24 Nisan 2011 Pazar

KERAMET VE KEŞİF

Islâm'da ilham, keşif ve keramet diye bir şey var mıdır? Varsa bunun dinî değeri nedir? Herkeste bulunur mu?

Keramet Allah (cc)'ın velî kullarında görülen, tabiat kanunlarına ve normal hallere aykırı, olağanüstü bir kerem-i ilâhîdir. Velî (evliya), imkân ölçüsünde Allah (cc)'ı ve sıfatlarını tanıyan, O'na itaatte daim olan ve isyandan kaçınan, fakat hiç isyan etmeyen anlamında değil de, tevbe etmedik isyanı bulunmayan; mubah olan lezzet ve şehvetlere dahi düşkünlük göstermeyen, yani bu konuda ihtiyacı olanla yetinip yeme, içme, şehvet vb. ni bir zevk aracı olarak görmeyen kul demektir.(EI-Beycûrî, Serhu-Cevherati't-Tevhid, 153; Ali el-Karî, Şerhu'l-Fıkhı'1-Ekber,113) Yani "velî" ma'sum değildir. Günah işlemesi ve isyanı mümkün ve muhtemeldir. Ancak bu ihtimal onda diğer insanlara göre asgariye inmiştir. Kazara yaptığı bir hatadan da hemen tevbe eder. Haram ve isyanda israr etmez. Böyle olan insanlar da Allah (cc)'ın bir hediyesi ve avansı olmak üzere bir takım olağanüstü haller görülebilir. Bir anda uzak mesafelere varır, ya da oraları görebilirler (tayy-i mekân), aynı anda birden çok yerde görülebilirler (tayy-i zaman), kabirde yatanın kim olduğunu, karşısındakinin ne düşündüğünü bilebilir.(Bu konuyu da delilleriyle birlikte (inşaallah) yazmayı düşünüyoruz) (keşf-i kubûr ve's-sudûr), havada uçar, denizde yürüyebilir... vs. Bunların olmayacağını söylemek naklen mümkün olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Bilim böyle peşin bir reddedişi onaylamaz. Her geçen gün -hatta Allah (cc)'a inanmayan insanlarda bile- olağan dışı nice vakıalara rastlanıyor ve bunların bilimsel izahları yapılmaya çalışılıyorken (telepati ve hipnotizma gibi), Allah (cc)'a inandıktan sonra O'nun dostlarını daha büyük olağan üstülüklerle ödüllendirmeyeceğini söylemek gülünç olur.


Kaldı ki, keramet kitap ve sünnetle sabit, tarihen vâki bir olgudur. Allah (cc) insanı çok çok keremli (kerametlere, üstünlüklere mazhar, mükerrem) yarattığını haber verir.(K. Isra, (17) 70) Kur'ân'da zikredilen Meryem kıssası (K. Ali Imrân (3) 37), Ashab-ı Kehf olayı (K. Kehf (18) 9. vd), Hz. Süleyman döneminde Asâfın tahtı uçurması vakası (K. Neml (27) 40 vd.), Hz. Musa devrindeki Bel'am gerçeği...(El- Beycûrî, age.175.) Hep Kur'ân'da anlatılan keramet örneklerindendirler. Hz. Ömer'in hutbe okurken ta uzaklardaki Sâriye'yi görüp ona seslenmesi, askeri taktik vermesi ve sesini ona duyurması sahih tarihi bir vakadır.(el-Beycurî, age.153) Halid b. Velid'in zehir içip etkilenmediği meşhurdur.(Ali el-Karı, Serhu'1-Fıkhîl-Ekber,113) Bu konuda ciltler dolusu müstakil kitaplar yazılmıştır.(Son devir ulemasından Yusuf en-Nebhanî'nin Cami'u-Kerameti'l-Evliyası ile Huccetti'llahi alel-Alemîn adlı eserlerini -her ne kadar çoğu nakilleri tedkike muhtaç ise de -burada örnek olarak zikredebiliriz.) Bütün ehli sünnet alimleri bu konuda ittifak halindedir ve akaid kitaplarının ilgili bölümleri "Kerâmâtü'1- evliyâi hakkun - evliyanın kerametleri hakikattır, sabittir" cümlesi ile başlar.Peygamberlere verilen mucizelerde hiç bir mü'minin şüphesi yoktur. Evliyanın kerametleri de, tâbi oldukları peygamberin mucizelerinin bir parçası olmaları itibari ile mucizelerden destek görür. Yoksa bazılarının zannettiği gibi, kerametin varlığı mucizeye muhalif olmaz. Yani mucize peygamberligi ispat eden delillerden ise, kerametin varlığı kabul edilmesi halinde delil olmaktan çıkar, çünkü mucize gibi olan kerametin de evliyanın peygamber olmasını gerektirir, denemez. Çünkü her veli kerametini o peygambere inandığı için elde etmiştir ve kendi kerameti dahi onun mucizesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla her keramet, peygamberin mucizesinin sonuç itibari ile de peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu da gösterir.(Ali el-Kârî, Serhu'1-Fıkhı'1-Ekber,113) Harikuladelik bakımından mucize ile keramet arasında bir fark olmamakla beraber, mucize şu gibi yönlerden kerametten ayrılır. l. Aralarında kaynak ve isimlendirme bakımından bir fark vardır; peygamberden sâdır olana "mucize", veliden sâdır olana da "keramet" adı verilir. 2. Mucize sahibi; mucizesini gizlemez, hatta açıklar ve onunla, davasının doğruluğu konusunda muhaliflerine meydan okur. Keramet sahibi ise kerametini gizlemeye çalışır. Kerameti veliliğinin ispati için bir delil değildir. 3. Mucize sahibinin mucizesi elinden alınmaz, o küfürden ve isyandan masumdur (korunmuştur). Keramet sahibinin hali değişebilir, kerameti elinden alınabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in de işaret ettiği ve biraz önce adı geçen Bel'am b. Bâ'ura, keramet konusunda başkalarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmişken Hz. Musa'ya ihaneti sebebiyle hayatı "sakî" olarak son bulmuştur.(el-Beycûrî, age 175) 4. Kerametin istenmesi de, izhar edilmesi de pek hoş karşılanmamış, hatta kadınlar için hayız hali ne ise evliya için de keramet öyle görülmüş ve gizlenmiştir. Çünkü keramet hedef ve gaye değildir. Az sonra göreceğiniz üzere bir delil olarak da kullanılamaz. Imam Rabbanî, kerametlerin çoğalması hastalığından yergi ile söz ederken, "Oysa bu taifenin başları olan Cüneyd, Seri es-Sakatî vb. gibilerden nakledilen ve keramet denilebilecek ondan fazla olaydan sözedilemez" der. Yine: "Keşif, keramet ve mevâcid (bir takım bulgu ve tezahürler) maksat değildirler. Belki, kendisine zor bir iş verilen çocuğun, o işi bıkmadan sonuna kadar götürebilmesi için, iş esnasında ona verilen incik-boncuk ve oyuncak kabilinden şeylerdir" diye vasıf lar.Ebu Ali el-Cûzcânî bu konuda şunları söyler: "Sen istikamet (dinde dosdoğru olma) iste, keramet isteme. Çünkü nefsin keramet için uğraşmakta, halbuki, Rabbin senden "istikamet" istemektedir." Sûhreverdî de Avârif'inde: "Bu, bu konuda önemli bir kuraldır. Zira nice gayretli âbid insanlar vardır ki, Selef-i salihine keramet ve harikuladeliklerden bir şey verilmedığını duymalarına rağmen, bir parça keramete nail olabilmek için yanıp tutuşurlar, can atarlar. Hatta bu konuda inkisarı kalbe uğrayan, olağanüstü bir hal görmediği için amelinin sihhatinden şüphe edenler bile vardır: Eğer işin sırrını bilselerdi bunu hiç önemsemezlerdi..." diye anlatır. Bunları nakleden Ali el-Kârî de der ki, "Velhasıl, insana şer'i ilimleri bilme yolunun açılması, kainatin gizli yönlerine ait ilmin açılmasından daha iyidir. Üstelik birincinin yokluğu ya da eksikliği dine zarar verir. Oysa ikinci öyle değildir. Hatta olmaması onun için bazan daha yararlıdır..."(Ali el-Kârî, age,114-115) Doğrusu sahabenin tamamından, keramet olarak sahih yollarla nakledilen olayların sayısı, iki elin parmaklarını -hatta bazılarına göre üç vakayı-öte geçmez. Halbuki, sahabenin en küçügü bile sair evliyaullah'tan büyüktür. Bu bile kerametin gaye olmadığını göstermeye yeter. Ancak cahil insanlar büyüklügü "istikamet"te değil de "keramet"te aradıkları için, büyüklerinden habire keramet gözler dururlar. Hatta başka her şeyi unutur ve bu yolda gözlerini bozarlar da normal olayları keramet gibi görmeye başlarlar. Bu da (Allah'u a'lem) bu yolun afetlerindendir ve "şeyhi müritler uçurur" sözünün muhatabı bunlar olsa gerekir. Ilmî kapasiteleri ve düşünebilme güçleri çok dar ve sınırlı olduğundan kerameti kendilerinin anladığı manâda, zahir olmayan mürşidin mürşit olamayacağını zannederler de böyle olan birisini ya terkedip giderler, ya da az önce söylediğimiz "keramet hastalığı"na yakalanırlar."Keşif' ise kerametin bir türü olmaktan başka bir şey değildir. Şöyle tarif edilir: "Sözlükte perdenin kaldırılması demektir. Istilahta ise, fizik perdeşinin ötesindeki gaybî ma'nâlara, gerçek ve var olan işlere muttali olmak, müsahede etmek demektir."(Ibn Arabî (ye nisbet edilen) el-Istilahâtu's-Sufiyye,123) Konumuzla ilgili bir de "ilham" tabiri vardır. "ilham" da yine kerametin bir nevidir ve: "Feyiz yoluyla içe doğan duyuş, kalbe gelen bilgi" diye tarif edilir.(age. 23.)Mes'elemizin bir başka yönü muşahhas (somut, objektif) bir ölçüsü bulunmayan ve keramet cümlesinden sayılabilecek keşif ve ilhamın delil olma gücü ve bağlayıcılığıdır.Tasavvuf sözlüğüne bakarsak sufilerin dışındaki ulemanın ilhamı hiçbir surette delil saymadıklarını görürüz (agk.) Yani ilham yok olan bir şeyi ortaya koymaz, bir davayı ispatlamaz. Zaten ne dört temel şer'i delil (edille-i erbaa: Kitap, sünnet, icma, kıyas), ne de en geniş tutanların kabulü ile diğer şer'i deliller arasında "ilham" diye bir şey vardır. Mustafa Sabri Efendi'nin ifadesi ile: Kelâm kitapları şu anlamdaki cümlelerle başlar: "Ilmin yolları üçtür: Sağlam duyular, doğru haber ve akıl, ilham, ehli hakka göre bilgi yollarından birisi değildir." Ve bu gerçek bir kural haline gelmiştir.(Mustafa Sabri Efendi, mevkifu'1-akl, I/268) Demek "ilham" şer'î delillerden olmadığı gibi, bilgi yollarından da değildir. Mes'ele fıkıh usulu ilminde de konu edilir ve denir ki: "Peygamberin ilhamı vahyin bir kısmı olduğu için hüccettir ve bağlayıcıdır. Ama evliyanın ilhamı öyle değildir. Şeytandan kaynaklanmış ve yanıltıcı olabilir. Bu yüzden onların ilhamı başkaları için hiç bir surette delil oluşturmaz. Kendileri hakkında da ancak şeriate uygun olursa bir delil teskil eder. Muhalif olursa kendileri için de bir şey ifade etmez".(bk. Nuru'1-Envar ve Hasiyesi Kameru'1-Ekmar, N/97-98) Aslında şeriate uygun olması halinde de delil yine şeriatın delilidir. Binaenaleyh ilham o takdirde bile bir delil değildir denebilir. Fıkıhçılarımızın biraz sert ve rasyonalist gibi görünen bu kuralları doğrusu çok isabetli ve çok hikmetli bir tespittir. Gerçi ilhamın sadık olanı ve veralardan ilahî bilgiler hûzmeleri taşıyanı elbette vardır. Ilham diye bir şey varsa bunun böyle olmaması zaten mümkün değildir. Ama o sahibinin sağlam şer'i bilgilerine -tabir caizse- bir tuz lezzeti, bir itminan ve bir ferahlık vermekten öte geçmemelidir. Aksi takdirde şeriat bilgilerine lezzeti tamamlayan tuz yerine sap da karıştırılabilir ve şeriat sofrası ifsad edilebilir. Elini fizik aleminin verasına uzatmayı başarabilen herkes, sap ile tuzu birbirinden ayırmayı başaramayabilir de. Çünkü evliya masum değildir ve şeytanın etki alanından,çıkarılmamıştır.Netice olarak: "Velînin başkasını kendi ilhamına çağırması, kendi ilhamına göre davranmasını istemesi ve sahih olarak ictihad eden bir müctehidi-kendi ilhamı ile onun içtihadının hata olduğunu bilmiş olsa dahi- ictihadı ile amel etmekten alıkoymak istemesi caiz olmaz".(Muhammed Abdulhalim el-Lüknevî, Kameru'1-Akmâr, N/98) Mustafa Sabri Efendi'nin şu ifadesi bunun sebebini açıklamaya yeter: "Çünkü akıl, Allah (cc)'ın kanunu ve insan katında O'nun resmî sefiri olmakla, Allah (cc)'tan gelecek ilhamın ilk ve tabiî uğrak yeridir. Tasavvufla elde edilen ilham ise özel bir ihamdır. Elbette Allah (cc)'ın ilhamı, kendisine muhalif olacak olan özel ilhama tercih edilecektir. Bunun anlamı şudur: (Naslara bağlı akla) muhalif olan ilham değildir..."(M. Sabri, age, I/264)Konumuz hakkında belki de en güzel ölçüyü Imam Rabbani verir. Çünkü kendisi, yine kendi ifadesi ile hem "zahir ilimler" hem de "batın ilimler"de otoriterdir."Salikin (tasavvuf yoluna girenin), işin künhüne ulaşıncaya kadar, Hak ehli alimleri taklid etmesi, bunu kendisi için gerekli görmesi, keşfine ve ilhamına da muhalefet etmesi (itibar etmesi) gerekir. Bu konuda alimlerin haklı olduğunu, kendisinin ise hata ettiğini kabullenmelidir. Çünkü alimlerin dayanağı, vahiy ile desteklenen, hata ve yanlıştan korunan peygamberlerdir. Onun kesfi ve ilhamı sabit hükümlere muhalif olması halinde hatadır yanlıştır. Binaenaleyh, kesfi alimlerin görüşlerinden önde tutmak, gerçekte onun Allah (cc)'ın indirdiği kesin hükümlere tercih etmek demektir ki bu, hûsranının ve sapıklığın ta kendisidir."(Imam Rabbanî, Mektubât. No:186 (1/313); M. Sabri Efendi, age, I/265)"Bazı meşayihten (ks) galebe ve sekir halinde sadır olan ve isabetli ehli hakkın görüşlerine muhalif bulunan bazı bilgi ve ilimlerin kaynağı keşif olduğu için onlar bunda mazurdurlar. Kıyamet Günü bu muhalif davranışlarından ötürü muaheze edilmezler diye umarız. Hatta -Inşaallah-hata eden müctehid muamelesi görür ve bir de sevap alırlar diye düşünürüz. Hakk ve doğru ise, ehli hak alimlerin yönündedir. Allah (cc) gayretlerini makbul buyursun. Zira alimlerin ilimleri, kesin vahiy ile desteklenen Peygamberlik miskatından süzülme ve alınmadır. Sufilerin bilgilerinin kaynağı ise, hatanın yol bulabileceği keşif ve ilhamdan ibarettir. Keşif ve ilhamın sahih olduklarının belirtisi, ehli sünnet vel-cemaat alimlerinin ilimlerine uygunluklarıdır. Buna göre eğer -bir tüy kadar dahi- farklılık söz konusu olursa isabet (savab) çemberinden çikılmış demektir. Işte doğru ilim ve açık gerçek budur."(Imam Rabbânî, age. No:112 (I/116)).

KERÂMET MUCİZE ARASINDAKİ FARKLAR

Keramete karşı çıkan âlimler, kerâmet mümkün olduğu takdirde mucizeyle karışacağı ve harikulâdelikler gösteren kimsenin peygamberlik iddiasında bulunabileceği noktasından hareketle kerâmete karşı çıkmışlardır. Peygamberler döneminde, peygamber olmayan kimselerin gösterdikleri harikuladelikleri anlatan nassları yorumlarken de, bu harikulâdeliklerin haddizatında o dönemde yaşayan peygamberlerin birer mucizesi olduklarını ve peygamberlerin ölümünden sonra artık bu tür harikulâdeliklerin cereyan etmedığını ileri sürerler (Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ibn Hazm, el-Fisal fi'l-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, V, 9-11)

Kerâmeti kabul edenler ise, kerâmet ile mucize arasında birtakım farkların bulunduğunu, bunları biribirine karıştırmanın mümkün olmadığını söylerler. Aralarındaki farklar ise, özet olarak şöyledir:


a- Mucize, peygamberin peygamberliğini ispat ettiğinden yapılması gerekli olduğu halde kerâmette aslolan gizlenmesi ve açığa vurulmamasıdır (Kuşeyri, er-Risâletü'l-Kuşeyri) ye, Mısır (t.y.), II, 660).

b- Peygamber, mu'cizesini mu'cize olarak takdim eder ve ona kesin olarak inanmak gerekir. Veli ise, gösterdiği harikulâdeliğin kerâmet olduğunu iddia edemeyeceği gibi başkası da kesin olarak ‚bu kerâmettir' diyemez. Zira bu meydana gelen harikulâdelik bir aldatmaca olabilir (Kuşeyri, a.g.e., II, 661)

c- Mu'cize kerâmet için asıl, kerâmet ise mu'cizenin bir fer'idir. Kişinin eli üzere kerâmetin zuhur etmesi, o kişinin peygambere ittibâının bereketiyledir. Böylece kerâmetler, aslında peygamberlerin mucizelerine dahildirler (Ibn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai'r-Rahmân ve Evliyâi'ş-Şeytan, Beyrut 1390 h. s. 124).

Bu sebepledir ki kerâmet, ancak şerîata bağlı kimselerden sadır olur. Şerîata bağlı olmayan kimselerin gösterdiği harikulâdelikler kerâmet değildir. Ayrıca kerâmetin kendisi, mubah olan şeyler cinsinden olmalıdır. Kerâmette şerîatın emirlerine muhalif unsurlar bulunamaz.

Kerâmet, ilmin yollarından sayılmaz ve başkalarına delil olamaz. Hele onu, kişinin masumiyetine ve söylediği herşeyin doğruluğuna yormak, İslam'ın prensipleriyle taban tabana zıttır (Ibn Teymiyyle, a.g.e., s. 48-49)

KENZ (DEĞERLİ EŞYALARI STOK ETME)

Define, hazine, yeraltında saklı kalmış değerli eşya, para veya altın, malları üst üste yığıp stok etme.

İslâm dini temelde malın belirli ellerde toplanmasına karşıdır. Bu sebeple de belirli ellerde toplanmasını engelleyecek bir takım tedbirler almıştır. Bu tedbirlerden biri de para ve mal stokçuluğunun engellenmesidir. Toplumun birlik ve beraberliği, fertler arası kardeşliğin oluşması, malın âdil bir şekilde toplum fertleri arasında dağılmasıyla sağlanır. Bu sebeple İslâm zekâtın yanısıra infak kurumunu getirmiş ve bunu teşvik etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda sarfetmeyenler var ya; işte onlara acı bir azabı müjdele! O gün Cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılı(p pullanı)r; bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır; 'İşte kendiniz için yığdıklarınız, yığdıklarınız tadın' denir" (et-Tevbe, 9/34-35).

Âyette isim olarak altun ve gümüş zikredilmişse de, her türlü mal stoku için durum aynıdır (Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965, VIII, 133).


Aynı şekilde "Ona bir kenz indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil midir?" (Hûd, 11/'12) âyetinde büyük servet anlamında kullanılmıştır.

Zekâtı verilmiş malın stok edilmesinin yasaklanmış kenz'e girip girmeyeceği hususunda âlimler değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Âlimlerin çoğunluğuna göre, böyle bir mal, yasaklanan kenz kapsamına girmez. Hz. Ömer (r.a.) bu görüştedir. İbn Abbas'tan nakledildiğine göre yukarıda söz konusu ettiğimiz âyet indiğinde sahâbîler zor durumda kaldı, ne yapacaklarını bilemez oldular. Hz. Ömer; "Ben bu sıkıntınızı gideririm" diyerek Peygamber (s.a.s)'e gitti. "Ey Allah'ın Rasûlü, bu âyet ashabına ağır geldi" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s); "Allah zekâtı, ancak arta kalan malı helal kılsın diye emretti" buyurdu. Bu arada Hz. Ömer "Allahu ekber!" dedi. Peygamber (s.a.s) sözlerine şöyle devam etti: "Kişinin kenz edeceği şeyin en hayırlısını söyleyeyim mi? Saliha kadındır; ona baktığı zaman kendisini sevindirir, ona bir şeyi emrettiği zaman kendisine itaat eder, hazır bulunmadığı durumlarda da mal ve namusunu korur" buyurdu (Ebû Dâvud, Zekât, 32).

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah şöyle demiştir: "Zekâtı ödenen mal, yerin yedi tabakasının altında saklansa da 'kenz' değildir. Ama ortalıkta da olsa, zekâtı ödenmediği takdirde 'kenz'dir' Aynı görüş, İbn Abbâs, Câbir ve Ebû Hüreyre'den de nakledilmiştir (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, Kahire, ty, IV. 80-81).

Bazı âlimlere göre ise, stok edilen mal, zekâtı ödenmiş olsa bile yasaklanan 'kenz'e girer. Bu görüşte olanlar, yukarıdaki âyetle birlikte şu âyeti de delil olarak zikrederler: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği) dir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanır; Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esirlere) mal verir; namazı kılar, zekâtı verir..." (el-Bakara, 2/177).

Dikkat edilirse âyette hem zekât zikredilmekte, hem de yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara infaktan bahsedilmektedir. Âyetin baş tarafında zikredilen infâk, zekâtın aynısı olsaydı, ayrıca zekâtın zikredilmesinin bir anlamı kalmazdı (Taberî, Câmiu'l-Beyân'an Te'vili Âyâti'l Kur'ân, Kahire, ty. III, 348; Kurtubî, a.g.e., II, 241-242).

Bu âlimlere göre servette zekât dışında hak vardır. Bu görüşün en şiddetli ilk savunucusu sahâbî Ebû Zerr el-Gifarî'dir. Ona göre yiyecek maddeleriyle normal geçim imkânlarından fazla elde tutulan bütün mallar stok olup sahibi şer'an kınanmıştır. Ebû Zerr, insanları bu görüşe teşvik etmiş ve muhalefet edenlere şiddetle çatmıştır (Kurtubî, a.g.e., VIII, 125).

Kurtubî, Ebû Zerr'in bu görüşünü şöyle bir ihtimal ile yorumlamaktadır: Kenz ile ilgili âyet, müslümanların gerçekten maddî sıkıntı içerisinde oldukları, Muhâcirlerin büyük maddi sıkıntılar içerisinde olup Peygamber (s.a.s)'in bu maddî sıkıntılarını karşılayamadığı bir dönemde inmiş olmalı. Zira beytu'l-mal sahabilerin ihtiyaçlarını o gün için karşılayamıyordu. İşte müslümanlar bu durumda olduğu bir sırada ihtiyaçtan fazlasının stok edilmesi bu âyetle yasaklanmıştır. Gerçekten de böyle durumlarda altın ve gümüşü biriktirmek câiz değildir. Müslümanlar o sıkıntılı durumdan kurtulduktan sonra, sadece zekâtlarını ödemekle yükümlü tutulmuşlardır (Kurtubî, a.g.e., VIII, 125-126).

Kurtubî'nin bu yorumu gayet makuldür ve her ne zaman müslümanlar aynı durumu yaşamakla karşı karşıya kalırlarsa aynı hüküm sözkonusu olur. Gerçekten de müslümanlar maddî sıkıntı içerisinde kıvranırken onlardan birinin servet biriktirmesi, iman kardeşliğiyle bağdaşmayan bir tavır ve tutumdur.

Mallarını kenz edip üstelik zekâtlarını da ödemeyen kişilerin âhirette çekeceği azapla ilgili Hadislerde sözkonusu edilen azap sahneleri, âhirete inanan herkesi ürpertecek sahnelerdir. Bu hadislerin birinde şöyle buyurulmaktadır: "Ölüp de arkasında kenz bırakan kişi, kıyamet günü bıraktığı o kenz, gözlerinin üstü simsiyah kocaman kel bir yılana dönüşür ve onun ardına düşer. Kişi; 'Ne oluyor sana, ne istiyorsun benden?'der. Yılan; 'Öldükten sonra geriye bıraktığın kenz'inim' der ve o kisbyi takip eder; ağzıyla elini lime lime ederek çiğner, sonra da gövdesini kırıp çiğnemeğe başlar" (Buhâri, Tefsîru Sûre (3), 14, Hayl, 3; Müslim, Zekât, 27, 28; Nesâî, Zekât, 2, 6; İbn Mâce, Zekât, 2)..

KERÂMET

Değerli, üstün, güzel ve ikrâm. Istilahda; "mü'min ve salih kimsenin eli üzere cereyan eden harikulâde hal" anlamındadır.

Bazı âlimler, harikulâdelik şartını koşmaksızın Allah'ın evliyaya her türlü ikramına kerâmet ismini vermişlerdir (Seyyid Sabık, el-Akidetü'l Islamiyye, Beyrut (ty), s. 24). Burada "harikulâde hal"den maksat, vuku buları olayın, genel-geçer tabiat kanunlarının dışında cereyan etmesidir.

Haddizatında kâinata hâkim olan düzen ve intizam, harikuladelikten çok daha mükemmel bir olaydır. Bu sebepledir ki yüce Allah: "Eğer her ikisinde-yerde ve gökte- Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, onların her ikisi de harap olurdu" (el-Enbiyâ, 21/22) buyurarak kâinata hâkim olan düzen ve intizâmı kendi birliğine delil getirmiştir. Harikulâdeliğin insanlar tarafından önemsenmesi, her gün onları müşâhede etmeleri sebebiyle kâinata hâkim olan bu mükemmel kanunlara karşı alışkanlık kazanmalarından kaynaklanmaktadır.

Tabiat kanunlarının yaratısı Allah olduğuna göre onları değiştirmek de O'nun kudretindedir "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah, her şeye Kadirdir" (Âlu Imrân, 3/189). O halde harikulâdeliğin mümkün olup olmadığını tesbit etmek için O'nun bize gönderdiği kitaba müracaat etmemiz gerekir.


Ilimler, özellikle Meryem sûresinin 24-26. âyetlerini, Kehf sûresinin 16-17. âyetlerini ve Âlu Imrân sûresinin 37. âyetini kerâmete delil olarak zikrederler (bk. Râzî, et- Tefsiru'l Kebîr, Tahran (t.y), VIII, 30; EbusSuûd, Irşâdü'l-Aklı's-Selîm, Kahire (t.y), II, 31; Tabatabâî, el-Mizân fi Tefsîri'l-Kur'an, Kum (t.y), III, 174-175)

Hz. Süleyman'ın vezirlerinden birinin Belkıs'ın tahtını Yemen'den Filistin'e göz açıp kapamadan getirmesi (en-Neml, 27/40), Kehf sûresinde anlatıları ashâb-ı kehf kıssası salih insanların kerâmetine örnektir (el-Kehf, 18/9-25). Meryem sûresinde Hz. Meryem'in kuru hurma ağacını sallaması sonucu yaş hurmaların düşmesi hadisesi de Hz. Meryem'in kerametlerindendir. (Meryem, 19/19).

Hadis-i şeriflerde bu konudaki rivayetler ise şöyledir: Abd b. Cüveyîn henüz beşikte olan bir çocukla konuşması (Buhârî, Enbiyâ, 48). Sahibiyle konuşan inek kıssası (Buhârı, Enbiya, 54). Hz. Ömer'in Medine'den Nihavend'deki Islam ordusunun kumandanı Sarıye "dağa çık diye seslenmesi" ve Sarıye'nin bunu duyması (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, II, 380-381).

Allahu Teâlâ Âlu Imrân sûresindeki âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine Rabb'ı onu Meryem'i- güzel bir şekilde kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'yı da ona bakmağa memur etti. Zekeriyyâ ne zaman (Meryem'in bulunduğu) mikraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu: ‚Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?' dedi. O da: ‚Bu Allah tarafından. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir' dedi.' (Âlu Imrân, 3/37).

Âyette Hz. Meryem'e verilen bir rızıktan bahsediliyor. Üzerinde duracağımız husus, bu rızkın nereden gelmiş olabileceğidir. Tabiî yollardan mıydı, yani tabiat kanunlarına uygun bir şekilde mi, yoksa harikulâde bir yoldan mı geliyordu? Âyetin ifade uslûbu ve onu takip eden âyette Hz. Zekeriyya'nın duası, rızkın harikulâde gelmiş olduğunu destekler mahiyettedir. Şöyle ki: Eğer harikulâde bir yoldan gelmemiş olsaydı, bunun Hz. Meryem'i övme makamında zikredilmesinin bir anlamı olmazdı (Râzî, a.g.e, VIII, 30; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, Beyrut (t.y.), III. 144).

Hz. Zekeriyyâ'nın duası meselesine gelince, Hz. Zekeriyyâ yaşlanmış ve hanımı da çocuk getirmekten kesilmişti (Âlû Imrân, 3/40). Ancak Hz. Meryem'e gönderilen bu rızka şahit olunca: "Rabbim bana katından temiz bir nesil ver. Sen duayı işitensin" (Âlu Imrân, 3/38). Şeklinde dua etmiştir. Onun oracıkta bu dua ile Allah'tan kendisine temiz bir nesil vermeyi istendiğinde bulunması anlamlıdır. Birçok müfessirin de belirttiği gibi, Hz. Meryem için vukubulan bu olağanüstü hadiseyi görünce, hanımı çok yaşlanmış ve çocuktan kesilmiş olmasına rağmen bir çocuklarının olması arzusu içine düşmüş ve Allah'a bu niyazda bulunmuştur (Fahrüddin er-Razî, a.g.e, VIII, 30; Ebu's-Suûd, II, 31).

Ayrıca rızık kelimesi âyette nekre (belirsiz) olarak zikredilmektedir ki bu, o rızkı tazıme delalet eder. Yani alışılmışın ve beklenenin dışında bir rızık olduğuna işaret vardır (Râzı; a.g.e., VIII, 30; Ebu's-Suûd, a.g.e., II, 30).

Netice olarak bir harikulâdelikten bahsedilmektedir. Salih bir kimsenin eli üzere bir harikulâdeliğin yani kerâmetin vuku bulması mümkündür. Ancak kerâmetin hak olması, her velının bu türden kerâmetlerinin mevcut olmasını gerektirmez. Velâyet, bu tür bir olağanüstülüğe muhtaç değildir (Ibn Ebi'l-Izz el-Hanefî, Şerhu Akide fi't-Tahâviyye, Beyrut 1392 s. 561). Nitekim sahabeden birçoğunun bu tür bir kerâmeti yoktur (Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l Hakk ve'l-Halk, Suriye 1971, s. 103).

Kerâmet hak olmakla birlikte, halkın bu tür olaylara aşırı merak duymaları ve kimi çevrelerin şeyhlerinin propagandası için kerâmet konusunu basamak olarak kullanmaları, kerâmeti olduğundan farklı sınırlara taşımıştır. Gerek Kur'an'dan ve gerek Sünnet'ten keramete delil olarak zikredilen nasslar incelendiğinde bu tür olağanüstülüklerin, ancak salih kişinin bir sıkıntıyla karşı karşıya kalması durumunda sözkonusu olabildiği, her zaman böyle bir şeyin vuku bulmadığı görülecektir. Ayrıca böyle bir kerâmetin vuku bulması, salih kişinin ne iradesi ve ne de bilgisi dahilinde olan bir husustur. Vuku bulduğunda da, salih kişinin o sıkıntısını hafifletmek veya yok etmek; o sıkıntıyı atlatmak için bir çıkış yolu şeklindedir.

Kerâmetin çekildiği en tehlikeli alanlardan biri, hiç şüphesiz, salih kişinin gaybı bildiği, kalbleri okuduğu şeklindeki kanaattır.

KELİME-İ ŞEHADETİ GETİRMESİNİ BİLMEYEN KİMSE İLE EVLENMEK CAİZ MİDİR?

Kelime-i şehadeti getirmesini bilmeyen kimse şayet öğrenmek için çalıştığı halde öğrenmemiş fakat Allah, Peygamber ve bütün İslam hükümlerine inanıyorsa müslümandır. Onunla evlenmekte beis yoktur. Ama öğrenmek için çalışmazsa müslüman sayılmadığından onunla evlenmek caiz değildir. Vaki olduğu takdirde evlilik hayatı gayr-ı meşru'dur.

KELİME-İ TEVHÎD

Tevhîd birleştirme, birleme, bir olduğunu kabul etme ve bu şekilde inanma demektir. Istılahı manası ise; Allah'tan başka ilâh olmadığına iman etmek, O'ndan başka Rab ve Ma'bud tanımamaktır. Başka bir deyişle; ihtiva ettiği manaya gönülden inanarak "Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlüllah" sözünü söylemektir. İşte "Allah'tan başka ilâh yoktur Muhammed Onun Rasûlüdür" anlamına gelen bu söze"Kelime-i Tevhîd" denir.

"Kelime-i Tevhîd " tüm semâvî dinlerin ortak inanç esaslarının temelini teşkil eder. Bu temele dayanmayan inanışların ve ibadetlerin tümü batıldır, Allah'ın yanında makbul değildir. Nitekim, Cenab-ı Allah'ın göndermiş olduğu elçilerinin tümüne vahyettiği ve insanlara tebliğ edilmesini istediği en önemli husus, "Tevhîd" inancının esasını teşkil eden bu kutsal kelimedir. Hak Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de, son elçisi Hz. Muhammed (s.a.s)'e hitaben:


"Senden önce hiçbir rasûl göndermedik ki ona; Benden başka ilâh yoktur, şu halde bana kulluk edin, diye vahyetmiş olmayalım" (el-Enbiyâ, 21/25) buyurmakla bu gerçeği dile getirmiştir.

Allah'tan başka ilâh tanımamak ve yalnızca O'na ibadet etmek tüm semâvî dinlerin ortak hedefidir. En güzel ifadesini "Kelime-i Tevhîd"de bulan bu husus, ehemmiyetine binaen, hem Kur'ân-ı Kerîm'de, hem de Rasûlüllah (s.a.s.)'ın hadislerinde çokça zikredilmiştir. Kur'ân'da:

"Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır" (el-Bakara, 2/255).

"Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır, en güzel isimler O'na mahsustur" (Tâhâ, 20/8).

"O, sizin Rabbiniz olan Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. Herşeyin yaratıcısı O'dur" (el-En'âm, 6/102).

"Allah ile birlikte başka bir ilâh çağırma. O'ndan başka ilâh yoktur. O'nun zatından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz O'na döndürüleceksiniz" (el-Kasas, 28/88) buyurulmaktadır. Rasûlüllah (s.a.s.)'ın hadislerinde de "Kelime-i Tevhid"le ilgili şu ifadelere rastlıyoruz:

"Her kim, Lâ ilâhe illâllâh der ve Allah'tan başka tapılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına dokunmak haram olur. Hesabı da Allah'a kalmıştır" (Müslim, İman, 37).

"Lâilâhe illallah, Allah için yüce ve şerefli bir sözdür. Bunu samimiyetle söyleyen cenneti kendine vacip kılar. Yalandan söyleyen de malını ve kanını korumuş olur, fakat gideceği yer cehennemdir" (Alauddin Ali el-Hindi "Kenzü'l-Ummâl", l, 220).

"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in, O'nun elçisi olduğuna şehadet getirerek Allah'a mülaki olan kimse cennete girer" (a.g.e., l, 215).

"Lâilâhe illallah" çok vecîz ve mana yönünden oldukça kapsamlı bir sözdür. Türkçe'ye"Allah'tan başka ilâh (tanrı) yoktur" şeklinde tercüme edilebilir. Ne var ki, Allah ve ilâh kelimelerinin ifade ettiği manalar tam olarak anlaşılmadıkça "Allah'tan başka ilâh yoktur." sözü; "Kelime-i Tevhid"in, kafalara ve gönüllere yerleştirmek istediği mefhumu ifade etmekte çok kısır kalacaktır. Kaldı ki, hiç kimsenin mü'min ve muvahhid sayılabilmesi için, Kur'ân'ın tanımladığı şekilde Allah'a iman etmesi ve tüm içtenliğiyle O'na teslim olması gerekir. Aksi takdirde "Kelime-i Tevhid"i diliyle söylediği halde, tevhide aykırı düşünce ve davranışlarından dolayı iman dairesinden çıkarak kâfir olması içten bile değildir.

Kur'ân-ı Kerîm, Cenab-ı Allah' şöyle tanımlıyor:

"Allah bir tektir (el-İhlâs, 112/1), O'ndan başka hiçbir ilah yoktur (el-bakara, 2/255). Tüm âlemlerin Rabbi'dir (Fatiha, 1/1), herşeyin yaratıcısı O'dur (el-Enam, 6/102), hüküm yalnızca Allah'ındır (ez-Zümer, 39/3), rızkı veren O'dur (ez-Zariyat, 51/58), dirilten de öldüren de (Alû İmran, 3/156), hastalara şifa veren de O'dur (el-En'âm. 5/59). O, her şeyi; gizli olanı da açıkta olanı da bilir. (İbrahim, 14/38). O'nun irade ve izni olmadan bir yaprak dahi dalından düşmez" (el-Mâide, 6/59). Kısacası Allah, akla gelebilecek her türlü noksanlıklardan münezzeh ve en mükemmel sıfatlarla muttasıftır.

Kur'ân âyetlerinden de anlaşılacağı gibi, insanın mü'min ve muvahhid sayılabilmesi için, Allah hakkındaki düşüncelerinin sağlıklı olması, "Tevhîdi" çizgiyle paralellik arzetmesi gerekir. Bir yandan "Allah'tan başka ilâh yoktur " deyip diğer Yandan O'nun hükmünü reddetmek ya da hâkimiyetinde O'na ortak koşmak, kesin olarak haram kıldığı bir şeyi helâl, helâl kıldığı bir şeyi haram saymak, yalnızca kendisine mahsus özelliklerden birini veya birkaçını, yaratılmışlardan herhangi birine isnad etmek, Allah'a yaklaştıracak veya O'nun katında şefaatçi olacak diye O'ndan başka dostlar edinip bunları ulûhiyyet derecesine çıkarmak, Tevhîd inancıyla asla bağdaşmaz. Bu tür düşünce ve inançlara sahip kimse "Allah'tan başka ilah yoktur." demekle iman etmiş sayılmaz. Cenab-ı Allah bu gibi kimseleri yalancı ve inkarcı diye nitelemektedir:

"Halis din yalnız ve yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dostlar edinenler; bizi, sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ediyoruz, derler. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah, yalancı ve inkârcıyı hidayete erdirmez" (ez-Zümer, 39/3).

"Yoksa onlar, câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi anlayan bir toplum için hükümranlığı Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır?" (el-Tevbe, 5/50).

"Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara; yalnız bir ilaha tapmaları emredilmişti. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır " (et-Tevbe, 9/31).

Evet, "Kelime-i Tevhîd"; düşünce ve davranışlarda, şirkin her türlü pisliğinden arınmayı, sadece Allah'ın emirlerine boyun eğerek tâğûtun her çeşidini reddetmeyi gerektirir. Artık:

"Her kim tâğûtu reddedip Allah'a inanırsa, asla kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmış olur" (el-Bakara, 2/256. Ayrıca bk. La ilaha illallah).

KELÂM İLMİ

İslam'ın inanç esaslarını inceleyen ilim. Tarih boyunca hem adı, hem de muhtevası çeşitli değişikliklere uğradı. Sözgelimi iman temellerini (akide) incelediği için Akaid ve Usuli'd-Din; konularının ağırlığımı Allah'a iman, Allah'ın birlenmesi (tevhid) ve sıfatları oluşturduğu için İlm-i Tevhid ve Sıfât; fıkhın inançla ilgili yönlerini ele aldığı için Fıkhu'l-Ekber (Büyük Fıkıh); temel yöntem olarak düşünme ve akıl yürütmeyi seçtiği için İlm-i İstidlal ve Nazar gibi adlarla anıldı.

Kelâm ilmi kelâmcılar tarafından konusu ve amaçları açısından farklı biçimlerde tanımlanmıştır. Konusuna göre Kelâm ilmi, "Allah'ın zat ve sıfatlarından, peygamberlikle ilgili konulardan, başlangıç ve sonları bakımından varlıkların durumlarından İslâm'ın teınel nasları doğrultusunda söz eden ilim" olarak tanımlanır. Tanıma "başlangıç ve sonları bakımından" kaydı Kelâm'ı tabii bilimlerden; "İslâm'ın temel nasları doğrultusunda" kaydı da felsefeden ayırmak için konulmaktadır. Kelam, amaçları açısından da "kesin delillere dayanarak muhaliflerin ileri sürdüğü şüphe ve itirazları ortadan kaldırmaya ve bu yolla İslâm inançlarını ispatlamaya çalışan ilim" olarak tanımlanır.



Kelâm ilminin muhtevası, tarihi içinde giderek genişlemiştir. Başlangıç döneminde Kelâm ilminin başlıca konusu Allah'ın zatı, sıfatları ve fiilleridir. İslâm dünyasında felsefenin yaygınlık kazanmasından sonra Kelâm'ın konusu genişleyerek "varlık" (mevcud)u da içine aldı. Ancak Kelâm "varlık"ı tabii bilimler gibi değil, başlangıcı ve sonu açısından (mebde ve mead), yaratılışı ve döneceği yerle ilgili meseleler açısından konu edinir. Gazalî'den (ö.505/1111) sonraki kelâmcılar döneminde Kelam ilmi'nin muhtevası daha da genişleyerek felsefenin konularıyla birlikte mantığın birçok temel konusunu da içine aldı. Bu dönemde Kelâm, bir bilgi nesnesi (malum) olabilen hemen tüm konularla ilgilenmeye başladı. Bu dönemde Kelâm ilminin ilgilendiği bilgi konuları iki ana öğeden oluşuyordu. Birinci öğeyi mesâil ve makasıd denilen temel dini inançlar; ikinci öğeyi de mebâdi ve vesâil adı verilen, temel dini inançları ispatlamaya yarayan bilgiler meydana getiriyordu. Örneklemek gerekirse, "Allah vardır ve birdir" gibi inanç esasları mesail ve makasıdın; "cevherler arazlardan hali değildir, evren sonradan varolmuştur, hadistir" gibi hükümler de mebadi ve vesail konuları içinde yer alıyordu. Ondokuzuncu yüzyıldan bu yana Kelâm'ın muhtevasında yeni değişiklikler gözlendi. Yeni İlm-i Kelâm dönemi olarak adlandırılan bu dönemde Kelam ilmi, felsefi bir görüş olarak materyalizmi bütün biçimleriyle reddeden, dine karşı yapılan biyolojik ve psikolojik eleştirileri cevaplayan, yeni felsefe akımlarını İslâm esasları açısından eleştiren, tabii bilimlerden yararlanarak Allah'ın varlığını kanıtlayan, İslâm'ın inanç ilkelerini açıklayan bir ilim durumuna geldi.

Kelâm bilginlerine göre Kelâm ilminin çeşitli amaçları vardır. Bunlardan ilki, Kelâm'la uğraşanlara ilişkindir. Bu amaç, kişiyi taklit düzeyinden araştırma ile elde edilen kesin bilgi (tahkik) düzeyine yükseltmektir. Kelâmla uğraşmayanlara ilişkin olan ikinci amaç, inanç sorunlarını açıklığa kavuşturarak doğru yolu arayanları aydınlatmak ve şüpheleri, itirazları ortadan kaldırarak inanmamakta inat edenleri susturmaktır. İslâm'ın temel inançlarına ilişkin olan üçüncü amaç, temel inanç ilkelerini yanlış yoldakilerin ortaya attıkları şüphelerle sarsılmaktan korumaktır. Dördüncü amaç, diğer İslâm ilimlerine ilişkindir. Bu, İslâm ilimleri için üzerinde hareket edebilecekleri sağlam bir inanç temeli hazırlamaktır. İnsanın davranışlarına, edimlerine ilişkin olan beşinci amaç, kişinin davranış ve edimlerindeki niyet ve inancı güçlendirmek, sağlamlaştırmaktır. Nihayet bütün bu amaçların toplamıyla ulaşılacak asıl büyük amaç ise kişiyi dünya ve âhiret mutluluğuna ulaştırmaktır.

Kelâm ilmini ortaya çıkaran nedenler Hz. Peygamber (s.a.s)'in ölümünden hemen sonraki döneme kadar uzanır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in ölümünden sonra İslâm toplumunda giderek artan anlaşmazlık ve toplumsal olaylar inanç konularına ilişkin görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasına yol açtı. Hilafet tartışmaları, iç savaşlar, çeşitli din ve kültürlerle başlayan ilişkiler, felsefi düşüncenin çeviriler yoluyla yaygınlık kazanması, kimi âyet ve hadislerin farklı biçimlerde yoruma imkan tanıması gibi etkenlerle Allah'ın sıfatları, kader, büyük günah (kebâir) işleyen insanın durumu, imamet gibi konularda çeşitli görüşler oluştu. İlk yüzyılın sonuna kadar süren tartışmalar, ikinci yüzyılın başında bütün bu konuları sistemli biçimde ele alan ilk kelâm okulunun doğmasına neden oldu. Vasıl b. Ata (ö. 131/748) ve Amr b. Ubeyd (ö.144/761) tarafından kurulan bu Kelâm okulu Mutezile olarak adlandırıldı. Mutezile okulu, iki yüzyıl boyunca tek okul olarak inanç konularındaki anlaşmazlıkları belli bir sistem içinde çözümlemeye, İslâm'a yöneltilen eleştirileri cevaplamaya çalıştı. Ancak kendi içinde bütünlüğünü koruyamayarak ayrıntılara ilişkin kimi küçük görüş ayrılıkları üzerine kurulan çok sayıda kola ayrıldı.

Kelâm ilmi alanındaki Mutezile egemenliği, dördüncü yüzyılın başlarında Mutezile içinde yetişen büyük Kelam bilgini el-Eş'ari (ö.324/936) tarafından kurulan ilk Sünni Kelâm okulu ile sona erdi. El-Eş'ari, kelam anlayışını Basra ve Bağdat'ta yayarken, aynı zamanda Maveraünnehir'de Maturidi (ö.333/944) tarafından sünni Kelâm'ın ikinci büyük okulunu ortaya çıkardı. Kurucularının adından hareketle Eş'ariye ve Mâturidiyye olarak adlandırılan bu iki okul, küçük farklarla Sünnî inanç esaslarını belirledi ve zamanla İslâm dünyasında etkinlik kurdu. Mutezile okulu ise, varlığını ancak çok sınırlı bir çevre içinde sürdürebildi.

Sünnî Kelâm ilmi, tarih içinde geçirdiği aşamalar açısından başlıca dört dönemde incelenir. el-Eş'ari ile başlayan ve Gazali'nin hocası el-Cüveyni (ö.478/1085) ile sona eren ilk dönem, Mütekaddimin (Eski Kelamcılar) dönemi olarak adlandırılır. Gazali ile birlikte ikinci dönem başlar. Müteahhirin (Sonraki Kelamcılar) dönemi olarak adlandırılan bu dönemde Kelâm ilmi felsefe ile yoğun bir ilişki içindedir ve bu nedenle "felsefe ile meczedilmiş Kelâm devri" olarak da tanımlanır. Hicrî sekiz Miladi ondördüncü yüzyıl ortalarından başlayarak Miladi ondokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar süren üçüncü dönem, Kelâm ilminin duraklama ve gerileme dönemidir. Bu dönemde, önceki kelâmcıların eserlerine yorum ve açıklamalar yazılmakla yetinilmiştir. Kelâm ilmi, on dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlarında yeni bir döneme girdi. Çağın istek ve ihtiyaçlarına cevap verme zorunluluğunun doğurduğu bu yeni dönem Yeni İlm-i Kelâm dönemi olarak anılır.

KELİME-İ ŞEHÂDET

İslâm'a girişin temel şartı olan cümle. Bu Arapça cümle, "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve rasûluh"tur. Şehadet cümlesi tevhidi ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini ifade eden iki bölümden oluşur. Birinci bolümde Allah'tan başka ilah olmadığına, ikinci bölümde de Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna tanıklık edilir. Bu tanıklık kesinlik kazanan bir bilgi ve inancın dille açıklanması anlamındadır.


İslâm, Allah'ın birlenmesi (tevhid) ile Rasul'ün Allah'tan getirdiklerinden oluşur. Diğer tüm inanç esasları, insan ve toplum hayatını düzenleyecek emir ve yasaklar, Allah'a ve Peygamber'inin O'ndan getirdiklerine inanmanın içindedir. Bu nedenle Kelime-i Şehadet İslâm'ın en özlü bir ifadesidir ve bu cümlenin söylenmesi tüm İslâm'ın topluca (mücmel olarak) kabulü anlamına gelir. Kişinin Allah'tan başka ilah bulunmadığını söylemesi, Kur'an'ın tanımladığı tüm isim ve sıfatları ile Allah'ın varlığına iman ettiği; Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu söylemesi de onun Allah'tan getirdiği tüm emir ve yasaklara, tüm haberlere inandığı, bunlara itaatla yükümlü olduğunu kabul ettiği anlamına gelir. Aynı cümle içinde Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah'ın "kulu" olarak tanımlanması da Rasul'ün sözgelimi Hristiyanların yaptıkları gibi yüceltilmemesi, tanrılaştırılmaması gereğini ve bununla ilgili yükümlülüğü belirtir.

Kelime-i Şehadet-i söyleyen kişi müslüman ve İslam toplumunun bir üyesi olur. Artık İslâm hukukunun müslümanlara tanıdığı tüm haklara sahiptir. Eğer müslümanlarla savaş halindeki bir toplumun üyesi (harbi) ise dokunulmazlık kazanır. Öldürülemez, esir edilemez, mal varlığına el konulamaz. Hiç kimse Kelime-i şehadet'i söylemeye zorlanamaz; zorlanan kişinin şehadeti geçerli sayılmaz. Buna karşılık kendiliğinden şehadet getiren kişiden girdiğini ilan ettiği İslâm'ın tüm kural ve gereklerini öğrenmesi, yerine getirmesi beklenir.

KEFFÂRET

Yanlışlıkla veya mecburiyet sonucu işlenen günahın bağışlatılması için şer'i olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.

Bazı fiilleri işleyen mükelleflerin; günahlarının örtülmesi için İslam'ın koyduğu bazı yükümlülükler. Kâfirler işledikleri günahlardan dolayı keffaret vermezler. "-Zira keffâret bir ibadettir" (Merginâni, Hidâye, II, 75). Aynı zamanda bunun; bazı fiilleri irtikap eden mü'minler için bir ceza olduğu bilinmektedir. Molla Hüsrev: "Keffâret; ukûbat (ceza) ile ibadet arasında cereyan eder" diyerek, her iki unsurun bir arada olduğuna işaret etmiştir. İslâm fıkhında; 1) Orucu kasden ve taammüden bozmanın keffâreti. 2) Hataen bir mü'mini öldürmenin kefâreti. 3) Zıhâr keffâreti. 4) Hacc ibadeti esnasında, ihramlı iken tıraş olmanın keffâreti. 5) Yemini bozmanın keffâreti diye beş çeşit keffaret vardır.


Ramazan orucunu kasden bozmanın keffareti: Kur'ân-ı Kerim'de "Amellerinizi iptal etmeyiniz" (Muhammed, 47/33) emri verilmiştir. Kesin bir farz olan orucu; meşru bir sebep yokken (kasden) bozmak bir suçtur. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kim Ramazan ayında orucunu bozarsa, onun üzerine zıhar yapan kimsenin üzerine lâzım gelen şey (keffâret) gerekir" (İbnu'l Humâm, Fethu'l-Kadir, II, 70). Dolayısıyle kasden orucunu bozan kimse arka arkaya altmış gün oruç tutmak zorunda kalır. Bu onun üzerine farzdır. Ayrıca bozduğu orucu kaza etmek durumundadır. el-Merginani: "Farz oruçların dışındakilerde (Nafile oruçlarda) keffaret yoktur. Çünkü Ramazan ayında tutulan farz orucu bozmak bir suç teşkil eder ve nafile oruçlarla aynı şekilde mütâlâa edilemez" (Merginâni, a.g.e, I, 125).

2) Hata ile bir mü'mini öldürmenin keffâreti: Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Bir mü'minin diğer bir mü'mini, yanlışlık eseri olmayarak (kasden) öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse; mü'min bir köle azad etmesi ve (ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Meğer ki onlar (ölenin yakınları) o diyeti sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer öldürülen mü'min olmakla beraber, size düşman olan bir kavimden (Dâru'l-Harp ahalisinden) ise o zaman öldürenin bir mü'min köleyi azad etmesi lâzımdır. Şayet kendileriyle aranızda anlaşma olan bir kavimden (Darû'l-Musalaha ahalisinden) ise, o vakit (bunları) bulamazsa Allah tarafından tövbeşinin kabulü için, birbiri ardınca iki ay oruç tutması gerekir. Allah her şeyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir" (en-Nisâ, 4/92).

3) Zıhar Keffareti: Cahiliyye döneminde Araplar arasında yaygın olan âdetlerden birisi de şuydu: Bir erkek karısını boşamak istediği zaman ona; "-Sen bana annemin sırtı gibisin" derdi. Bu sözle boşamanın gerçekleşmesi örf halini almıştı. Sahabe'den Evs b. Sâmit (r.a) eşi Havle binti Sa'lebe'ye kızarak: "-Sen bana annemin sırtı gibi ol" der ve evi terkeder. Havle binti Sa'lebe (r.an.) Rasûlüllah(s.a.s)'a başvurarak "İhtiyarlığını, fakirliğini, çocuklarına bakacak bir durumu olmadığını" bildirerek buna bir çare bulunmasını ister. Bu arada Cenab-ı Hakk'a yalvarmayı da ihmal etmez. Bunun üzerine Zıhar ile ilgili aşağıdaki âyet-i kerimeler inmiştir:

"(Habibim) Zevce hakkında seninle (çare bulunması için) direşip duran ve Allah'a da yalvarmakta olan (kadın) ın sözünü (umulduğu vech ile) dinlemiştir. Allah sizin konuşmanızı (zaten) işitiyordu. Çünkü Allah hakkı ile işitici, kemaliyle görücüdür. İçinizden zıhar yapagelenlerin (hanımları) onların anneleri değildir. Anneleri kendilerini doğurandan başkası değildir. Şüphe yok ki onlar, herhalde çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok yarlığayıcıdır. Kadınlarından zıhar ile ayrılmak isteyip de, sonra dediklerini geri alacaklar (için) birbirleriyle temas etmeden önce, bir köle azad etmeleri lâzımdır. İşte size bununla öğüt veriliyor. Allah ne yaparsanız hakkı ile haberdardır. Fakat kim (bunu, köleyi) bulamazsa; birbiriyle temas etmeden önce fasılasız iki ay oruç (tutsun). Buna da güç yetiremezse, altmış yoksulu (doyursun). Bu (hafifletme) Allah'a ve Rasûlüne iman (da sebat) etmekte olduğunuz içindir. Bu (hükümler) Allah'ın (tayin ettiği) hudutlardır. (Bunları kabul etmeyen) kâfirler için ise, elem verici bir azab vardır" (el-Mücâdele, 58/1-4). İslâm hukukçularına göre; "Zıhar'dan vazgeçmek isteyen kimse; azad etmek için köle bulamazsa, hiç ara vermeden iki ay oruç tutar. Eğer sağlık durumu buna elverişli değilse; altmış miskini ve fakiri doyurur. Bu sıranın gözetilmesi zorunludur (İbnü'l-Hümâm, a.g.e., III, 233).

4) Hac ve umre ibadeti sırasında, ihramlı iken işlenen cinayetlerin keffâreti: Hem hacc, hem umre ibadetinin sadece Allahü Teala'nın rızası için edâ edilmesi esastır. Mükellef; niyet ederek ve telbiye yaparak ihrama girmek durumundadır. İhram'a bürünen kimse, bazı hususlara riâyet etmek zorundadır. İhramlının sakınması gereken şeyler âyet ve hadislerle belirlenmiştir. Meselâ; İhrama giren mükellef; herhangi bir zaruret olmadan başını tıraş ederse, başka bir ceza değil, doğrudan doğruya kurban kesmesi gerekir. Zaruret hali bulununca ihramlıya bazı kolaylıklar getirilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Artık içinizden kim hasta olur veya başından bir eziyeti bulunursa; ona oruçtan ya sadakadan ya kurbandan (birisiyle) fidye vacip olur" (el-Bakara, 2/196). Dolayısıyla dilerse üç gün oruç tutar dilerse altı fakire üç sa' (yaklaşık 10 kg) buğdayı sadaka olarak verir.

5) Yemini bozmanın keffâreti: Kur'ân-ı Kerim'de: "(Yeminin) Keffâreti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sinden, on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahud bir köle azad etmektir. Fakat kim (bunları) bulamazsa, üç gün oruç tutması lâzımdır. İşte bu, and (yemin) ettiğiniz vakit (onları bozmanın) keffâretidir. Yeminlerinizi muhafaza ediniz. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor. Ta ki şükredesiniz" (el-Mâide, 5/89) buyurulmuştur. Rasûl-i ekrem (s.a.s)'in döneminde, yemin keffareti için yoksula ne kadar verildiğini izah için, İmâmu Buhâri "Kitabu'l Keffâret" adı altında, ayrı bir bölüm ayırmıştır. Keffâretlerde illet kesin olarak belli değildir. Bu yüzden kıyas yoluyla, hükmü benzer olaylara uygulamak imkanı bulunmaz, keffaretler kitap ve sünnetteki sıra gözetilerek yerine getirilir (Buhârî, Sahih, VII, 235-240).

KEFİL

Birleştirmek ve ilâve etmek. Terim olarak ise kefalet, bir borcun ifası veya bir hakkın yerine getirilmesi hususunda kefilin zimmeti ile asıl borçlunun zimmetini birleştirmektir. Yani bir borcun ödenmesinde nasıl borçlu ile kefil birlikte sorumludurlar. Buna göre kefil de (asıl borçlu ödemediği zaman) bir borcun ödenmesini üzerine alan kimsedir.

İslâm hukukunda bazı işlerin, asıl sorumlular adına başkaları tarafından, yerine getirilmesi caizdir. Başkaları adına yapılan bu işler, vekâlet, kefâlet, vesâyet ve velâyet gibi bölümlere ayrılır. Bu konuların biri diğerinden farklı olduğu için böylece dört beş kısına ayrılmış olabilir. Başka bir deyişle ifade edecek olursak, kefîl, vekîl, vasî ve velî başkaları adına akid yapan ve bu akdin gereğini yerine getiren şahıslardır. İşte kefil de başkasının üzerinde olan bir borç veya bir hakkın sağlanmasını üstlenen şahsa denir.



Kefalet, âyet ve hadisle sabittir. Kur'an-ı Kerim'de "Zekeriyya'yı ona (Meryem'e bakmaya) memur etti" (Âlu İmrân, 3/37). (Yani Zekeriya (a.s) Meryem'i kendi ailesine kattı, himayesine aldı, ona kefil oldu demektir). "Hükümdarın su kabını kaybettik, onu getirene bir deve yükü bahşiş verilecek, buna ben kefil oluyorum" dediler (Yûsuf, 12/72), buyurulmaktadır. Hz. Peygamber de bir hadislerinde "ben ve yetime kefil olan, Cennette beraberiz" (Buhârı, Talâk, 25) buyurmuşlardır.

Hz. Peygamber (s.a.s) geldiği zaman halk biribirine kefil oluyordu ve Rasûlü Ekrem Efendimiz buna bir şey söylemeyip tasvip buyurdular (es-Serahsî, el-Mebsût, 19/161).

Kefâlet bir akid olduğu için, alacaklı, borçlu ve kefilin bu işe rıza gösterip kefil olma teklifinin taraflarca kabul edilmesi gerekir.

Teberru ve bağış yapma ehliyetine sahip olmayan kimseler kefil olamazlar. Kefil olacak kimse de teberru ehliyetinin bulunması şarttır (Mevsili, el-İhtiyâr, II, 167; ayrıca bk. "Kefâlet" mad.).

KEFÂLET

Bir şeyi bir şeye katmak ve eklemek. Kefilin zimmetini, esas borçlu olan kişinin zimmetine mutlak bir şekilde eklemek demektir. Bu tarifteki mutlak ifadesiyle kefâlet; şahıs, borç veya belirli bir mal üzerindeki kefâleti kapsamaktadır. Kefâlet, borcu veya yüklendiği hususu kefilden isteme hakkı verir, yoksa borç, esas borçludan düşüp de kefil üzerinde sabit olmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910, VI, 2; İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kahire, t.y., V, 389; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, t.y., IV, 260). Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre kefâlet; kefilin zimmetini, kefil olunanın zimmetine, onun borcunu kendi üzerine alarak eklemektir. Bu tarife göre, borç, hem esas borçlu, hem de kefil üzerinde sâbit olmaktadır (İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., IV, 534; eş-Şirbînî, Muğni'l-Muhtâc Şerhu'l Minhâc, Mısır, t.y., II, 198). Şahıs ve ya belirli mal üzerindeki kefâletin hak sahibine yalnız "yüklenilen şeyin ifasını isteme" hakkını verdiği konusun dâ iki tarif zorunlu olarak birleşmektedir. Borca kefâlette, borç (deyn) asılın üzerinde devam etmekle birlikte kefilin zimmetinde sâbit olmaktadır. Alacaklı bunlardan yalnız birisinden borcu alma hakkına sahip olduğu için, sonuç olarak borç zimmeti tek kişide toplanmaktadır. Eğer borca kefâlet, mücerred "isteme hakkı"ndan ibaret olsaydı, alacağın, kefil öldükten sonra onun terekesinden alınamaması gerekirdi. Çünkü şahsa kefâlette olduğu gibi, kefilin ölümü ile, ondan alacağı isteme hakkı düşer, fakat mirasından alınır (İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 261).

Kefâlet; Kitap, Sünnet ve İcmâ' delillerine dayanır.


Kur ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Rabbi O'na (Meryem'e), Zekeriyya'yı kefil kıldı" (Alu İmrân, 3/37). Burada, Zekeriyya (a.s)'nın Hz. Meryem'in bakımını üstlendiği belirtilmektedir. "Bunun üzerine Hz. Yûsuf'un adamları: Biz hükümdarın su kabını kaybettik. Bulup getirene bir deve yükü mükâfat var, dediler. Başkanları da. Ben bu mükâfatın verileceğine kefilim, dedi" (Yûsuf, 12/72).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kefil, üzerine aldığı borcu bizzat yüklenendir" (Ebû Davud, BUYÛ, 88; Tirmizî, Büyû, 39; Vesâyâ, 5; İbn Mâce, Sadakât, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 267, 293). Hz. Peygamber'e namazı kıldırması için bir cenaze getirilmişti. Miras olarak bir şey bırakıp bırakmadığını sordu?. Bir malı olmadığını söylediler. Bir borcu var mıdır? diye sordu. "Evet iki dinar borcu var?" denilince; cenaze namazını kıldırmak istemedi ve "Arkadaşınızın namazını siz kıldınız" buyurdu. Ebû Katâde'nin; "Ey Allâh'ın elçisi, bu iki dirhemi ben üzerime alıyorum" demesi üzerine, Hz. Peygamber onun namazını kıldı (Buhârî, Havâlât, 3, 6; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 237 vd.).

Diğer yandan İslâm hukukçuları; insanların ihtiyacı ve borçlunun sıkıntısının giderilmesi için kefâletin caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Sadece bazı ayrıntılarda görüş ayrılığı vardır.

İyi niyetle kefil olma, kefile sevap kazandıran taat kabılinden bir ameldir. Kefil olan kimse Allâhu Teâlâ'nın yardımını üzerine çeker. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir kimse mü'min kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allahu Teâlâ da o kimsenin yardımındadır" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 274). Diğer yandan, insanlar arasında iyilik iyiliği çeker. Karşılıklı yardımlaşmaya sebep olur. Kur'ân'da şöyle buyurulur: "iyiliğin karşılığı ancak iyilikten başka bir şey değildir" (er-Rahmân, 55/60).

Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre kefâletin rüknü, kefilin teklifi ve alacaklının kabulünden ibarettir. Çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, kefil olacak kimsenin "ben kefilim" demesi yeterlidir kabul bir rükün değildir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s), Ebû Katâde'nin, ölen bir kimsenin borcunu üstlenmesine karşı çıkmamıştır (bk. Buhârî, Havâlât, 3, 6). Ancak borçlunun rızasının gerekmediği konusunda İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır. Çünkü başkasının borcunu izinsiz ödemek caiz olunca, bu borca kefil olmak öncelikle caiz olur. Diğer yandan iflas etmiş olarak ölen bir kimseye kefâletin geçerli olduğunu, Ebû Hanîfe dışındaki bütün fakihler kabul ederler (el-Kâsânı, a.g.e., VI, 2; İbnu'l-Hümâm, a.g.e., V, 390; İbn Âbidin, a.g.e., IV, 260; eş-Şirazî, el-Mühezzeb, I, 340; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire, t.y., V, 535)

Kefillik şahıs veya mal yahut nakit para borçları için söz konusu olur. Şahsa kefil olmak onu belirli bir tarihte, belirli bir yerde hazır bulundurmayı eder. Mal veya paraya kefillikte ise, asil borçlu mal ya da para horcunu vadesinde ödemezse, kefil bunları alacaklıya ödemeyi üstlenmiş olur.

Kefillik mutlak ve mukayyed olmak üzere de ikiye ayrılır:

1. Mutlak kefillik: Borcun ödenme şekil ve vadesinde söz etmeksizin yapılan kefillik sözleşmesidir. Burada borç peşin ödenecekse, kefillik de başlamış olur. Borç va'deli ise kefil bu vade sonuna kadar süreye sahip olur.

2. Mukayyed kefillik: Kefillik için bir ay veya bir yıl gibi sure sınırlaması yoluna gidilebilir. Kefillik süresinin, asıl borç suresine denk, ondan az vefa süre olması mümkün ve câizdir. Çünkü borcu istemek alacaklının hakkı olup, o, kefil ve asil ile dilediği şekilde anlaşma yapabilir.

Kefalet akdi, bir yıl gibi bir süreyle sınırlandırılmış ise, süre dolmadan borçlu ölse, onun malından ödenmesi gerekli olur. Kefil için süre devam eder. Bir yıldan önce kefil vefat ederse, borç, onun malından ödenir hale gelir. Süre, asıl, borçlu için devam eder. Bu görüş Hanefi, Şâfiî ve Mâlikilere aittir. Çünkü Hanefîlere ölüm, zimmeti sona erdirir ve zarurî bazı durumlar dışında insanın ehliyetini ortadan kaldırır. Hanbelîlerin ibn Kudâme tarafından tercih edilen bir görüşüne göre, borçlar, ölüm sebebiyle muacceliyet kazanmaz. Çünkü borç bir vadeye bağlanmışsa, vade tarihi gelmedikçe talep edilemez (es-Serahsî, el-Mebsût, XX, 28; el-Kâsânî, a.g.e., V l, 3; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 545).

Bir kimse, bir şahsı belli bir yerde, meselâ mahkemede hazır bulundurmak üzere bir ay veya üç gün gibi bir süreyle kefil olsa, caizdir. Bu durumda kefilden kefâlet süresi geçmedikçe kefili olduğu kimseyi teslim etmesi istenemez.

Şartlı kefâlette, şartın kefâlet akdinin niteliği ile bağdaşır nitelikte olması gerekir. "Ali geldiği zaman onun kefiliyim veya Ali bu beldeyi terkederse onun kefiliyim" demek gibi. Yağmurun yağması veya rüzgârın esmesi gibi bir şarta bağlı olan kefâlet, derhal meydana gelir, vade geçersiz olur. Çünkü bu süreler belirsizdir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 4; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 414; İbn Abidîn, Reddü'lMuhtâr, IV, 277).

Kefâlet akdinin şartları

Bu şartlar; kefil, borçlu veya alacaklı ile ilgili olmak üzere üç kısına ayrılabilir.

1. Kefille ilgili şartlar: Kefilin akıllı olması ve büluğ çağına gelmiş bulunması gerekir. Akıl hastası ve küçük çocukların kefil olması geçerli değildir. Çünkü kefillik, başkasının borcunu yüklenme sebebiyle, bir teberru akdidir. Bu yüzden, teberru ehliyeti bulunmayan kimse kefâlet akdi de yapamaz. Bu konuda görüş birliği vardır. Sefahat sebebiyle kısıtlı bulunanlar da kefâlete ehil değildir. Kefâlet malî bir tasarruf olduğu için kefilin reşid olması gerekir (es-Serahsı, a.g.e., XX, 8; el-Kâsânı, a.g.e., VI, 5; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 262).

2. Borçlu (asil) ile ilgili şartlar:

a. Kefilin, kefâlet konusunu ifaya gücü yetmesi gerekir. Ebû Hanîfe'ye göre, borcunu ödemeye yetecek mal bırakmaksızın müflis olarak vefat eden kimsenin borcuna kefâlet geçerli değildir. Çünkü bu borç dünya hukuku bakımından düşmüştür. ibrâ ile düşen borçta olduğu gibi, buna da kefalet sahih olmaz. Ölünün zimmeti ölümle sona ermiştir. Onun zimmetinde borç devam etmez. Ebû Yûsuf, imam Muhammed ve çoğunluk İslâm hukukçularına göre, iflâs eden ölünün borcuna kefâlet geçerlidir. Delil, yukarıda verdiğimiz Ebû Katâde'den nakledilen hadistir. (bk. Buhârî, Havâlât, 3, 6).

b. Kefilin, borçlunun kimliğini bilmesi gerekir. Kefil, "İnsanlardan herhangi birisine kefil oldum" gibi belirsiz tasarrufta bulunsa, kefâlet geçerli olmaz (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 5 vd.; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 419; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 262, 278).

3. Alacaklıda bulunması gereken şartlar:

a. Alacaklının belirli olması gerekir. Aksi halde, kefâletten beklenen amaç gerçekleşmez.

b. Alacaklının, akit meclisinde hazır bulunması gerekir.

c. Alacaklının akıllı olması gerekir (es-Serahsî, a.g.e., XX, 9; el-Kâsânî a.g.e., VI, 6 vd.; İbnü'l Hümam, a.g.e., V, 417; İbnü'l-Arabî, Ahkâmî'l-Kur'ân, III, 1085; ibn Kudâme, a.g.e., V, 535 vd.).

4. Kefâletin konusu ile ilgili şartlar:

a. Kefâlet konusunun borçlu adına yüklenilmiş olması şarttır. Konunun borç, belirli bir mal, şahıs veya bir eylem olması mümkündür.

b. Akdin konusunun, kefil tarafından if asına guç yetirilmesi gerekir. Bu yüzden had ve kısas cezalan için kefâlet geçerli değildir.

c. Borcun, sahih ve lazım olması gerekir. Bu borç, ancak ibrâ veya edâ ile düşer. Bu şart, malla ilgili kefalete âittir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 9; İbnu'l-Hümâm, a.g.e., V, 402 vd.; ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, l l. 294; ibn Kudâme, a.g.e, l V, 536 539, 557; es-Serahsî, a.g.e, XX, 50).

Kefâletin hükümleri

Kefilin, asile rucû etme hakkı vardır. Kefâlet, borç üzerinde ise, kefil, ödemek zorunda kaldığı borcu asıl borçludan talep eder. Kefil iki kişi olursa,-borç onlardan yarı yarıya tahsil edilir. Daha sonra bu kefiller, bunu asıl borçludan isterler. Alacaklı, alacağını asıl borçludan veya kefilden dilediğini tercih ederek isteme hakkına sahiptir.

Kefil, borcu ödemeden önce, asıl borçludan isteyemez (es-Serahsî, a.g.e, XIX, 162; el-Kâsânî, a.g.e, VI, 10 vd.; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, V, 391, 403; eş-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1404/1984, V, 148, vd.)

Kefâletin sona ermesi

Mal ile ilgili kefâlet iki durumda sona erer.

1. Borcun alacaklıya ödenmesi. Bu ödeme ister asıl borçlu, isterse kefil tarafından yapılsın kefâlet akdini sona erdirir. Yine, alacaklı alacağını kefile veya asile hibe etse kefâlet ilişkisi sona erer. Çünkü hibe, edâ yerindedir. Kefile veya asile borcu tasadduk etmek hibenin benzeridir. Alacaklı vefat eder ve borçlu yahut kefil, ona mirasçı olursa yine kefâlet akdi sona erer. Çünkü mirasla onun zimmetinde bulunan şeylere de mâlik olunmuştur.

2. İbrâ ve bu anlamda olan tasarruflar:

Alacaklı, kefili veya asili borçtan ibrâ etse kefâlet sona erer. Ancak, yalnız kefili veya yalnız asili ibrâ etmesi, diğerini de ibrâ etmesi anlamına gelmez. Kefilin borçtan ibrâsı, yalnız borcun ondan istenmesi hakkını düşürür, fakat borcun aslını ortadan kaldırmaz. Ancak alacaklı borcun ödendiğini ikrar ve itiraf ederse, kefil de, asil de borçtan kurtulmuş olur.

Kefâlet sulh yoluyla da sona erebilir. Kefil, alacaklı ile iddia konusu borcun bir bölümü üzerinde anlaşsalar, iki durumda kefil ve asil birlikte borçtan kurtulmuş olurlar. Kefil ya; "Ben ve borçlu, ikimiz de geri kalan borçtan beriyiz" der veya mutlak ibrâ anlamında, alacaklı ile belli bir rakam üzerinde anlaşma yapılmış olabilir (Es-Serahsî, a.g.e., XX, 58, 91; el-Kâsâni, a.g.e., VI, 11 vd; İbnü'l-Hümam, a.g.e., V, 412)

Şahıs üzerindeki kefâlet üç durumda sona erer:

1. Kefil olunan şahsın teslim edilmesi: Bu, daha çok, bir tutukluyu veya tutuklanmayı gerektirecek bir suçla itham edilen kimseyi, duruşma için mahkemede hazır bulundurmak amacıyla yapılan bir kefâlet sözleşmesidir. Sanık, kefili tarafından belirtilen tarihte mahkemede hazır bulundurulunca akit sona erer. Mahkemenin bulunmadığı bir beldede, sanığı karakola teslim etmekle kefil görevini tamamlamış sayılmaz. Eğer, mahkeme bulunan şehirde, çarsı veya pazarda sanık teslim edilmiş olursa, kefâlet akdi sona erer. Çünkü, burada sanığı yargılama imkânı vardır. Kefil, sanığı kararlaştırılan şehirden başka bir şehirde teslim etse, Ebû Hanîfe'ye göre, yargılama imkânı doğduğu için kefâlet akdi sona erer. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise, belirlenen şehirde teslim etmedikçe, kefâlet sona ermez. Devlet başkanı yerine, hâkime teslim etmek kefâleti sona erdirir.

2. İbra: Hak sahibi, kefili, şahsa kefâletten beri kılınca, kefâlet akdi sona erer. Bu durumda sanık (asil) yükümlülükten kurtulmuş olmaz. Ancak, hak sahibi asile karşı, hakkından vazgeçerse, kefil ve asil birlikte yükümlülükten kurtulmuş olurlar.

3. Şahsa kefil olan kimsenin ölümü: Kefâlet konusu olan şahıs ölünce, kefil, kefâletten kurtulur. Çünkü artık onu belirlenen yerde bulundurmaya gücü yetmez. Kefil, öldüğü zaman da kefâlet akdi sona erer. Çünkü bu durumda da, onun kefil olduğu kimseyi hazır bulundurma imkânı yoktur. Onun mirası borca da kefâletin aksine bu görevi ifaya elverişli değildir.

Lehine kefil olunan şahsın ölümüyle, sahsa kefâlet sona ermez. Nitekim mala kefâlette de, alacaklının ölümüyle kefâlet sona ermiş olmaz. Çünkü kefilin, görevini ifaya gücü yetmektedir Bu durumda vasî veya vârisler, alacağı istemede, vefat edenin yerine geçerler (es-Serahsî, a.g.e., XIX, 166, 175; el-Kâsânî, a.g e., VI, 12 vd.; İbnü'l-Hümam, a.g.e., V, 393 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb fî Şerhi'l-Kitab, İstanbul t y, II, 153).

Belirli bir malın tazminine yönelik olan kefâlet akdi iki durumda sona erer:

Kefil olunan mal, mevcutsa bunun hak sahibine teslimi, malın helâk olması hâlinde ise mislini veya kıymetini verme durumunda kefâlet akdi sona erer. Hak sahibinin kefili kefâletten ibrâ etmesi hâlinde de akit sona erer. Çünkü kefil isteme, alacaklının hakkıdır Borçta olduğu gibi, onun düşürmesiyle kefillik de düşmüş olur (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 13).

Kefilin ödediği borç için asile rucû etmesi için şu şartların bulunması gerekir:

1. Kefâletin borçlunun izniyle olması. Borçlu olan bir kimse, borcu için birisine kefil olma izni vermemişse, başkasının onun adına yapacağı ödeme teberru niteliğinde olur. Eğer teberruda bulunan kefilin asıl borçluya rucû hakkı olsaydı, Hz. Peygamber'in, borçlu olarak ölen sahabenin namazını, Ebû Katade'nin tazmini sebebiyle kılmaması gerekirdi. Bu, Hanefi ve Şâfiîlerin görüşüdür. Mâlik ve bir rivâyette Ahmed b. Hanbel'e göre, ödemenin kendisi için ödeme yapılanın izniyle olması şart değildir. Çünkü bu, onun yükümlülükten kurtaran bir ödemedir. Bu, borçlunun ödemeden kaçınması hâlinde, hâkimin onun adına ödeme yapması gibidir

2. Ödemenin asıl borçlu adına yapılması. Kefil, temelde borçlunun borcunu yüklenir. Eğer borçlu tazmini kendisine izafe etmezse, kefille kendi arasında kuruları "karz akdi" gerçekleşmez. Çünkü kefâlet, borçluya göre ödünç para istemekten (istikraz), kefile göre ise ödeme yaptığı takdirde, borçluya ödünç para vermekten (ikraz) ibarettir. Kefil ödeme konusunda borçlunun naibi (vekili) durumundadır (es-Serahsî, a.g.e., XIX, 178; el-Kâsânî, a.g.e., VI, 13 vd.; İbnü'l Hümâm, a.g.e., V, 408 vd.; es-Şirâzî, a.g.e., I. 341; İbn Kudâme, a.g.e., IV, 449 vd.).

Kefilin asile rucû etmesi:

Hanefilere göre, kefil asile, onun adına ödediği meblağı ile değil, tazmin etmeyi üstlendiği miktar ile rucû eder. Çünkü o, borcu ödemekle asıl borçlunun zimmetindeki borca sahip olmuş bulunur. Kısaca, kefil, alacaklıya borcu başka cins paradan ödeyen kimseye borç yerine başka bir mal verse, asıl borçludan kefil olduğu miktarı taleb edebilir. Bir borcu vekil sıfatıyla ödeyen kimse ise, müvekkile ödediği şeyin cins ve miktarı ile rucû eder. Çünkü vekil, edâ ile borca mâlik olmuş sayılmaz. Belki, ödediği meblağı müvekkile ödünç (karz) olarak vermiş sayılır. Bu yüzden borçluya, ödünç verdiği şeyle rucû eder.

Ancak kefil sulh yoluyla borcun bir bölümünü ödemiş olursa, artık borçludan borcun tümünü değil, ödediği kadarını isteyebilir. Çünkü o, bu durumda bir bölümünü ödemekle tüm borca mâlik olmuş sayılmaz. Kefili borcun bir bölümünü sulh yoluyla düşmesinin, temlik sayılması halinde, kefilin ödediği ile borcun tamamı arasındaki fark faiz işlemine girer.

Şafiî ve Malikîlere göre, kefil borçluya fiilen ödemek zorunda kaldığı miktarla rucû eder. Borcun bir bölümü üzerinde sulh veya ibrâ halinde de, kefil ödediği kadarıyla rucû eder Hanbelilere göre ise kefil, asil borçla, fiilen ödediğinden hangisi azsa, onunla asile rucû eder. Çünkü, eğer borç, ödenenden azsa fazlalık teberru niteliğindedir. Ödenen azsa o, ödediği kadarıyla rucû edecektir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 14-15; el-Meydânî, a.g.e., II, 157; ibn Kudâme, a.g.e., IV, 551: ez-Zühaylî, a.g.e., V, 159-160)

Bir kimse, alıcı için satıcının sattığı mala, helâk olursa parasını yahut kıymetini vermek yahut rehin veren için, rehin alan kimseden dolayı rehin verilen mal helâk olursa, parasını yahut kıymetini vermek üzere kefil olursa, sahih olmaz. Çünkü satılan, satıcının elinde iken helâk olsa, alıcıdan bir şey alamaz. Rehin alanın yanındaki rehin helâk olsa, rehin alana bir şey lâzım gelmez. Buna göre, helâk olduğunda ödenmesi gerekmeyen mallara, kefil olmak geçerli değildir.

Bunun gibi, emânetlere, âriyetlere, kiralanan şeylere ve ortak mallara kefil olmak caiz değildir. Çünkü bunlar helâk olduğu takdirde ödenmeleri gerekmez. Ancak, satılan malın, alıcıya; rehin verilen malın, rehin verene; kiralanan malın kiracıya; satılan malın, parasının satıcıya teslim edilmesine kefil olmak mümkün ve câizdir (İbrahim Halebî, Şerh Mehmed Mevkûfâtî, Mültekâ Tercemesi, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1980, II, 87).

Kefâlet için bir ücret istemenin hükmü:

Kefâlet, bir teberru akdi ve kefilin kendisi sebebiyle sevap kazanacağı bir taattır. Çünkü bu, hayırda yardımlaşmadır. Diğer yandan kefil ödemek zorunda kalacağı şeyle, asile rucû eder. Bunun bir bedel talep edilmeksizin Allah rızası için ve karşılığı âhirette beklenmek üzere yapılması en güzelidir. Şüpheden uzak olan şekli de budur. Ancak alacaklı, kefilin ödemede bulunarak kendisine yaptığı iyiliğe bir karşılık olmak üzere, ona hibe veya hediye olarak bir şeyler verse bu câiz olur. Diğer yandan kefil, kefâletine bir karşılık veya belli bir ücret şart koşsa, kefil göstermek zorunda olan borçlu, meccânen kefil olacak birisini bulamazsa zarûret veya ihtiyaç sebebiyle ücret karşılığı kefâlet caiz olur. Günümüzde pek çok ticarî yatırımlarda ve taahhüt işlerinde istenen "teminat mektubu" da zaruret hâlinde bu gruba girebilir. Bu görüş İslâm hukukçularına göre şu esasa dayanır:

Kur'ân-ı Kerim öğretilmesi; imamlık, müezzinlik ve müftülük gibi, insanı Allah'a yaklaştıran bazı ibadet ve taatlerin ifası karşılığında ücret vermek, ihtiyaç sebebiyle caiz görülmüştür. Diğer yandan, hakkı hâkim kılmak, zulmü kaldırmak veya bir beldeden düşmanın zarar veya tehlikesini bertaraf etmek için düşmana rüşvet yoluyla bir şeyler verilmesinde de bir sakınca görülmemiştir. (ez-Zühaylî, a.g.e., V, 161; Ö. Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1970, VI, 281 vd.).

Sonuç olarak kefâletin aslının teberru niteliğinde olduğu ve kefile karz-ı hasen sevabı kazandırdığı dikkate alınarak, bunun bir karşılık beklemeksizin yapılması gerekir. Ancak bir beldede, menfaat karşılığı olmaksızın kefil bulunamaz hale gelmişse, zarûret ve ihtiyaç hallerinde ücret karşılığı kefâlete bâşvurulabilir. Nitekim, Hanefîlerde Kur'ân öğretimi, imamlık ve müezzinlik gibi taatler önceleri ücret veya maaş almaksızın yürütülürken, bunu meccânen yapanların kalmayışı, aksi halde bu hizmetlerin büyük ihmallere uğrayacağının anlaşılması üzerine bunları yapanlara ücret verilebileceğine fetvâ verilmiştir. Böylece Hz. Peygamber devrinde yapılmayan bir iş, şartların değişmesiyle sonraki müctehidler tarafından yeni şartlara göre değerlendirilmiş, toplumun ve İslâm'ın maslahatı için bu yola gidilmiştir.

KEFEN

Vefat eden erkek veya kadından her birinin bedenini örtmek için kullanılan kumaş parçası. Cenazenin kefenlenmesi farz-ı kifâye'dir. Bu farz yerine getirilmezse İslâm toplumu sorumlu olur. Kefenin gerekliliği hadis, icmâ' ve akıl delillerine dayanır.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Beyaz elbise giyiniz. Şüphesiz bu, elbiselerinizin en hayırlısıdır. Ölülerinizi de onunla kefenleyiniz" (Ebû Dâvud, Tıbb, 14, Libâs, 13; Tirmizî, Cenâiz, 18, Edeb, 46; Nesaî, Cenâiz, 38, Zîne, 97; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 247, 274, 328). Sıcak iklimlerde beyaz renkli giysinin, serin tutan, güneş ışınlarını kıran en uygun giysi olduğu bilinmektedir. "Ölülerin kefenlerini güzel yapın. Çünkü onlar kendi aralarında birbirlerini ziyaret ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihar ederler" (Müslim, Cenâiz, 49; Tirmizî, Cenâiz 19; Nesaî, Cenâiz 37; İbn Mâce Cenâiz 12; Ebû Dâvud, Cenâiz; 30, Müsned, III, 295, 329, 349).



Rivâyete göre, Hz. Âdem vefat edince melekler O'nu yıkamış, kefenlemiş ve defnettikten sonra, çocuklarına şöyle demişlerdir: Bu, sizin ölüleriniz için bir sünnettir (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Beyrut 1402/1982, I, 306).

Kefenin güzel yapılmasından maksat, beyazlığı ve temizliği, ölülerin kefenleriyle övünmelerinden kastedilen ise, sünnete uygun olduğu için sevinmeleridir. Burada pahalı kumaş kastedilmemiştir. Çünkü İslâm'da israftan kaçınmak bir esastır. Diğer yandan Hz. Peygamber; "Kefende pahalıya kaçmayın, çünkü o, çabucak soyulup gider" (Ebû Dâvud, Cenâiz, 31) buyurmuştur.

Kefen, cenazenin sosyal ve ekonomik durumuna göre; sünnet, kifâyet veya zarûret miktarlarında olmak üzere üçe ayrılır.

1. Sünnet miktarı kefen: Erkek için; izâr, gömlek ve sargıdır. Kadın için ise; izâr, başörtüsü, sargı ve göğüsleriyle karnını bağlamak için kullanılan bir bez ve gömlek (dır') olmak üzere beş parçadır.

"İzâr"; vücûdu tepeden tırnağa saran parçadır. "Gömlek"; boğazdan ayaklara kadar olan yakasız ve kolsuz giydirilen elbisedir. "Sargı"; cenazeyi sarmak için kullanılan izardan daha uzun parçadır. Cesedin üst ve alt kısımlarından bağlanır. Kadına mahsus olan "dır"' gömlekle (kamîs) eş anlamlı ise de, kadının gömleğinin göğüse, erkeğinkinin ise omuza kadar yarılacağı belirtilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 202).

2. Kifâyet miktarı kefen: Erkek için kefenin yetecek en az miktarı izâr ve sargı olmak üzere iki parçadır. Çünkü sağlığında giydiği en az elbise budur. Tek parça elbise ile namaz kılmak mekruh olduğu gibi, tek parça kefen de mekruhtur. Kadının en az yetecek kefeni ise iki elbise ile bir baş örtüsüdür. Bundan azı mekruhtur.

3. Zarûret miktarı kefen: Erkek ve kadın için zarûret hâlinde kefenin en azı bütün bedeni örtecek kadar olmasıdır. Bu da mümkün olmazsa başkalarından kumaş istenir. Çünkü bundan aşağısı, yok hükmündedir. Bütün bedeni örten kefenle, yükümlülerden farz düşer. Ancak zarûretler kendi miktarlarınca takdir olunur. Özellikle kıtlık, darlık, savaş ve yaygın bulaşıcı hastalık gibi sebeplerle ortaya çıkan toplu ölümlerde bu sıkıntılar söz konusu olabilir. Bu durumda, kefenin zarûret miktarı ne bulunursa odur.

Mus'ab b. Umuyr (r.a) Uhud savaşında şehid düşünce, üzerinde tek parça çizgili bir kumaş parçasından başka bir şey yoktu. Kabre defnedilirken başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açıkta kalıyordu. Bunun üzerine, Hz. Peygamber; kumaşla başının örtülmesini, ayaklarının üzerine de izhir otu atılmasını söylemiştir. Bu Hadis, cenazenin yalnız avret yerlerinin örtülmeşinin farz için yeterli olmadığını, açıkta kalan kısımların gerektiğinde hasır, kilim, parça, ot ve benzeri şeylerle örtmenin gerektiğini gösterir. İmam Şâfiî, zarûret halinde yalnız avret yerlerinin örtülmesini yeterli görür (İbn Âbidîn, a.g.e., II, 204). Kefen ölüye sarılmadan önce güzel koku ile tütsülenir. Önce yaygı tabuta veya hasır, kilim gibi bir şey üzerine yayılır, onun üzerine de izâr yayılır. Sonra ölüye kefen gömleği giydirilerek, izâr'ın üzerine yatırılır. Ölü erkekse, izâr önce soluna, sonra da sağına getirilerek sarılır. Sargı da aynı şekilde onun üstüne sarılır. Açılmasından korkulursa kefen bir kuşakla bağlanabilir. Kadına önce gömleği giydirilir. Saçları iki örgü halinde gömleğin üzerinden, göğsü üzerine konur, onun üzerine baş örtüsü yüzüyle beraber örtülür, üstüne de izâr sarılır, izârın üzerinden de göğüs örtüsü bağlanır, daha sonra da sargı sarılır. Göğüs örtüsü sargıdan sonra da bağlanabilir. Kefenin açılmasından korkulursa düğümlenir.

Kefen konusunda cinsiyeti belirsiz kişi (hunsây-ı müşkil) kadın gibi işlem görür. Çünkü erkek olma ihtimali karşısında fazlanın bir zararı yoktur. İhramlı, ihramsız gibidir. Yani kefeni kokulanır ve başı örtülür. İmam Şâfiî aksi görüştedir. Bülûğa yaklaşan erkek çocuk (mürâhik) Erkek; kız çocuğu (mürâhika) da kadın hükmündedir. Bulûğ çağına yaklaşmamış küçük erkek çocuğu bir parça, küçük kız çocuğu ise iki parça kefen bezine sarılır. Düşük cenîn, ölünün bir uzvu gibi sayılır, kefenlenmez, bir beze sarılır.

Bulunan bir insanın parçasının eğer başı varsa parçası olan ile birlikte kefenlenir. Ölen bir kâfirin durumu da böyledir. Onun mahrem bir hısımı varsa onu yıkar. Bir beze sararak kefenler. Çünkü, münkirin sünnet üzere kefenlenmesi mekruhtur.

Kabrinden yeni çıkarılmış cenaze, kefeni soyulmuş olarak bulunursa, dağılmamış durumda ise, hiç defnedilmemiş gibi ikinci defa üç parça kefenle kefenlenir. Dağılmışsa bir parça kefene sarılır.

Erkeğin kefeninin cuma ve bayram günlerinde, kadının kefenin ise, ana-babasını ziyaret sırasında giydiği elbiseye kıymetçe uygun bulunmasıdır. Herkesin kefeni kendi malından karşılanır. Kefen masrafı borçtan, vasiyet ve mirastan önce gelir. Malı bulunmayan cenazenin kefeni hayatta iken ona bakmak zorunda olan nafaka yükümlüsüne aittir. Bu da yoksa, techîz ve tekfin masraflarını İslam Devleti karşılar. Kadınların kefenleri zengin olsalar da kocalarına aittir. Çünkü kefen bir bakıma dünyadaki örtünmenin (tesettür) devamıdır (bk. el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi'. Beyrut 1402/1982, I, 306-309; el-Fetâvâ'l Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 160-162; İbn Abidîn, a.g.e., II, 202-207).

23 Nisan 2011 Cumartesi

Kuşlar, Ömer KARAOĞLU - VİDEO

Söz - Beste : Tamer DUMAN
Müzik : Ömer KARAOĞLU

KDV (KATMA DEĞER VERGİSİ)

KDV'ye bağlı olarak memurlara ödenen vergi iadesinin hükmü nedir? Eksik kalan faturaların başkalarından tamamlanması caiz midir? Bir satıcıdan bir mal almadan fatura alıp, vergi iadesinde kullanıbilir mi?

Önce KDV denen olayı şu haliyle benimsemediğimizi ve de Islâmî olmadığını vurgulamak isterim. Çünkü KDV üreticiden değil, tüketiciden, bir başka ifade ile fabrikatörden değil, isçiden ve çiftçiden alınan matrahına zarurî harcamaların da dahil olduğu bir vergidir. Meselâ otuz tane fabrikasi bulunan falan ağa, ürettiği mallara istediği fiyatı koyarak satar ve ilk el olduğu için devlete böyle bir vergi de ödemez. Beş-on çocuğu bulunan, kirada oturan ve herhangi bir işe giremediği için sosyal güvenliği de olmayan, bu yüzden çoluk-çocuğunun tedavisi dahil her türlü ihtiyacını simit satarak karşılamaya çalışan Veli Efendi çocuğuna aldığı bir lastik ayakkabıyla, hanımına alacağı basma fistana ve ilaca KDV öder. Bu yolla devletin kasasında toplanan KDV (enflasyon hesaba katıldığında) yan fiyatından daha aşağıya yine o falan ağaya teşvik kredisi olarak verilir. Falan ağa da, gerçekte aldığı krediye faiz vermemekle beraber hatta bir de üste atmakla beraber, rakamsal faizi maliyetine yansıtır. Mesela 1000.-TL.ye satacağı malı söz konusu faizli 1400.-TL.ye satar. Beri taraftan tüketici Veli Efendi böylece KDV dışında o ağanın kredi borcunu (faiz demiyorum) da ödemeye ortak edilir. Halbuki fakirden dolaylı ya da dolaysız hiç bir vergi alınmamalı, malı transfer zenginden fakire doğru olmalıdır. Şu anda durum tam tersinedir. Herhalde bu kapitalizmin gereği olarak yapılmaktadır. Buna bağlı olarak tüketiciye ödenen vergi iadesinin en olumsuz yönü de sadece bir sosyal güvenlik müessesesine bağlı olup prim ödeyenlere verilmesidir. Böylece sanki devlet, "yüz verirsen on veririm" demiş olmakta ve temelde insana değil üretime değer verildiği gösterilmektedir. Bu da müslümanlar olarak bizim sosyal devlet anlayışımıza uymayan bir durumdur. Buna göre KDV'yi ödeyen bizim simitçi Veli Efendi vergi iadesi de alamayacaktır. Sebep: Iş bulup devlete prim ödememiştir. Işte bizim anladığımız sosyal devlet, sadece hakkı olan değil, görevleri de olan bir devlettir ve vatandaşına iş bulmak onun görevleri arasındadır.

Sorunun diğer bölümlerine gelince: Vergi iadesi devletten çalınmamakta, devlet bunu bilerek vermektedir. Hatta aldığının belki, sadece yarısını iade etmektedir. Bu yüzden alınmasında bir mahzur yoktur. Eksik kalan faturaların başkasından tamamlanmasının da sakıncası yoktur. Çünkü bu iadeyi veren devlet bunu şart koşmamakta, sadece maaşından fazla olanı kabul etmeyeceğini söylemektedir. Onun için önemli olan, belli miktarda KDV'nin yatırıldığının faturalarla ibraz edilmesidir. Faturalar sahte olmadıktan ve KDV'ye tabi özel fatura olduktan sonra, şuradan ya da buradan olması önemli görülmemektedir. Herhangi bir mal almadan fatura almakta da durum aynıdır. Yani iadeyi veren taraf (meselâ devlet) bundan zarar değil kâr etmektedir ve eğer sorulsa kabul edeceği açıktır. Çünkü karşılıksız fatura verdiği sanılan esnaf aslında bunu karşılıksız veriyor değildir, bir başkasına vermesi gerekip de vermediği faturayı vermektedir ki, bu da devletin işine gelir ve karşılığında alınan vergi iadesi haksız yere alınmış olmaz, helâl olur (Allah'u a'lem).

KAZÂSI OLANIN NÂFİLESİ

Kaza orucu ve kaza namazı olan kişi nafile oruç tutabilir mi ve nâfile namaz kılabilir mi?

Tutabilir ve kılabilir;ancak bu görüş Hanefilere göredir. Ancak çok özel günler ve zamanlar dışında, öncelikle kazâlarını edâ etmelidir. Bu durum, tıpkı para borcu olan birisinin, sevabını düşünerek borç vermek için adam aramasına benziyor. Başkasına borç verdiğinden dolayı sevap alır, ancak kendi borcunu ödemesi daha güzeldir.

KAZASI OLAN KİMSE SÜNNET KILABİLİR Mİ?

Namaz, kelime-i tevhidden sonra İslam'ın en mühim rüknüdür. Hiç bir surette terk edilmemesi gerekir. Cehalet ve gaflet sebebiyle terkedilirse fırsat bulunduğu anda kazası icab eder, geciktirilmez. Şafii mezhebine göre; Kazası olan kimsenin sünnet ve cenaze namazı gibi farz-ı kifaye olan namazları kılması haram olduğu gibi, farz olmayan Ka'be tavafını eda etmesi de haramdır. Çünkü yemek, uyku, ticaret ve iş zamanı müstesna bütün zamanını kaza kılmaya vermek mecburiyetindedir. Hanefi mezhebinde ise; beş vakit namazın sünneti, duha –kuşluk- tesbih ve teravih gibi, hakkında hadis varid olan sünnet, kaza olsa da kılınacaktır. Fakat diğer nafile namazı kılmaktansa kaza ile meşgul olmak daha efdaldır. Doğu ve Güneydoğu illerimizde Şafii mezhebinden olan kardeşlerimizin bir kısmı zimmetinde kaza bulunduğu gerekçesiyle haklı olarak sünnet kılmaz. Amma bunun yanında kazasını da eda etmez. Halbuki hazır olan namazı kazaya bırakmak haram olduğu gibi, kazaya kalmış namazı, fırsat bulunduğunda kazası için gayret gösterilmemesi de haramdır.

KAZF

Kuvvetle atmak, sözü ağzından atıvermek, dokundurmak, iffetine iftira etmek. Namuslu bir erkek veya kadına "sen zina ettin..." ey zaniye..." gibi sözlerle zina suçlaması yapmak anlamında bir Islâm hukuku terimi. Kazf büyük günahlardandır. Bu konuda Cenab-ı Hakk "Şüphesiz namuslu, kendi halinde olan mü'min kadınlara (zina iftirası) atanlar, dünyada ve âhirette lanet olunurlar. Onlar için büyük bir azap vardır" (en-Nur, 24/23) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadis-i şeriflerinde, kazfi, insanı helâka götüren yedi unsurdan biri olarak zikretmiştir (Buhârî, Vesâyâ, 23).

Kazf cezası, eğer iftirayı yapan kimse hür ise cezası seksen değnektir: "Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup da, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek (hadd) vurur, onların şahitliklerini de ebediyyen kabul etmeyin" (en-Nur, 24/4). Değnekler vücudunun belirli bir yerine değil, çeşitli yerlerine vurulur. Yalnız manto, palto gibi dış elbiseleri çıkarılır. Eğer iftira eden köle ise cezası kırk değnektir: "Cariyelere hür kadınlara olan azabın yarısı vardır" (en-Nur, 24/4).

Iftira edilen kimsenin muhsan olması; hür, akıllı, baliğ, müslüman ve namuslu olması demektir.

Kişi iftira ettiğini söyleyip sonra bundan caymaya kalkarsa, bu kabul edilmez, yani kendisine ceza uygulanır.

Bir kâfire zina isnad eden veya bir müslümana zinadan başka bir şey atfeden meselâ, ey fâsık, ey kâfir veya ey habis diyen kimse Islâm Devletinin koyduğu bir ceza (ta'zir) varsa onunla cezalandırılır.

Ta'zirin en çoğu otuzdokuz en azı üç sopadır. Hakim birisine had uygulayıp veya ta'zir ettiğinden dolayı o kimse ölürse, hakim sorumlu değildir. Iftiradan dolayı had cezası uygulanan müslüman tevbe etse bile, şahitliği kabul olunmaz (bk. en-Nur, 24/4). Ancak tevbesi sebebiyle fâsıklıktan kurtulmuş olur. Şâfiîlere göre ise tevbe edince, hem fâsıklıktan kurtulur, hem de bundan sonra şahitliği kabul edilir.

Kâfir iken, iftiradan dolayı kendisine had cezası uygulanan müslüman olursa, şahitliği kabul olunur. Çünkü müslüman olmakla kendisine şahitlik hakkıyeniden doğar (el-Kurtubî, el-Cami' fi Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965-1966, XII, 190-195; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Istanbul 1936, IV, 3478-3483; Mevdûdî, Tefhimul Kur'ân, Istanbul 1986, III, 431 vd. Seyyid Kutup, Fi Zilâli'l Kur'ân, Istanbul t.y., X, 381 vd.).

KAZA-KADER

"Kaza ve Kader" şeklinde geçer. Bu iki kelime birbirinin gereği ve tamamlayıcısı gibidir. Bazı Hadislerde, "Kadere Iman", Hayrı ile Şerri ile kadere iman" diye geçmekte ise de çok de fa bir arada kullanılmaktadır. Ancak genellikle Eş'arîler "Kaza ve Kader", Mâturidîler ise "Kader ve Kaza" diye zikrederler. Bu kullanış, Kur'ân-ı Kerimde bir çok âyetlerde, ayrı yerlerde ve farklı anlamlarda geçen "kaza" ve "kader" kelimelerine verilen değişik anlamlardan ileri gelmektedir. Önemli olan; bu manaları iyi anlamak ve herşeyin Allahu Teâlâ'nın ezelde takdir ve tayin ettiği kaderine, yani ilahi ölçüye uygun olarak kaza şeklinde meydana geldiğine kesinlikle iman etmektir. Çünkü Islâm inançlarına göre her şeyin "takdir'i ilahi" ile yani "ilâhî kadere" uygun olarak yeri ve zamanı geldiğine, yani yaratıldığına inanmak şarttır. Ancak kader konusu kelâm âlimleri ve Islâm düşünürleri arasında derin görüş ayrılıklarına ve çetin tartışmalara sebeb olan, anlaşılması ve çözümü çok zor bir mesele, hatta bazılarınca "Ilâhî bir sır" olarak kabul edilmektedir. Gerçek şudur ki; Selefiyye, Muhaddisler ve Ehl-i Sünnet Kelamcılarının ortak görüşüne göre, Allahu Teâlâ'ya ve onun, ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman, "kaza ve kadere iman" etmeyi de gerektirir. Çünkü lugat ve ıstılah manalarını açıklayınca anlaşılacağı gibi, "kader" Hak Teâlâ'nın "Ilim" ve "Irade" sıfatlarına, "kaza" da "Kudret" ve "Tekvin" sıfatına dayanır. Yani bu sıfatlara inanmanın kesin sonucu ve gereğidir. Bu esasa dayanılarak ve Islâm inançları arasındaki önemli yeri dikkate alınarak, bir de, peygamberimiz (s.a.s)'in meşhur "Cibril Hadisi" de, naklı delil sayılarak "Kaza ve Kadere Iman" ayrıca belirtilmiş ve "Iman Esasları" arasında altıncı esas kabul edilmiştir. Nitekim bazı sahih ve meşhur hadislerle beraber (Buharî, el-kader; Müslim, el-iman) bir çok âyet-i kerimede her şeyi ilâhî takdire, tabi olduğu ve Allah'u Teâlâ'nın Kudretinin ve hükmünün (kazasının) bir gereği olarak yaratıldığına işaret olunmuştur. Kaza ve kader kelimelerinin lugat ve Kur'an âyetlerinde geçen değişik anlamları ile, Mâturîdilere ve Eş'arîlere göre terim manaları şöyle açıklanabilir:

"Ka-de-re" kökünden gelen kader; lugatta; "ölçü, ölçme, miktar, bir şeyi ölçerek belirli bir ölçüye göre yapmak, onu takdir ederek tayin ve tahsis etmek", anlamlarına gelir. Rağıb el-Isfehanî'ye göre "kader ve takdir" bir şeyin miktarını ve sınırını bildirir (el-Müfredad, s.403). Yani Kader; her hangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sınırlayan bir ölçüdür. Nitekim her şey "ilâhî bir ölçü"ye bağlı olarak ezelde takdir ve tayin edilmiştir. Mesela: buğday tohumu veya hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdir ve tayin edilmiştir ki birincisinden yalnız buğday, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey yetişmez. Her nebatın her ağacın veya hayvanın tohumu da öyledir. O halde kader; bu âlemin ve ondaki bütün varlıkların ilâhî hikmete göre yaratılmasında ve varlığının devamında esas olan "Ilâhî bir ölçü, Ilâhî bir kanun" dur.

Kader kelimesi Kur'an-ı Kerim'de "masdar" ve "fiil" olarak geçmektedir. "Şüphesiz biz, her şeyi(n mahiyetini) belirli bir ölçüye (kadere, ilâhi takdire) göre yarattık" (el-Kamer, 54/49) âyetinde mastar; "...(Allah) herşeyi yaratmış ve her birisine belirli bir nizam vererek onun kaderini takdir ve tayın etmiştir" (el-Furkan, 25/2). Yani, yaratılacak şeylerin bütün özelliklerini, yerini ve zamanını Hak veya batıl, hayır veya şer, sevap veya ikab olacağını ezelde tayin ve tespit etmiştir anlamını ihtiva eden âyette de fiil olarak kullanılmıştır.

"Kaza" kelimesine gelince: lugatta; "bir şeyi sonuna getirerek hükme bağlamak", yani onun sözle veya hareketle tamamlanması, "fiillerin zamanında yaratılması"dır.

Bu kelime Kur'an'ı Kerim'de "mastar" olarak değil, "fiil", "fâil" ve "Mef'ul" olarak kullanılmıştır (Fussilet 41/2, Taha, 20/72 Meryem, 19/21). Yerine ve manaya göre; "emir, hüküm, ilan, beyan" ve özellikle "yaratma" manalarına gelir. "Rabb'in, yalnız kendisine ibadet etmenizi "kaza etti"emretti (öyle hükmetti)"(el-Isra, 17/23). Kaza kelimesi "emir ve hüküm" manasınadır. Emir ve hüküm ise, bir şeyi "sözle tamamlamak" tır. "Bunun üzerine onları (Allah c.c) yedi gök olmak üzere iki günde yaratır (kaza etti) " (Fussilet,41/12) âyetinde de kaza, yaratmak (halk etmek) anlamına kullanılmıştır. Bu âyette geçen "Kadâhunne" kelimesi, Allahu Teâlâ'nın onları ezeli olan ilmi ve sonsuz hikmeti ile yaratmış olduğunu ifade etmektedir. Kaza kelimesi özet olarak; "herhangi bir şeyi sona erdirip varlığını tamamlamak" anlamına ise de, bu mana, yerine göre bazen değişebilmektedir (fazla bilgi için bk. Abdul Kerim el-Hatip, el-Kadâ ve'!-Kader, s.147-151).

Kaza ve Kader'in ıstılah manaları itikatta "Ehl-i Sünnet" mezhepleri olarak tanınan Eş'arî ve Mâturîdî âlimlerine göre birbirinden farklı ve değişiktir.

Maturidîlere göre kader; "Allah Teâlâ'nın, ezelden ebede (sonsuzluğa) kadar olmuş ve olacak şeylerin zamanını, mekânını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi, ezelde o mahiyyet ve şekilde takdir ve tahdid etmesidir. "Bu tarife göre kader, Hak Teâlâ'nın "Ilim" ve "Irade" sıfatlarına bağlı olup, bu ilahi sıfatlara ve taalluklarına iman, kadere imanı da gerektirmektedir.

Maturîdîlere göre kaza ise; "Allahu Teâlâ'nın ezelde irade ve takdir etmiş olduğu şeyleri, zamanı gelince, ilim, irade ve ezeldeki takdirlerine uygun olarak yaratması" demektir. Bu bakımdan kaza, maturîdîlere göre ayrı bir kemal sıfatı olan "Tekvin" sıfatına tabi olup onun ilgi alanına girer.

Bu tariflere göre kader, kazadan daha genel olup, taalluk ettiği alan daha geniştir. Çünkü kader, bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ilâhî ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfizdir, aynen uygulamaktır. Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete dayanarak yapar. Kadere böyle inanılması gerekir.

Eş'arilere göre kaza, hüküm manasına olup, "Allahu Teâlâ'nın bu kâinatta meydana gelecek şeylerin hepsini nasıl, ne zaman, hangi şekil ve özelliklerde olacaklarsa, ezelde öylece bilmiş ve ezeli ilmine uygun olarak dilemiş olmasıdır."

Kader ise; "Hak Teâlâ'nın her şeyi vakti gelince ezelî ilmine uygun olarak irade ettiği (dilediği) şekil ve vasıf ta yaratmasıdır."

Eş'arilerin bu tariflerine göre kaza, kaderden daha genel ve şumüllü olup, Allah (c.c)'ın ilim ve irade sıfatlarına; kader ise, kudret sıfatına tabi olup, bu sıfatın hadis olan ikinci taallukunun eseridir. Çünkü Eş'arîlere göre Hak Teâlâ'nın "Tekvin" diye ayrı bir sıfatı bulunmamaktadır. Madurîdîlere göre durum aksine olup, kader, kazadan daha şumüllü ve geneldir. Ayrıca, Maturîdîlerce yapılan tarifler "Kaza ve Kader" kelimelerinin lugat manalarına daha uygundur. Özel olarak bilinmesi ve inanılması gereken husus; bu âlemde var veya yok olan her şey, Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderi iledir. Her şey bu ilâhî irade, ezeli ilim ve mutlak kudrete uygun olarak var veya yok olur. Yani kâinattaki her şey bu ilahi kanuna tabidir. Her şeyde ve her yerde kader, yani onu vücuda getiren vasıf ve ölçüler ile belirli sebepler mevcuttur. Bunlar ezelî olan Allah'ın ilmine ve iradesine bağlıdır. Bu sebeplerin birleşme veya ayrılmasından ortaya çıkan olay ve eşya ise, kazadır, kaza-i ilahî'nin tecellileridir. Hak Teâlâ'nın kader ve kazasında ilahi hikmetler vardır. Çünkü Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete göre yaratır. Bu esasa göre Hak Teâlâ kâinattaki her şeyi tespit ettiği ilahi plana ve yüce nizama göre yönetmektedir. O halde kainatta meydana gelen maddi-manevi her çeşit varlıklar ve olaylar, gayesiz olarak rastgele ortaya çıkmamaktadır. Belki her şey, Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmi, mutlak iradesi ve sonsuz kudreti ile ilâhî ölçüye plan ve nizama uygun olarak yaratılmaktadır.

"Fâil-i Muhtar" olan Allah (c.c) her şeyi meydana gelmeden önce ezelî ilmi ile bilip, onların vasıf ve özelliklerini, yerini ve zamanını takdir ve tespit ederek "Levh-i Mahfuz"a yazmıştır. Bu gerçeklere şu âyetler delâlet etmektedir. "(Gerek) yeryüzünde ve (gerek) kendi nefislerinizde herhangi bir musibet gelmemiştir ki, bu Bizim onu yaratmamızdan önce kitapta (yazılmış) olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır" (el-Hadıd, 57/22). "De ki; Allah'ın bizim için yazdığından başka bir şey bize isabet etmez" (et-Tevbe 9/51). Allah'ın kazası "Levh-i Mahfuz" da yazılı olan kaderine daima uygun olarak tecelli eder. Kadere halk arasında "alın yazısı" da denmektedir. Bilinmeyen alın yazısı bilerek veya kayıtsız olarak veya unutarak yapılan günahları mazur göstermez, insanın iradesini etkisiz hale getirmez ve onu sorumluluktan kurtarmaz. Kaza ve kaderin birbirine aykırı düşmesi imkansızdır. Aksi halde kâinatın mizan ve düzeni bozulur, varlıklar âlemi devam edemezdi. Çünkü bu muazzam kâinat yer ve göklerdeki canlı cansız varlıklar, ilahî bir plan ve kanun olmadan varlığını koruyamaz.

AŞAĞIDAKİ ÜÇ VAKİTTE NE KAZAYA KALMIŞ FARZ NAMAZLAR, NE VİTİR GİBİ VACİP NAMAZLAR KILINABİLİR

1. Güneşin doğmasından, kırk-elli dakika geçip, yükselmesine kadar.

2. Güneşin tam başımızın üzerinde bulunduğu vakit. Buna zeval ânı denir.

3. Güneşin sararmasından, yani gözleri kamaştırmaz bir hale geldiğinden itibaren, batıncaya kadar olan vakit.

Bu üç vakitte kılınacak kaza namazının iadesi gerekir. Bunun dışındaki vakitlerde kaza namazı kılmak mümkün ve caizdir. Imam Şafii'ye göre ise kaza namazı her zaman kılınabilir. Söz konusu kerahet vakitlerinde de kaza namazı kılmak caizdir.

Namazlarını özürsüz olarak kasten terkeden ve bunları kaza edemeden vefat eden kimse, büyük günah yükü ile âhirete geçmiş olur. Onun işi yüce Allah'la kendisi arasındadır. Bu namazların, tevbe, istiğfar veya keffâret yoluyla telâfi edileceğine dair açık bir âyet, hadis veya icmâ yoktur. Ancak yaşlılık veya sürekli hastalık nedeniyle orucunu tutamayanların, kaza edemeden ölümleri hâlinde, bunun "fidye" ile telâfisi hükmüne (bk. el-Bakara, 2/184) kıyas yapılarak veya "ihtiyat" prensibine dayanılarak, hanefilerde "namaz fidyesi" de müstahsen görülmüştür (bk. "Iskat ve Devir" maddesi) Allah'la şehidler arasındaki hakların affedileceği nass'la (bk. el-Bakara, 2/154; Âlu Imrân, 3/169; en-Nisâ, 4/69; Müslim, Imâre, 152; Nesâî, Cihâd, 22; Ahmed b. Hanbel, II, 322, III, 251, 289) belirtilmiştir.

Şehidler, daha önce kılamadıkları namazların affı konusunda istisnâ olabilirler (Kaza namazı için bk. Ibnü'l-Hümâm, a.g.e., I, 458 vd.; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 121 vd.; Ibn Âbidîn, a.g.e., II, 62 vd.).

KAZA ORUCUNUN KAZASI

Kaza oruç tutulmakta iken bozulursa, ona da keffaret ya da ayrıca kaza tutmak gerekir mi?

Keffaret ya da kaza gerekmez. Ancak tutmakta olduğu kazayı tamamlamamış olduğundan, onu tekrar tutması gerekir. Ramazan orucunun (eda ederken) bozulmasından başka hiç bir orucun bozulmasıyla keffaret gerekmez.

KAZA VE KADER, İMAN ESASLARINDAN MIDIR?

Ehl-i Sünnet'e göre; "kaza ve kadere iman", iman esaslarındandır. Yukarıda kısaca işaret olunduğu üzere, Ehl-i Sünnet'e göre Allahu Teâlâ'ya ve O'nun mukaddes sıfatlarına iman etmek, "kaza ve kadere" imanı da gerektirir. Çünkü kader, Hak Teâlâ'nın "ilim" ve "irade" sıfatlarının, kaza da "kudret" veya "tekvin" sıfatının birer gereğidir. Yani, "kaza ve kader akidesi" Allah'a ve O'nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman etmenin zorunlu bir neticesidir. Kadere imanı inkâr etmek, zâtullaha sâbit olan zâtî ve subûtî sıfatları inkâr etmek demektir. Bu yüzden önemi dikkate alınarak, kaza ve kadere iman Islâm'da iman esaslarından sayılmış ve altıncı esas olarak

"Müslüman'ın Âmentüsü"nde yer almıştır. Nitekim Buhâri ve Müslim'in Sahihler'inde zikredilen (bk. Kitâbu'l Iman, Kitâbu'l-Kader) Hz. Ömer (r.a)'in Rasûlullah (s.a.s)'den naklettiği meşhur "Cibril Hadisi"nde, "Kadere iman" iman esasları arasında, aynen tasrih edilmiştir. Rivayete göre; bir gün Peygamber (s.a.s) ashabıyla mescidde otururken, insan suretinde gelen Cebrâil (a.s), "Iman, Islâm ve Ihsan"ın manasını Peygamber (s.a.s)'e sormuş ve her sualin sonunda, (Sadakte) diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir. "Iman nedir?" sorusuna Rasulullah (s.a.s): "Iman; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe inanmaktır (ayrıca) hayrı ve şerri ile kadere iman etmektir" buyurmuşlardır.

"Bu konudaki hadisler ‚ahad hadislerdir', sahih ve meşhur da olsa zannı ifade eder. Zannî deliller akaid ve iman konularında delil olarak kullanılamaz" denilemez. Çünkü bu hadislerin delâlet ettiği mana kesinlik ifade eden âyetlerle te'kid edilmiştir. Bu durumda zannî deliller de kesinleşir. Yukarıda bazıları zikredilen bir çok âyeti kerimelerde her şeyin ilâhî takdire tabi olduğu ve Allah'ın kazası (emir hüküm ve yaratma) ile meydana geldiğine işaret buyrulmuştur (Âlu Imran, 3/47, en-Nisâ, 4/78, 143, e!Mâide, 5/77, el-En'am, 6/86-88, et-Tevbe, 9/51, el-Hicr, 15/60, el-Isrâ, 17/29, Tâhâ, 20/72, Sebe, 34/18, Meryem, 19/21, Fussilet, 41/12, el-Kamer, 54/49, el-Hadıd, 57/22). Bu bakımdan, "kaza ve kadere iman", iman esaslarını birarada zikreden (el-Bakara, 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) gibi âyetlerde ayrıca sayılmamıştır. Peygamberimiz (s.a.s)'in vefatından bir müddet önce "kader meselesi" ve "hayır ve şer" etrafında yapılan bazı tartışmalar üzerine; "Kadere, hayrın da, şerrin de Allahu Teâlâ'nın takdiri ve yaratması ile olduğuna" inanmanın "iman esaslarından olduğu, Peygamberimiz (s.a.s) tarafından beyan edilmiştir. Kendi aklı ve şahsi kanaati ile değil, daima ilâhî vahiyle dini hüküm ve esasları ümmetine aynen tebliğ eden Rasûlullah (en-Necm, 53/3-4) Cibril hadisiyle bildirdiği iman esasları, zamanla tevatür derecesine ulaştığını ehl-i sünnet imamları bu gerçeği ittifakla kabul etmiş ve bu hususu eserlerinde zikretmişlerdir (Bu konuda geniş bilgi için bk. Faruk Ahmed ed-Derühi: El-Kada ve'l-Kader Fi'l-Islam, Beyrut 1986, III, s. 5-6; Ali Arslan Aydın: Islam da Iman ve Esasları, Istanbul 1982, s.394-397; Abdülkerim el-Hatib-el-Kadâ ve'I-Kader, Kahire 1961, s.225-227). Kaza ve kaderin, kulun iradesi ve ihtiyarî fiilleri ile ilgisine kaza ve kadere iman konusunun meşhur bir kelâm meselesi olan "halk'ı ef'âl-i ibâd", yani "insanların ihtiyârî fiillerinin yaratılması", ile ilgisi, kısacası; "Insanın irâdî fiilleri Kesb ve yaratma problemi- gibi hususlara gelince Ehl-i sünnet akaid imamları Eş'ari ve Maturidi bu konuları geniş bir şekilde açıklamışlardır:

KAZÂ

Emir, hüküm, ilan, yaratma, yerine getirme, tamamlama. Dil bilginlerine göre biri ilahi, diğeri beşeri olmak üzere iki tür kullanımı vardır. Kelime Allah için kullanıldığında, "Rabbin ancak kendisine ibadet etmenize hükmetti (kaza)" (el-İsra, 17/23), "Allah hakla hükmeder (kaza), Ondan başka çağırdıkları ise hiçbir şeyle hükmedemezler" (Mü'min, 40/20), âyetlerinde olduğu gibi emiri ve hüküm anlamlarını; "Onları iki günde yedi gök yaptı (kazahünne)"(Fussilet, 41/2) gibi âyetlerde de Allah'ın fiilini ve yaratmasını ifade eder. İnsan için kullanıldığında da "Musa süreyi doldurduğu (kaza ecelen) zaman..." (el-Kasas, 28/29), "Onlardan kimi adağını yerine getirdi (kaza nahbehu)" (el-Ahzab, 33/23) ve "Senin verdiğin hüküm hakkında (mimma kazayte) içlerinde bir sıkıntı duymadan ve tam olarak teslimiyet göstermeden iman etmiş olmazlar" (en-Nisa, 4/65) gibi âyetlerde olduğu gibi yerine getirme, ikmal etme, hüküm verme, davayı karara bağlama gibi anlamları verir.

Kelâm ilminde kaza, kader konusuyla birlikte ele alınır. Kelamcılara göre kaza ve kader aynı olayın başlangıç ve sonunu belirtir. Bu konuda sözbirliği içinde bulunmakla birlikte hangisinin başlangıç, hangisinin sonuç olduğu konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir.

Maturidi kelamcılara göre kaza, Allah'ın ezelde takdir ve irade ettiği (kader) olayın ortaya çıkması, yine Allah tarafından yaratılmasıdır. Bu nedenle takdirden, eş deyişle kaderden sonra gelir ve Allah'ın Tekvin (yaratma) sıfatıyla ilgilidir. Eş'ari kelâmcılar ise bunun tersini düşünürler. Bunlara göre kaza, Allah'ın eşyayı ezelde nasıl olacaksa öylece irade etmesidir ve irade sıfatıyla ilgilidir. Ezelde irade edilen (kaza) şeyin yaratılması ise kaderi oluşturur. Tanımlarına uygun olarak Maturidiler "kader ve kaza" derken Eş'ariler "kaza ve kader" demeyi tercih ederler.

Bağımsız bazı kelâmcılar kaza konusuna kelimenin ihtiva ettiği hüküm anlamı açısından yaklaşırlar. Bunlara göre kader ve kaza ilahi hükmün iki yönünü temsil eder. Kader, hükmün toplu biçimini, kaza ise ayrıntılı biçimini belirtir. Kader, olayları hükmüne uygun olarak takdir etmek, ölçü ve sınırlarını belirlemektir. Kaza ise olayı hükme uygun biçimde yaratılmasıdır. İslâm filozofları ile mutasavvıflar da kaza konusunda görüş belirtmişler, kazayı kendilerine özgü terimlerle tanımlamışlardır. Ne var ki terim farklarına karşın hem filozoflar, hem de mutasavvıflar kaza konusunda Eş'arilerle aynı görüşü paylaşırlar. Filozoflara göre kaza ezeli inayetle aynı anlama gelir, Allah'ın ilim sıfatıyla ilgilidir. Kader ise tüm varlıkların dış dünyada ortaya çıkışı demektir. Mutasavvıflara göre kaza, Feyz-i Akdes; kader Feyz-i Mukaddes'tir. Varlıkların gerçeklikleri ezelde Feyz-i Akdesle sabit hakikatler (ayan-ı sabitler) olarak ortaya çıkar; bu sabit hakikatler Feyz-i Mukades ile dış dünyada varlık kazanırlar.

Kur'ân'da belirtilen iman esasları arasında geçmese de kazaya iman Maturidi ve Eş'arî kelamcılarca, kaderle birlikte iman esaslarının altıncısı olarak kabul edilmiştir. Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına inanmanın bir gereği sayılan kaza ve kader inancı konusunda temel dayanaklar hadiste bulunmaktadır. (Bu konudaki ayrıntılar için irade, irade-i cüz'iye, kader ve kesb maddelerine bakınız.)