış Kadınlar 63) Bu acaba iyi bir gidiş midir? dersiniz. Tüketen kadın, israf eden kadın demek değildir. Üreten kadın ise her konuda erkekler gibi çalışan kadındır.


Zerafette, duygusallıkta, nezakette, şefkat ve merhamette erkek kadına yetişemez. Aklî muhakemede, soğukkanlılıkta, fikri tahlil, yani çözümlemede de kadın erkeğe yetişemez. Tarihte; Aristo, Sokrat, Beydaba, Sekspir, Mevlânâ gibi kaç tane kadın düşünür vardır? Hangi önemli buluşu kadınlar gerçekleştirmiştir? Uzaya kaç tane kadın gitmiştir? (götürülmüş değil. Çünkü fare de götürüldü). Dünyadaki iki yüze yakın devletten kaç tanesinin başı kadındır? Demek ki bu konular da, erkeğin görev sahasıdir.

Bazı kadınların erkeklere ait bazı işleri başarıp birçok erkeği geride bırakması, tamamen istisnaî durumlardır. Ayrıca öne geçmekle öne geçirilmeyi birbirine karıştırmamak gerekir. Erkeklerin bir kadına ileri bir görev verip te, bakın işte, kadınlar da bu makamlara yükselebiliyor demeleri, kandırmacadır. Bu kadının değil, yine erkeğin başarısıdır.Soruları çogaltabiliriz: Onbeş yaşından doksan yaşına kadar teorik olarak hergün bir kaç tane çocuğa sebep olma gücüne sahip olan erkeğin yanında bir kadın, yine teorik olarak ömrü boyunca en fazla kaç çocuk doğurabilir? Niçin dünyaca meşhur boksörler, güresçiler, halterciler, futbolcular, kısaca sporcular hep erkektirler? Dünya devletleri kadın haklarını gasbettikleri ve kadın-erkek eşitliğini tanımadıklan için mi? Eğer bundansa, niçin bu gücü erkekler elinde bulunduruyor da kadınlar değil?

Tarih boyunca kadınların idareyi ele aldıkları imparatorluklar niçin hep yıkılıp gitmişlerdir? Örnek mi? Roma, Endülüs. Emevîler, Abbasîler, hattâ Osmanlılar... Bu durum aynı zamanda Peygamberimizin (s.a.s.) bir mûcizesini de gösterir. "Idaresini kadınlara teslim eden hiçbir millet iflah olmaz." (Buhâri, megâzî 82; fıten 18; Tirmizî, fiten 75; Nesâî, âdâbül-kudât) Ama bunlar, erkeğin kadından mutlak üstünlüğünü elbette göstermez.

Ikiyüz yıla yakın süredir kadının erkeğe eşit olduğunu savunan zavallılar (zavallı diyorum, çünkü iddialarını ispatlama gücüne bir türlü kavuşamıyorlar) niçin hâlâ bunu ispatlayamadılar? Ispatladılar da kasıtlı olanlar görmezlikten geliyor, denilirse niçin tuvaletlerini "Baylara" "Bayanlara" diye ayırıyorlar? Kanunlarında zorlayıcı bir hüküm bulunmadığı halde, niçin erkekleri ile kadınları genellikle ayrı elbiseler giyiyorlar? Kanunlarıyla, kadınların çalıştığı genelevler kuruyorlar da, niçin erkeklerin çalıştığı genelevler kurmuyorlar, kuramıyorlar? Niçin dünya kupalarına kadın, ya da karma sporcularla çıkmıyorlar? Fabrikalar niçin kadın isçi çalıştırmak istemiyor?

Ama niçin hastabakıcılar, hemşireler, çocuk yuvaları gibi şefkât ve merhamet isteyen kurumlarda çalışanların çoğu kadındır?

Demek ki kadın ile erkek görev ve misyon açısından da birbirinden farklıdırlar. Tıpkı fiziksel ve psikolojik bünye açısından farklı oldukları gibi.

Demek ki, kadınla erkek arasında mutlak bir eşitlikten sözetmek imkânsızdır. Bunu savunmak, ya psikolojik hastalıktan, ya da başka sinsi duygulardan kaynaklanır. Onların neler olduğuna "Feminizm ve Kadın" başlığı altında kısaca değinecegiz.

Peşin fikir ve kabullenişlerden uzak olarak düşünebilen herkes; mutlak anlamda kadın erkek eşitliğini savunanların, bu tür bir eşitliği bir türlü gerçekleştiremedikleri gibi, kaş yaparken göz çıkardıklarını ve bu uğurda insânî eşitliği de ortadan kaldırdıklarını kabullenmek zorunda kalacaktır. Çünkü girift bir makinede, kendi yerinde çok büyük görevler yapan bir dişliyi, aynı makinedeki bir başka dişliye benzemiyor diye yerinden alıp, onun gibi yapmaya çalışmak, hem her iki dişlinin görevini aksatmak, hem de makineyi bozmak demektir. Çünkü bu her iki dişlinin de, kendi yerinde çok önemli görevleri vardır. Hiçbiri değersiz olamaz. Ve bu onların birinin diğerinden mutlak üstünlüğünü de göstermez.

Bunlar eşit yapacağız diye sokaklara döktükleri kadını erkek yapamamışlar ama, kadınlığından da çıkarmışlar ve maskaraya çevirmişlerdir. Kadın, bu gayretlerle tavus kusuna özenen karga durumuna düşmüştür.

Bu durumdan kadınlar da razı, onlar da kendilerine bu tür hakların verilmesini istiyorlar, denirse; insan, haklarına kavuşmakla mı, yoksa haklarını elden çıkarmakla mı daha huzurlu olur? diye sorarız. Cevabın ne olacağı elbette bellidir; öyleyse bu tür hakların en ileri düzeyde verildiği Iskandınav ülkelerindeki ahlâkî çöküntü niçin? Niçin dünya üzerinde kadınlar arasındaki en ileri düzeyde intihar olayları oralarda görülüyor? Kırkını geçmiş kadınların %12'si intihar ediyor? Kırk yaşına gelince bunlara hayatı çekilmez kılan nedir? Elde ettikleri hakları mı? Buna kargalar bile güler. Niçin batı, ekonomik sahada bunca ilerlemişken, her aradıkları maddî gereci otomatik olarak elleri altında bulurlarken, Doğu Islâm Dünyası, Islâm'dan da teknolojiden de uzak olmasına rağmen; her yıl yüzlerce batılı kadın bu ülkelerin insanlarıyla evleniyor? Sözkonusu edilen haklarına kavuşmak için mi? Demek ki, samanda protein ya da A vitamini yok diye ata et vermek, ya da ite saman vermek eşitlik olabilir ama, adalet ve akıllılık asla!

Bu çelişkileri ciltler dolusu olacak kadar çogaltmak mümkündür. Ama burada anlatmak istediklerimiz bunlar olmadığından, bu konuyu son olarak çarpıcı bir örnekle bitirecegiz. Bu örnek bize, tabiîliğe karşı çıkmanın insanı hangi noktaya götüreceğini, mutlak eşitliği savunanların ne gülünç durumlara düştüklerini göstermeye yetecektir. Bu örnek; Amerika'da kadın haklarını savunan derneklerden SCUM (Society For Cutting Up Men)'in, eşitliği bozduğu için erkeklerin "şey" lerinin kesilmesini öneren tutumudur. (Attılâ Ilhan age 196 ) Bu tür bir eşitlik savunulunca, bunu daha ileriye götürmek kaçınılmazdır, hattâ gereklidir. Erkeğin "şey"i kesilince onlar da kadınların meselâ memelerinin kesilmesini isteyecekler ve insanlık tek cinse doğru yol alacaktır. Ama şimdilik buna AIDS müsaade etmiyecek gibi görülüyor. Demek ki, fıtrat onu bozmaya kalkışanlara dersini veriyor.

Demek ki, kadınların hukukunu korumak, onlara her istediklerini yapma hürriyeti vermek demek değildir. Bu, elbette erkekler için de aynıdır. Hürriyetler eğer başka hakları engelliyorsa, ikisi arasında bir tercih yapmak gerekir. Bir hukukçumuzun dediği gibi: "Mao Çin'de fuhşu önlemeye kalkışmıs, iktisadî yapının bozukluğundan dolayı biçarelikten fuhşa sürüklenen kızcağızlara iş vermiş, "alışmış kudurmuştan beterdir" diye direnen bataklık ve kaldırım güllerini ise, seralarda toplayarak islah etmeye çalışmıştır. Işte aydınlarımıza bir "pratik çalışma" sorusu: Bu tutum kadını hor görmenin mi, yoksa insanlık değeri bakımından erkeğe eş saymanın mı belirtisi idi? Ikinci soru: Bu tutum anti demokratik ve ilkel bir tutum mudur, yoksa "çagdaşlık" adına onaylanması gereken bir davranış mıdır? Üçüncü soru: Iyi bir davranıştır derseniz, niçin aynı şeyi bir müslüman söylerse gericilik oluyor da Mao söylerse hikmet oluyor?" (Hûşeyin Hatemî "Davacının Yargısı" zaman 16.1.1988 s. 2.)

KADIN, KOCANIN KESİN İZİN VERECEĞİ KOMŞUSUNA KOCASINDAN İZİN ALMADAN GİDEBİLİR Mİ?

Konunun iki yönü vardır.

a) Kocanın hukuku ve izni ile ilgili yönü. Buna göre kadın, kocanın izin edeceğini bildiği komşusuna ondan izin almadan da gidebilir. Hattâ izin edip etmeyeceğini bilmediği komşusuna da gidebilir. Mübah olan bir şey yasak sözkonusu oluncaya kadar mübah olmaya devam eder. Komşularına, akrabasına gitmek, kadın için de erkek için de mübahtır; bu yüzden bunun için izin almaya bile gerek yoktur.

b) Allah'ın hukuku ile ilgili yönü: Buna göre de bir kadın, kocanın izni olsa dahî, Allah'ın hukukunun gözetilmediği ve gittiği takdirde de gözetilmesine bir katkısının olmayacağı komşuya gidemez.Bu konuda zâten kadınla erkek arasında bir fark da yoktur. Kısaca: Komşu ya gayrı müslimdir, ama saygısız değildir. Faydalı olacağı düşünüldüğü sürece ona gidilir. Ya müslümandır ve Islâmi ölçülere riâyetkârdır. Ona gitmek zâten bir görevdir. Ya müslümandır, cahildir. Islâmî ölçülere riâyet etmez ama, anlatıldığında dinler. Ona anlatılabilecekse gidilmelidir. Ya müslümandır; Islâmî ölçülere riâyetsizdir ve mukaddesatla istihza eder, dinlemez. Ona gitmekte bir fayda yoktur, yerine göre zarar olabilir. Bütün bunlar biraz da gidenin durumu ile ilgilidir. Kültürüne, ağırlığına ve etkinligine güvenen, Islâmı ve onun şiarı olan örtüyü onurluca savunabilecek bir bayan, erkeklerle beraber oturulmayan,her komşusuna aslında gidebilir. Bu biraz da onun Islâmi temsil gücüne bağlıdır.

KADIN İÇİN CUMA GUSLÜ

Cuma günü gusletmek kadın için de gerekli midir? Bilindiği gibi Cuma günü boy abdesti (gusül) almak kuvvetli bir sünnettir. Yani gerekli oluşu erkekler için de"farz" anlamında değildir.

Bu konu ile ilgili hadîs-i şerîflere baktığımızda: "Cuma günü kim yıkanırsa, misvaklanırsa, güzel elbiseler giyer, güzel kokular sürünürse, erkenden camide yerini alır, geç gelip öne geçmek için başkalarının boynuna basmazsa... Ona şöyle, şöyle ecirler vardır" v.s. gibi ifadeler kullanılmış olduğunu görürüz.( el-Hindi,Kenzü'1-ummâl VN/750) Ayrıca bir çok hadis-i şerifte: "Cumaya gelecek olanınız gusletsin" ya da aynı anlamda ibareler vardır.( el-Hindi, age 21232) Bütün bunlar gusletmenin erkeğe erkek olduğu için değil, camiye gideceginden, orada kimseyi ağır kokularla rahatsız etmemesi için, camide temizlik ve ferahlatıcılığın hakim olması için sünnet kılınmış olduğu anlaşılır. Buna göre, bizde her ne kadar yaygın bir âdet değilse de kadınların da Cumaya gitmeleri halinde, onların da guslederek gitmelerinin aynı sebepten ötürü sünnet olması gerekir. Ne var ki kadınlar evlerinin dışında koku kullanmazlar. Bir hadîs-i serîfte zaten buna açıkça işaret edilir: "Kadınlardan ve erkeklerden Cumaya kim gelirse yıkanarak gelsin. Cumaya gelmeyen kadın olsun erkek olsun yıkanması gerekmez"( Beyhakî NI/188; Ibn Hibbân, Sahîh (Tertib) N/264) Bir diğer hadiste ise: "Cuma günü her ihtilam yaşına gelmiş erkeğe ve her baliğ olmuş kadına gusül gerekir'(Ibn Hibbân, age N/265) denmektedir ki, bunu da aynı şekilde anlamak gerekir. Yani gusül Cumaya gitmenin sünnetidir. Kim giderse ona sünnet olur.

KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ

Eşit Oldukları Konular

Başlangıçta Islâm ve Kadın başlığını işlerken, aslında kadının erkeğe eşit olduğu noktaları da; göstermiş sayılırız. Burada da öncelikle şunu söyleyelim ki, Islâm'da erkeğin kadından mutlak anlamda üstün olduğunu bildiren hiçbir nas yoktur. "Erkek kadın gibi değildir" (K.K. ÂI-i imrân (3) 36 ), demek, erkek üstündür demek değildir. "Erkekler, kadınların kayyûmudurlar. Bu, Allah'ın onların bazısını, bazısına üstün kıldığından ve erkeklerin mallarını harcadıklarındandır." (K.K. Nisâ (4) 34) âyeti de erkeğin mutlak üstünlüğünü göstermez. Önce burada "erkekleri kadınlara üstün kıldığı için..." denmemiştir. Demek ki üstünlük nisbîdir. Idare kabiliyeti erkeklere verilmiştir. Bir başka konuda da kadınlar üstün olabilir. Kadının şefkat dolu bağrı olmasa erkek evlâtları bir robot gibi yetiştirir. Demek ki bu konuda da kadın üstündür. Hem Allah, kadın erkek ayırmadan, "en üstün olanınız, Allah'tan en çok sakınanızdır." (K.K. Hucurât (49) 13 ) buyurur.Demek ki kadın, insan olarak erkeğe eşittir. Ikisinin yaratılışı da bir "nefis"tendir. (K.K. Nisâ (4) 1) Kökenleri birdir. Biri kaliteli, öbürü adı bir maddeden yaratılmış değildir.



Kadın da kötülük yaparsa günah, hayır yaparsa sevap alır. Dua ederse Allah ona da "icabet" eder. Demek ki, kadın, Cennete ya da Cehenneme gitmekte de erkekten farklı değildir.Dünyada iken iş başarırsa kazanç, suç işlerse ceza bulur. Ticarethanesi varsa kadın olduğu için kazanç oranı düşük olmadığı gibi, meşru bir iş görüyorsa kadın olduğu için ücreti de düşük olmaz. Tersine bazı suçlarda kadın erkeğe göre daha az ceza görür.

Insanlar arasındaki saygınlık ve hürmette, erkeklerden geri değil, tersine bazı hallerde ileridir. "Insanlar içerisinde iyilik ve hürmet yapmama en lâyık olan kimdir?" diye soran sahabîye Efendimiz; "annendir" cevabını vermiş ve arkasından, "sonra kimdir?" diye iki defa daha tekrarlanan bu soruya, "annendir" dedikten sonra, dördüncüde "babandır" buyurmuştur. (Buhârî, edep 2; Müslim, bir 1) "Namazda iken, babanın çağırması halinde namaz bozulmaz, ama annenin çağırması halinde namaz bozulur ve ona cevap verilir." Sözünün aslı nedir, şu anda bilmiyorum ama, dînî bir düşünceden kaynaklandığı açıktır. "Ana gibi yâr olmaz" atasözümüz herhalde kadını küçültüyor değildir.

Demek ki, yaratılışta, Allah'a kul olmakta, ibadette, duada, suç ve cezada, yani kullukta, hürmet ve saygınlıkta, kısaca insan oluşta kadınla erkek arasında fark yoktur.

KADIN EVLÎYÂ

"Evliyâ" Allah'ın dostları demektir ve "veli"nin çoğuludur. Türkçede galat-i meşhur olarak bir veli'ye de evliya denir. "Allah'ın evliyâsi (dostları) iman edenler ve O'ndan korkup sakınanlar (mütteki olanlar) dır:' Allah, evliyasını böyle tarif ediyor. Yani Allah'a inanan ve ona karşı takvâlı olanlar evliyâdırlar. Takvâlı olanlar (müttakiler) de: Gayba inanan, namazı dostdoğru kılan, kendilerine verilen azıktan infak eden, Rasûlullah'a (s.a.s.) ve ondan önceki peygamberlere inanan ve ahireti kesinkes bilenler, Allah'tan gelen doğruyu tasdik edenlerdir. Işte Kur'an evliyayı ve evliya olmak için gereken takvayı böyle tarif eder. Elbette veliliğin ve takvanın da kendi içinde pek çok dereceleri vardır. Mesela bir hadis-i şerifte' "Siz, mahzurlu olana düşerim endişesiyle mahzurlu olmayanı da terketmedikçe takvaya eremezsiniz" buyurulur.


Imdi bu zikredilen vasıf lar kimde varsa o evliya (veli) dir. Kadın ya da erkek olması birşey değiştirmez. Allah da evliyasını tanıtırken kadın erkek diye ayırmamış, en takvalı olanın kendine göre en değerli olduğunu bildirmiştir.Çok sağlam olmasa da bir hadîs-i şerifte: "Ebdâl (Allah dostu evliyalar), kırk erkek ve kırk kadındırlar. Onlardan her erkek öldügünde Allah onun yerine başka bir erkeği, her kadın öldügünde de onun yerine başka bir kadın koyar."buyurmuştur. Görüldüğü gibi bu haberde, evliyâlık konusunda kadınların erkeklerden geri kâlan hiçbir yanları yoktur. Kur'an-ı Kerim'de Meryem'e ve Hz. Musa'nın annesine vahyedildiği söylenir. Buradan hareketle, başta Eş'ariler olmak üzere; daha Ibn Hazm gibi pek çok alime göre kadınlardan da nebiy peygamber vardır ve bunların sayıları en az altıdır.Peygamber olmadıklarını kabul edenlere göre de bu kadınlar Allah'ın (c.c.) seçkin kıldığı ve melek göndererek kendilerine ilham şeklinde vahiy gönderdiği evliyâ kadınlardır. Durum bu iken kadından evliyâ olmayacağını söylemenin hiçbir anlamı yoktur. Hattâ kadınların, duygu dünyalarının enginliğinden ötürü çok daha çabuk nefs tezkiyesi yapabildikleri ve bir tasavvuf terimi olarak evliyalıkta erkeklerden daha çabuk yol alabilecekleri meşhurdur.Kadın evliyâ'nın büyüklerinden Râbi'a el-Adeviyye'nin şöhretini, vecîze ve kerâmetlerini duymayan yoktur.

KADIN DÖVME HAKKI(!) KONUSUNDA BİR ARAŞTIRMA

Islam, erkeğe karısını dövme hakkı(!) verir mi?

Önce bu konu ile ilgli görüşleri âyet ve hadisleri meallendirecek sonra da bunlarlâ ilgili mülâhazalarımızı arzetmeye çalışacağız.

1- Nisâ Suresinde, meâlen şöyle buyurulur: "Erkekler kadınlar üzerine kavvâm (muhâfiz, veliyyülemir, yönetici, gözetici, kayyûm) dırlar. Çünkü bir kere Allah onların bazısını bazısından üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından infak etmektedirler. Onun için, iyi kadınlar itaatkârdırlar. Allah'ın kendilerini saklaması yönüyle kendileri de gaybi muhâfaza ederler. Serkeşliklerinden (nüsûz) endişe ettiğiniz kadınlara gelince: Evvelâ kendilerine nâsihat edin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın, (kâr etmezse) dövün. Dinlerlerse incitmeye bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür. Eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem onûn tarafından, bir hakem de bunun tarafından gönderin..." Âyetin geliş sebebi (sebeb-i nüzûlü) şudur: Ensâr'ın ileri gelenlerinden Sa'd b. Rabî'aya karşı, karısı Habîbe nüsûz göstermiş (serkeşlik ve dik kafalılık etmiş), o da ona bir tokat vurmuştu. Babası hemen kızını alıp Rasulüllah'a giderek şikâyet etmiş, Rasûlüllah (s.a.s.) da, "Mutlaka ondan kısas alırız." buyurmuşlardı. Bunun üzerine bu âyet geldi. Allah Rasûlü (s.a.s.)'de "Biz birşey yapmak istedik, Allah ise başka bir şey murad etti. Şüphesiz hayır, Allah'ın diledigindedir." buyurdular.(bk. Elmalılı N/1350; Ibn Kesir N/256; Kurtubî V/168)


2- Rivâyete göre Hz. Eyyûb (a.s.) bir olay sebebiyle karısına yüz deynek vurmaya yemin etmişti de Allah (c.c.) ona şöyle vahyetti.(age VI/4101) "Eline bir deste (sap) al da onunla vur ki, yeminini bozmuş olmayasın..." (K. Sâd (38) 44) Konumuzla ilgili görülen âyetler bunlardır. Hadîslere gelince: 1- "Kadınlar hususunda Allah'tan (c.c) korkun. Çünkü siz onları Allah'ın emânıyla aldınız ve onları kendinize Allah'ın kelimesiyle helâl kıldınız. Döşeklerinize, sevmediğiniz bir kimseye ayak bastırmamaları sizin onlar üzerindeki hakkınızdır. Bunu yaparlarsa onları; zarar vermemek sârtıyla dövün. Onların sizin üzerinizdeki hakkıda, yiyeceklerini ve giyeceklerini, marûf şekilde vermenizdir..." (Müslim, hac 147) Hadis Rasûlüllah Efendimizin (s.a.s.) vedâ haccında irad buyurdukları hutbede geçen cümlelerden biridir. Kocalarının döşeklerine onların hoşlanmadığı kimselere ayak bastırmaları, yabancı erkekleri, ya da yakınları olsa dahi kocalarının hoşlanmadığı erkekleri eve alıp, kocaları yokken. onlarla sohbet etmeleri demektir, zinâ etmeleri değildir. Çünkü zinânın "had" cezâsı vardır ve bellidir.( bk. Davudoğlu VI/433)

2- "Sizden biriniz karısını köle döver gibi dövmesin. Sonra aynı günün akşamında beraber yatacaklardır..."( Buhârî, nikâh 93, tefsir, sûre (91) 1; Müslim, Cennet 49; Ibn Mâce, nikâh 51)

3- Rasûlüllah (s.a.s.) "Allah'ın kulları olan kadıncağızları dövmeyin!" buyurmuşlardı. Bir süre geçince, Ömer gelip, "Ey Allah'ın Rasûlü, kadınlar kocalarına karşı başkâldırdılar", diye şikâyette bulununca dövülmelerine izin verdi. Arkasından da pek çok kadın Rasûlüllah'ın hanımlarını çevirip kocalarını şikayette bulundular. Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Bir çok kadın Muhammed'in ev halkına gelip kocalarını (dayak yüzünden) şikâyet etmişler. Bu kocalar sizin iyileriniz değillerdir." buyurdu.( Ebu Davud, nikah (N/245); Ibn Mâce, nikâh 51)

4- Âişe vâlidemiz dediler ki: "Allah Rasûlü, ne bir hizmetçisine bir tokat vurdu, ne de bir karısına..."( Ibn Mâce, nikâh 51)

5- Kâsım b. Muhammed'in nakline göre: "Rasûlüllah kadınları dövmeyi yasakladı. Bunun üzerine dediler ki, "Ey Allah'ın Rasûlü, kadınlar işi azıttılar." O da: "Öyleyse dövün ama; kötü olanlarınızdan başkası da dövmez." buyurdular: (el-Hâzimî, el-itibâr 142; Burhanuddîn el-Câberî, Rusûhul-ahbâr 232) Bu hadisle anlatılan olay, üçüncü hadisle anlatılan olayın değişik ifadelerle nakledilmesinden başka bir şey olmamalıdır.

6- Habibe bt. Sehl, Sâbit b. Kays b. Semmâs'ın nikâhında idi. Sâbit ona vurdu ve bir tarafını kırdı. Habibe gelip durumu Allah Rasulüne anlattı.

O da Sâbit'i çağırdı ve "bir miktar malını al ve ondan ayrıl." buyurdu. Sâbit: "Bu uygun olur mu, ey Allah'ın Rasulü?" diye sordu. "Evet olur." cevabını aldı. Sâbit:"Ben ona iki bahçe mehir olarak vermiştim, şu anda da onlar elinde" dedi. Allah Râsulü; "O halde onları al ve ondan ayrıl." buyurdu. O da öyle yaptı.(Ebû Dâvûd, No: 2228; Ibn Kayy im, Zâdü'1-Mead V/189)

Konuyla ilgili belli başlı naslar bunlardır. Şimdi bunlarla ilgili değerlendirmelerimize ve mutâlâalarımıza geçebiliriz.

Önce başta mealini verdiğimiz âyetlerle ilgili bazı noktalara işaret etmekle işe başlayalım:Erkeklerin "kavvâm" (hakim, idareci, kayyum) olmasına iki sebep gösteriliyor: Bunlardan birisi vehbî (Allah vergisi) dir ki, "Insanların bazısını-diğerlerine üstün kılması" cümlesiyle ifade edilmiştir. Ancak bu ifade öyle ince bir güzelliğe sahiptir ki, en azından ev reisliği konusunda erkeklerin üstünlüğüne işaret etmekle beraber, açıkça "erkekleri kadınlara üstün kıldığı için" denmemiş de, "Insanların bazısını bazısına üstün kıldığı için" buyurularak, üstünlük her bakımdan (mutlak manada) erkeklere verilmemiş, böylece kadının da erkekte bulunmayan bazı meziyetlere sahip olmakla, ondan üstün olabileceği yönlerinin bulunabileceğine işaret edilmiştir.(Elmalılı N/ 1348-19) Bu vehbî (Allah vergisi) olan sebepte, yani idarecilik kabiliyetinde nâdir de olsa bazı kadınlar kocalarından daha başarılı olabilirler. Bu durumda ikinci ve kesbî (iş sahasında, cinsiyete dayalı rolle ilgili) olan sebep yine erkeklerin "kavvâm" olmasını gerektiriyor ki, bu, ev için harcama yapma, dolayısıyla kazanma sorumluluğunun erkeğe yüklenmiş olmasıdır. Bu erkeğin "kavvâm" oluşunun kesbî (kendisinin oluşturduğu) sebebidir. Elmalılı Merhumun ifadesi ile, "şu halde, eşinin hakkını yerine getirmeyen, kadın malına göz diken ve harcama (infak) görevini yapmayan ve ailenin ırz ve namusunu korumayan erkekler "ricâl= kâmil erkekler" den sayılmazlar"(age. N/1350) dolayısı ile dövme izni verilen erkeklerden olamazlar. Kurtubî de aynı şeyi söyler: "Erkekler, mallarından harcamaları sebebiyle..." cümlesinden âlimler şunu anlamışlardır: Erkek, kadının nafakasını temin edemezse."kavvâm" olma yetkisini kaybeder: Erkek "kavvâm" olamayınca da kadın için, nikâhı fesih hakkıdoğar, (bk. Kurtubî V/169. Ancak bu, Mâlikî ve Şâfiîlerin görüşüdür. Hanefiler ise fesih olmayacağı görüşündedirler. (Aynı yer)) der.

Ikinci anahtar kelime "nüsûz" kavramıdır. "Nüsûz" .kelimesinin kökündeki "yükseklik" ânlamından hareketle; baş kaldırma, isyan, hukukunu tanımama, eşlerden her birinin diğerini ikrah etmesi gibi manalara gelir. (bk. Kurtubî V/ 170-171; Elmalılı N/1351; Ibn Kesîr N/257) Şu halde bu âyetle kendisine dövme hakkı verilen erkek "kavvâm" olabilme vasfına sahip "kâmil erkek" (bk. Elmalılı, agk.) tir ve dövülmesine müsaade edilen de kadın değil, "nâsize" dir: Zâten âyet-i kerîmenin devamından da anlaşılacağı üzere, artık durum o kerteye gelmiştir ki "sikak" tan, yani evliliğin parçalanmasından endişe edilmektedir. Bir başka ifade ile; bu noktada ya "kâmil racul" olan erkeğe, işi yuvanın yıkılması kertesine geçiren "nâsize"ye, karakol komiseri gibi küçük bir ceza uygulama yetkisi verilip, mesele dallandırılmadan, âilenin parçalanmaması için en son ihtimale de başvurulacak, ya da her türlü sosyal, psikolojik ve ekonomik zararına rağmen derhal yuvanın yıkılmasına müsaade edilecektir. Âyet birinci yolu tavsiye etmektedir. Bunda aynı zamanda âile sırlarının mahkemelerde fâs olmaması hikmeti de söz konusudur.Naslardan sonra bunlar da naslarla ilgili bazı noktalara işaretlerdir. Şimdi de işin felsefesine geçebiliriz:

1- Önce Islâm kadın dövme meselesini ihdas etmemiş, aksine pek çok yönden. bunu önlemeye çalışmıştır. Hanımının gözünü şişiren, kolunu, kafasını kıran, mahkemeye intikal ettirilirse, eş (yaralama bedeli) öder, diyet öder, ya da kısas olunur. Kadın ona Allah'ın bir emanetidir ve Rasûlüllah (s.a.s.) "AIlah'ın kızcağızları" tabir ettiği kadınların dövülmemesini istemiştir. Müslümaların en büyük örneği olarak kendisi hiç dövmemiştir; kadınlarını dövenlerin iyi müslümanlar olmadıklarını haber vermiştir. Hiç bir hukuk sisteminin, jandarmasının sokamadığı dört duvar arasında, yani âilede, güçlü olanın kafası kızdığında ezebileceklerini ezmesine bu ölçüde mâni olabilecek bir müeyyide yoktur. Gazâplanıp karısını dövme noktasına geldiği halde, sırf müslüman olduğu ve Rasûlüllah'ın bu tavsiyelerini düşündüğü için karısını dövmeyen pek çok insân vardır ama, Insan Hakları Dernegi ya da Feminizm öyle istiyor, diye karısını dövmekten vazgeçen birisinin olacağını sanmıyoruz. Çünkü mer'î kanunların ulaşamadığı yerlerdeki zulümleri, eğitim de, medeniyet de önleyemez. Zavallı Şirin Tekeli, yukarıda söz konusu edilen âyetle ilgili olarak : "Bu bin yıldan eski klasik metni ayrıca yorumlamaya herhalde hiç gerek yok"(S. Tekeli Kadınlar Için s. 410) diyor ama,"yapılan kısmî araştırmalar, kadının sosyo -ekonomik düzey , eğitim vb. den bağımsız olarak hemen her durumda dayak yiyebildiğini ortaya koyuyor."(age. s. 403) demekten de kendini alamıyor. Keşke müslüman âileleri de tanıma fırsatı bulabilselerdi.

Eşini Gıybet Etmek

Bir araya geldiklerinde hanımların, ailesinden, eşlerinin iyi ve kötü yönlerinden bahsetmeleri uygun olur mu?

Bu sorumuzla ilgili olarak hadîs kitaplarımızda çok ilginç bir ömek vardır. Âişe Vâlidemiz, oturup kocalarının herşeyini birbirlerine anlatma sözü veren onbir kadının konuşmalarını hikâye eder. Içlerinden birisi kocanın kendine yaptığı iyilikleri anlatmıştır. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s) Âişe Vâlidemize: "Işte ben de sana göre öyleyim" buyurmuşlardır.( Buhârî, nikâh 82; Müslim, fedâil 92;) O kadınlar, birbirlerine kocalarını vasfetmekle kötü etmişlerdir, dememişlerdir. Gerçi o kadınlar Islâm'dan önceki kadınlarmış, ve kim oldukları da belli değilmiş. Her neyse, bu uzun hadiste kadınların bu huyunun kötülügünden söz edilmiyor. Ama böyle olması elbette bunun iyi olduğunu da göstermez: Kur'an-ı Kerim'de kadınlar için: "Onlar size bir elbise, siz de onlara bir elbisesiniz..."(K. Bakara (2) 287) buyurulur. Bunun bir anlamı da; karı ile kocadan her birinin, aralarında cereyan eden şeyleri başka insarlardan gizlemesidir.( bk. Taberî N/163) Yani her biri diğeri için, başkalarının görmesini ve duymasını istemediği yönlerine bir örtü olmalıdır. Sonra gıybette karı ile koca istisna edilmemiş ve "din kardeşinin, gıyabında söylenen ve duyduğunda hoşlanmayacağı her şey gıybettir." buyrulmuş ve kötülenmiştir. Buna göre böylece kocanında gıybeti yapılmış olur. Bir hadîs-i şerifte: "Kıyamet gününde Allah indinde emanete hiyanetin en büyüklerinden biri, karı-koca birbiriyle haşır-neşir olduktan sonra kocanın karısının sırını yaymasıdır." buyurulur.(Müslim, nikâh 123,124) Karının kocanın sırrını yayması da elbette bundan hafif olmaz: Bir başka hadîs-i şerifte: "Kadın kadınla (bir elbise içerisinde) cilt cilde gelmesinler, çünkü gider onu kocasına vasfeder; o da sanki ona bakıyor gibi olur." denir:(Buhârî, nikâh (son kısımlar)) Sebep, karı ile koca arasına fıtne girmesi, kocanın diğer kadını düşünüp, kendi karısındân soğuma ihtimalinin bulunmasıdır.(bk. aynî XVI/423) Râsûlüllah Efendimiz bir hadislerinde de kadınlâra: "Cehennem ehlinin çoğunun sizlerden olduğunu gördüm, çünkü siz çok lânet okur ve kocanızın iyiliklerine karşı nankörlük edersiniz... Aman, siz çok sadaka verin..." buyurmuşlardır.(Buhârî, hayz 9; Müslim, imân 132) Demek ki, kadınların oturup kocalarını çekiştirmeleri, onların hep kötü yönlerini dillerine dolamaları çirkin birer davranıştır.

Kısaca:

l- Kadınların başkalarına, kocasıyla kendi ârasındaki her türlü cinsel davranışları gerek yokken söz etmesi çirkindir, hafifliktir ve belki de bir cinsel sapma ve hastalık belirtisidir.

2- Kocanın cinsel ilişkiler dışındaki iyi yönlerini, övünme biçiminde olmaksızın dile getirmesinde mahzur yoktur.

3- Karı-kocanın, başka kadın ve erkekleri, vücut güzellikleriyle birbirlerine vasfetmeleri çirkindir. Başkalarının da avret yerlerini arkadaşlarına gösterip buna imkân vermemeleri gerekir.

Kocanın Malından Sadaka

Kadın, kocanın izni olmadan onun malından sadaka, hediye, hibe vb. şeyler verebilir mi? Her defasında izin almak zorunda mıdır?

Allah Rasulü Efendimiz (s.a.s.) buyururlar ki:

"Kadın kocanın evinden birşey tasadduk ederse (sadaka verirse) kendisi bir ecir, bir o kadar da kocası ve bir o kadar da hizmetçi alır ve hiç biri diğerinin sevabından bir şey eksiltmez. Koca bu sevâbı o şeyi kazandığı için, kadın da hayırda harcadığı (infak) için haketmiştir"( Ebû Dâvûd, buyû 84; Nesâî, zekât 57)

Mekke'nin fethinin ardından yaptığı konuşmada da şöyle buyurmuştur: "Hiç bir kadının, kocanın izni olmaksızın bir atiyye (bahşiş, hediye) vermesi câiz değildir." (Nesâi, zekât 58)Ibn Mâce'deki rivayetinde: "Kocası ondan sorumlu olduğu sürece hiç bir kadının kocanın malından, ondan izinsiz vermesi câiz olmaz."(Nesâi, zekât 58) denir. Bir defasında Kâ'b'ın karısı Allah Rasûlüne bir mücevher getirmiş ve "ben bunu tasadduk ettim." demişti. Bunun üzerine Allah Rasullü: "kadının, kocasından izinsiz onun malından vermesi câiz olmaz. Sen Ka'b'dan izin aldın mı?" diye sordu. O da, "evet", dedi, ama Allah Rasulü adam gönderip Kâ'b'a yine de sordurdu: Onun da, "evet", demesi üzerine Hayra'nın tasaddukunu kabul etti.(agk. (zayıf isnadla)Fıkıhçılar her konuda olduğu gibi, bu konudaki nasları da (hadisleri) toptan göz önünde bulundurmuşlar ve ona göre hüküm çıkarmışlardır. Buna göre:

1- Benim malımdan kimseye bir kuruş vermeyeceksin, diyen (cimri) kocanın malından karısı hiç bir şey tasadduk edemez. Nitekim kadın da kocasına böyle söylemiş olsa, o da onun malından birşey veremez., Verirlerse haram işlemiş ve günah almış olurlar.

2- Koca herhangi birşey söylememiş olsa, karısı onun malından âdeten hediye ve sadaka verilmeyecek kadar çok ve değerli bir şeyi, izin âlmadan yine veremez.

3- Koca, karısına: "Benim malımdan, istediğin zaman, istediğin kimseye, istediğin kadar verebilirsin." gibi genel bir izin vermişse kadın da bu konuda serbest olmuş olur. Artık her defasında izin almasına gerek kalmaz.

4- Koca, karısına bu konuda birşey söylememişse, kadın da, kocanın cimri olmadığını biliyorsa, örfen ve âdeten verilmesi normal sayılan ufak tefek para ve eşyayı onun malından verebilir. Işte bu durumda sevap her ikisine de gider.

5- Kocası hiç bir şey söylememiş olsa, ancak verdiği duyduğu zaman kızacağını bildiği şeyleri, ona sormadan veremez. Imam Nevevi meseleyi böyle açıkladığı gibi(Nevevi'nin görüşleri için bk. Suyûtî, Zehru'r-rubâ-ale'1-müctebâ (Sü- nenü'n-Nesâî) V/50), Hanefi fıkıhçılarının görüşü de böyledir.(Hidâye (Fethu'l-Kadîr ile) IX/292; Akkirmânî, Serhu'1-erbâin 185)